Emre Tansu Keten

Emre Tansu Keten

Fact-checking siyaseti

Ama şu ortada ki, olayların bağlamsız bir şekilde, yanlış eşdeğerlik yaratarak, yalan/doğru ikiliğinde ele alındığı ve sadece yalan olup olmadığının ortaya konmasıyla yetinildiği fact-checking siyaseti, siyasetten başka her şeye benziyor. Gerçek hayattaki gerçek siyasetten imtina edenlerin, bu fact-checking siyaseti alanında girdikleri her kavga ise güçlü tarafın, yani iktidarın, haklılığıyla, en olmadı daha meşru çıkmasıyla sonuçlanacak gibi görünüyor.

Bu açıdan bakıldığında neoliberal ideoloji her sorunun kaynağını teknik yetersizlikte, her çözümü ise teknik buluşlarda arıyor. Post-truth meselesi de yalana ya da hakikatin önemsizleşmesine karşı hiçbir çözüm sunmuyor değil, ama hakikatin değer kaybetmesinin nedenini teknik yetersizliklerde gören bu bakış, çözümü de teknolojik yeniliklerle tartışmasız hakikatin ortaya konulmasında, hatta hakikate ulaşmak için teknolojiye dayalı ve kesin sonuçlar veren teknik yöntemlerin üretilmesinde görüyor.

Yalan kelimesi, belki de tarihin hiçbir döneminde bu kadar sıklıkla kullanılmamıştır. Sosyal medyada herkes birbirini yalancılıkla suçluyor, “yalan haber” gazetecilik alanını tamamen ele geçirecek bir canavar gibi resmediliyor, AKP’liler her pazartesi “#haftanınyalanları” hashtagiyle ve trol operasyonuyla muhalefetin “yalanlarını” listeliyor, iktidarın ve onun medyasının yalan konusundaki performansı ise dillerden hiç düşmüyor.

Gazetecilerden siyasilere, twitter kullanıcılarına kadar herkes bir yalanı ortaya çıkartmak ya da bir iddianın yalan olmadığını kanıtlamak için mesai üstüne mesai harcıyor. Bir yalan ortaya çıkartılınca da bu yalanı üretenler ve yayanlar, sanki böyle bir işe hiç bulaşmamışlar gibi, bu konuda hiçbir şey söylemeyip, yeni bir iddianın peşine düşüyor, içerik değişiyor, mesai değişmiyor.

Hakikat sonrası (post-truth)

Aslında dünyada da durum biraz böyle. Ne olduysa, 2015-2016 yıllarında birileri dünyanın tamamen hakikatten koptuğuna, artık duyguların ve kişisel kanaatlerin gerçek olgulardan daha önemli hale geldiği bir çağa girdiğimize karar verdiler, bu çağa da post-truth ismini uygun gördüler.

Trump’ın seçim kampanyası ve Brexit referandumunda, siyasi aktörlerin aleni bir şekilde yalan atmaları, bu yalanlarının ortaya çıkmasına rağmen bu konuda bir adım atmamaları ve seçmenlerin resmen bu yalanlara oy vermesi insanları şaşırttı. Çoğunlukla bu olaylar üzerinden hakikat sonrası bir çağa girdiğimizi iddia edenler, bunun yanına İnternet’in yaygınlaşmasını da eklediler. Örneğin “Hakikat Sonrası Çağ” kitabının yazarı Ralph Keyes İnternet’in hakikatle olan ilişkisini şöyle açıklıyor:

“İnternet ağı, gerçek gibi sunulan dedikoduların, haber olarak verilen basın bültenlerinin, aldatmacalı reklamların, kötü niyetli söylentilerin ve katıksız dümenlerin bir karışımıdır. İnternet bilerek merkezsizleştirilmiş bir araç olarak tasarlandığı için hangisinin hangisi olduğunu denetleyecek yeterli denetleyici olmaksızın doğru ve yanlış bilgiyi ayrım yapmadan birleştirir. (…) Sonuç olarak internette doğruluk, tamamen göreceli bir kavramdır. (…) İnternet için hiçbir söylenti fazla rezil, hiçbir paranoyak hezeyan aşırı değildir” (çev. Deniz Özçetin, Delidolu Yayıncılık, 2017, s. 266).

Trump’la sosyal medya iş birliğinin hakikati sonsuza kadar mağlup ettiğini, bundan sonra hakikat için mücadele etmenin pek de öneminin kalmadığını, bu yeni çağda işlerin ne yaparsak yapalım böyle gideceğini düşünmek, buna da bir isim uydurmak biraz işin kolayına kaçmak değil mi? Aslında üzerine biraz düşündüğümüzde, her şeyi açıklama iddiasında olan diğer maymuncuk kavramlar gibi, bu kavramın da pek bir şeyi açıklayamadığını görüyoruz. Siyasal bir açıdan baktığımızda da, bu kavram, yalan ve gelenek icadı konusunda bir marka haline gelmiş sağ siyasetlerdeki sürekliliği gizleyen bir işlev yükleniyor. Yani çok kaba bir karşılaştırmayla Hitler ile Trump arasındaki devamlılıkları gözlerden uzak tutuyor. Trump’ı yaratanın yalan ve sosyal medya değil de, 2008 ekonomik krizinin yarattığı koşullar olduğunun, aşırı sağın İnternet’teki içerikler nedeniyle değil, kapitalizmin bu büyük krizinin etkileriyle yükseldiğinin üstünü örtüyor, insanların sistem hakkında düşünmesini engelliyor: “sistemle ne alakası var, artık insanlar hakikate ilgi duymuyor!”

Doğruluk kontrolü (fact-checking)

Aslında hakikat sonrası kavramı neoliberal bir ideolojinin üzerinde yükseliyor. Aslında bu ideoloji, “bilgi çağı”, “endüstri-sonrası çağ”, “enformasyon çağı” gibi örneklerinden bildiğimiz gibi çağ açıp çağ kapatmaya oldukça meraklı. Bütün bu çağ denemelerinin temelinde ise toplumdaki her şeyi teknikleştirme arzusu yatıyor. Örneğin, ekonominin, üretimin tamamen teknikleşmesi yetmez, bilim de, gazetecilik de, siyaset de teknikleşmeli.

Bu açıdan bakıldığında neoliberal ideoloji her sorunun kaynağını teknik yetersizlikte, her çözümü ise teknik buluşlarda arıyor. Post-truth meselesi de yalana ya da hakikatin önemsizleşmesine karşı hiçbir çözüm sunmuyor değil, ama hakikatin değer kaybetmesinin nedenini teknik yetersizliklerde gören bu bakış, çözümü de teknolojik yeniliklerle tartışmasız hakikatin ortaya konulmasında, hatta hakikate ulaşmak için teknolojiye dayalı ve kesin sonuçlar veren teknik yöntemlerin üretilmesinde görüyor.

Yalan haberlerin ya da sosyal medyada dolaşıma sokulan misenformasyon ve dezenformasyon amaçlı içeriklerin, belli bir teknik yöntem setiyle incelenmesi ve inceleme sonucunda bu içeriklerin “doğru” ya da “yanlış” olarak etiketlenmesini amaçlayan doğruluk kontrolü (fact-checking) faaliyeti de bu bağlamda değerlendirilebilir. Doğruluk kontrolü kuruluşları 2000’lerin başında kurulmaya başlamışsa da, asıl olarak yaygınlık kazanmaları ve evrensel hale gelmeleri tam da post-truth kavramının ortaya çıktığı yıllardır.

Doğruluk kontrolü yöntemi gazetecilik açısından birçok eleştiriyle karşılanmıştır. Örneğin Wall Street Journal, “politik alanın/tartışmanın çoğulcu yapısını ve taraflar arasındaki görüş farklılıklarını hesaba katan bir gazeteciliği, her beyanı yalanlar ve gerçekler olarak kategorize etmeye çalışan bir gazeteciliğe tercih ettiğini” açıklamıştır. Lee McIntyre, gerçeklerle saçmalıkları savunanların (mesela düz dünyacılar) aynı terazide ölçülmesinin, saçmalıkları savunanlara hak etmedikleri bir meşruluğu kazandıracağını savunmuş, bu duruma da ‘yanlış eşdeğerlik’ ismini vermiştir (Hakikat Sonrası, çev. Mehmet Fahrettin Biçici, Tellekt Yay., 2019, s. 81).

Bunun yanında bu yöntem, olayları bağlamlarından kopararak, sadece olayın doğruluğu ve yanlışlığı üzerinden değerlendirmesi nedeniyle de elverişsizdir. Örneğin, kadınların ezanı ıslıkladığının iddia edildiği 2019 8 Mart yürüyüşünde, AKP’nin kadın politikası, kadın cinayetleri, polisin neredeyse bütün eylemlere saldırması gibi bağlamlar değil, sadece “ıslıkladılar mı, ıslıklamadılar mı?” olayı konuşulmuş, bütün dikkat bunun üzerinde toplanmış ve net olarak gücü elinde bulunduran tarafın işine gelen bir tartışma yürütülmüştür.

Fact-checking siyaseti

Geldiğimiz noktada, bir post-truth çağ içerisinde yaşadığımızı söyleyemesek de, yalan-gerçek, doğru-yanlış ikiliğinin birçok alanda etkisini artırdığını kabul edebiliriz. Gazetecilik bu açıdan, olayların bağlamlarına oturtulması ve etraflıca açıklanmasından ziyade, olayların doğrulanması ve yanlışlanması faaliyetine sıkıştırılmak isteniyor.

Ama iş bununla kalmıyor, siyaset de git gide benzer bir çerçeve içinde var olmaya başlıyor. Siyaset gerçek hayattan sosyal medyaya taşındıkça, siyaset yapmanın anlamı da bir dönüşüme uğruyor. Burada gazetecilik ile siyaset arasındaki fark da gittikçe inceliyor.

Örneğin, son kar yağışlarında Ekrem İmamoğlu’nun balıkçıya gidip gitmediği tartışmalarına bakalım. AKP’li trollerin ve siyasetçilerin kar yağışının başlamasından itibaren başlattıkları kampanya, yine aynı isimler tarafından üretilen videolar, bütün tartışmaları bir yalan/gerçek ikiliğine hapsetti. İlk başlarda balıkçı iddiaları reddedilirken, sonrasında bunun kabul edilmesi, AKP’liler tarafında bir galibiyet coşkusu yarattı. Bu tantanada ne halkın gerçek mağduriyeti, ne belediyenin artı ve eksileri, ne kapanan yolların Ulaştırma Bakanlığı’na ve özel şirketlere ait olduğu, bu bağlamda özelleştirmenin kamu çıkarına aykırı doğası tartışılabildi.

AKP’liler büyük bir bağlam içerisinde birbirine bağlı olan ve kamu çıkarı için haberleştirilmesi ve tartışılması gereken onlarca önemli olayı tek bir “balıkçıya gitme” olayında düğümleyerek ve bunu doğru/yanlış ikiliğine hapsederek bir siyasi zafer kazandıkları algısını yaratabildiler.

Bu sadece bir olay, örnekleri çoğaltabiliriz. Ama şu ortada ki, olayların bağlamsız bir şekilde, yanlış eşdeğerlik yaratarak, yalan/doğru ikiliğinde ele alındığı ve sadece yalan olup olmadığının ortaya konmasıyla yetinildiği fact-checking siyaseti, siyasetten başka her şeye benziyor. Gerçek hayattaki gerçek siyasetten imtina edenlerin, bu fact-checking siyaseti alanında girdikleri her kavga ise güçlü tarafın, yani iktidarın, haklılığıyla, en olmadı daha meşru çıkmasıyla sonuçlanacak gibi görünüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Emre Tansu Keten Arşivi