FENERBAHÇE YOKSA…

“Her şerde bir hayır var” derler demesine de, peki bu salgın günlerinin de mi hayrı var?
Var var, bunda da bir hayır var.
Neredeyse her şeyden vazgeçebileceğimizi gördük;
Dev şirketlerdeki, muhteşem çalışma odalarımız, lüks masalarımız olmadan evde bir diz üstü bilgisayarla çalışabiliyormuşuz meğer. Plazasız da yaşanabilirmiş.
İtalyan takım elbiseler, ipek gömlekler, marka kravatlar olmadan, bir eşofman takımı ve spor ayakkabılarla da nefes alabiliyormuşuz. İçinde adam kaybolur gardıroplarımız, giyinme odalarımız olmasa da oluyormuş.
Her yıl daha büyüğünü, daha güçlüsünü, daha fiyakalısını almaya çalıştığımız otomobillerimiz meğerse sadece ve gerçekten bir araçmış. Pekala yürüyerek de gidebiliyormuşuz.
İş toplantılarımız meğer dizüstü bilgisayarlarımıza sığıyormuş, alışverişimizi internet üzerinden yapabiliyormuşuz. Okula gitmeden eğitim bile yalan değilmiş. Yahu bilgisayar ekranlarında toplaşıp rakı bile içebiliyormuşuz.
“Yaşam biçimimiz” dediğimiz, neredeyse kutsadığımız şeyin meğer çoğu gereklilik değil sadece alışkanlıkmış.
Gökdelenler, on şeritli otoyollar, her gün yenisi açılan avm’ler, bir ucundan diğerine yarım günde gidilen havalimanları, hıphızlı trenler, masamızın üzerinden taşıp odamızın her tarafına yayılan elektronik cihazlar… Hiçbiri ama hiçbiri olmasa da nefes alabiliyormuşuz, hala karnımız acıkıyor, uykumuz geliyor, ayağımızın altı kaşınıyor, o çok sevdiğimiz turp gaz yapıyor, çubuk turşusu rakıya güzel eşlik ediyor, zaman zaman münasebetsiz komşu canımızı sıkılabiliyor ama hemen arkasından yine kahkahalarla gülebiliyormuşuz.
Yağmayan kar, tutmayan buz için kaç ayakkabımız var, kaç su geçirmez montumuz? Yakında “su bulsak da geçirse montlarımız” diye dua edeceğiz, farkında değiliz.
“10 yıldır giyiyorum bu ayakkabıyı hiç bozulmadı, ne kadar iyiymiş” dedim geçen gün kendi kendime… Eee, yılda iki kere kar yağar ve sen de sadece iki kere giyersen, o ayakkabı 20 yılı da aşar, 30 yılı da. Eskirse dolap dibinde can sıkıntısından eskir.
Diyeceksiniz ki, “öyle bir anlatıyorsun ki, hayatımız yalanmış”.
Yok yok o kadar da değil…
Gönül rahatlığıyla insanoğlunun “vazgeçilmezleri de var” diyebiliriz.
Mesela üretmek…
Gördük ki insanoğlu ürettiği sürece var. Tarlasını ekip biçerse, buğdayını öğütüp karnını doyuracak ekmeğini yapabilirse var…
Tüm beyaz yakalılara, mühendislere, mimarlara, memurlara “gir kardeşim evine gir, kapan” dedik, “sen olmasan da hayat devam ediyor” ama çiftçiye “gözünü seveyim git tarlanı sür, tohumunu at” dedik “toprağa”.
Üreten eve kapanırsa açlık tüm virüslerden daha beter. Corona değil biz birbirimizi yeriz.
Mesela emekçiler vazgeçilmezimiz…
Sağlık emekçileri en başta geleni… Hemşiresi, doktoru, sağlık memuru… “Aman” dedik “kurbanınız olalım, siz eve falan gitmeyin, çoluk çocuğunuz kendilerine bakar siz bize bakın”
Sağlıkçıları alkışladık da diğer emekçileri atladık.
Mesela kuryeleri… Deli gibi verdiğimiz internet siparişlerini yetiştirmek için çılgınca kullandıkları bakımsız motorlarını karantina günlerinde akıllara seza uçuran kuryeleri… Söz, bundan sonra “trafiği katlediyorlar” diye hiç birine kızmayacağım, söylenmeyeceğim.
Mesela temizlikçiler, tamirciler, fabrika işçileri, hani o maskeleri, dezenfektanları üreten emekçiler…
Örnek çok. Üreten, var eden insandan vazgeçemeyeceğimizi anladık kısacası.
Tüketeni eve kapamak mümkün de üretene dokunmak insanlığa dokunmak gibi…
Vazgeçilmezlerimiz gibi önceliklerimiz de değişti.
Mesela artık fabrikalar “modern teknoloji ürünü, anında temizleyip göz açıp kapayana kadar kurutup, çaktırmadan ütüleyen” makine üretiyor mu diye meraklanmıyoruz? Virüse yakalanırsak bağlanacağımız entübe cihazı üretiyor mu diye kaygılanıyoruz.
Bu yıl otomotiv sektörünün kaç adet araç ürettiği değil kaygımız, “yahu” diyoruz “şu virüs testini hızla yapan cihazlardan üretseler ya”…
Çok şey öğreniyoruz, çoook… Tüm listelerimizi yeniliyoruz
Ama tek bir şeyin ne önceliği değişti, ne vazgeçilmezliği; Fenerbahçemiz.
Hatta şimdi daha da fazla vazgeçilmezimiz, önceliğimiz.
Hani ne demişti Büyük Usta İslam Çupi bir yazısında;
“Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. O’nun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz"
Tam da büyüklüklerimizi, değerlerimizi, önceliklerimizi yeniden değerlendirirken nasıl da uyuyor Çupi’nin söyledikleri…
Eğer Fenerbahçe’nin büyüklüğü bir maddi büyüklük olsaydı, sadece aldığı şampiyonluklar, kazandığı maçlar, attığı gollerle ölçülseydi büyüklüğü, bugün bambaşka gözlerle bakardık.
Nasıl bir kaç ay öncesi insanoğlu için bir başarı simgesi sayılan, uğruna mücadele verilen pek çok şey bugün “sırtımızda taşıdığımız bir yük” olarak görülüyorsa, sadece sayılara dayanan büyüklükler de o kadar önem taşıyabiliyor.
Yoğun bakımda boğazınızdan geçip ciğerlerinize oksijen taşıyan iki karışlık ince plastik bir boru, tüm petrol boru hatlarından çok daha değerli hale geliyorsa gerçek büyüklükler işte öyle plana çıkıyor.
Yokluğunda anlıyorsunuz kıymetini, değerini, kadrini… Şampiyon olmasa ne olur, beş hafta üst üste kaybetse ne olur? Öfkelensek, kızsak, kahretsek, yüzbin kere küssek, milyon kere barışsak ne olur? O bizim için ciğerlerimize nefes veren boru değil mi?
Ne diyordu büyük üstad;
"Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur”.
Sizce de bu satırlar Fenerbahçesiz karantina günlerini anlatmıyor mu?
Haftalardır Fenerbahçe yok, futbol yok, bolluk yok, insanlar yok, neredeyse hayat yok.
Bıraktık şampiyonlukları, finalleri, galibiyetleri, derbileri…
Antremanına razıyız
Özledik be hocam, fena özledik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Sezgin Arşivi