Galiba Bir Devrim Şart: ‘Babamı Kim Öldürdü’

Edouard Louis, bir üçlemenin son romanı olan Babamı Kim Öldürdü adlı eserinde, ırkçılık, sınıfsallık, homofobi, toksik erkeklik gibi olguları merkeze alırken, henüz romanın başlangıcında siyaset kurumunun ‘aslında’ ne olduğunu dile getiriyor. Edouard Louis’ye göre siyaset birleştirici değil ayrıştırıcı bir misyona sahiptir ve makul olanların refahını sağlamak üzere bir araya gelmiş bir örgütlenmedir.

Belki de romanı güçlü kılan bir özelliği de tek bir kişiyi suçlu ilan edip kenara çekilmemesidir. Nihayetinde ‘baba’ dediğimiz figür kurumsallaşmış bir iktidar yapısıdır ve anlatıcı dâhil toplumun her kademesine sirayet etmektedir.

İnsanın doğuştan gelen ve kendisine belli ölçülerde aidiyet sağlayan kimliklerinin, utanılacak bir yanı olmadığı gibi övünülecek bir tarafı da yoktur. Milliyetiyle, mezhebiyle, cinsiyetiyle tahakküm kurmayı hedefleyen veya kendisini toplumda ayrıcalıklı hisseden insan, şüphesiz başkaca hiçbir meziyete sahip olmayan, daha da acısı gelişime ihtiyaç duymayan bir canlı türüdür.

İnsanın sahip olabileceği ve aslında hiç de önemli olmayan bu özelliklerinden sanırım en sinsi olanı ‘erkeklik’ olgusudur. Toplumsal muhalefetin birçok alanında mücadele yürüten, siyasal iktidara karşı duran insanlarda dahi bu erkeklik halinin tezahürünü görebilmekteyiz. Sinsi bir aidiyettir çünkü doğrudan şiddete meyil etmese bile, diliyle, davranışıyla meclis içerisinde ‘doğuştan’ gelen avantajını sonuna kadar kullanmaktadır. Üstelik ne acıdır ki bu davranış, kırdığının, yaraladığının bile ayrımına varamadığını iddia ederek, suçu eril faillikte bularak kendisini öznesizleştirmektedir.

Kadın cinayetlerinin, tacizin, tecavüzün son bulmadığı, hatta giderek daha vahşice sonlara şahitlik ettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. İşin acı tarafı ise, şiddetten korunmaları için, kendilerini sakınmaları için hâlâ kadınlara ödev veriyor oluşumuzdur. Fakat biraz arşiv tarayınca göreceğiz ki, bahsettiğimiz eril şiddet aslında kadın davranışından bağımsız meydana gelmektedir.

Kadınlara nasıl giyinmeleri gerektiğini salık veren erk zihniyetin maalesef bir sınırı olmadığını da görüyoruz. Geçen gün izlediğim videoda bir din adamı, türban takan kadınların, türban takma şeklinden rahatsız olduğunu dile getiriyor ve onlara ‘adam gibi’ takmalarını söylüyordu. Adam gibi türban takmak ne demek acaba? Bu örnekle de göreceğimiz üzere sorun kimin kaçta nerede olduğu ya da ne giyindiği değil, sorun ‘erkeklik’ hali.

Peki, siyaset kurumu ne işe yarıyor? Siyasilerin eril dillerini örneklemeye kalksak sanırım sadece bu sayfa değil, gazetenin tümü yetmeyebilir. Lafı uzatmaya gerek yok; görünen o ki katilimiz cenazede bizden çok ağlıyor. Siyaset kurumu doğası itibariyle muhafazakâr bir örgütlenmedir ve var olanı korumak, değişime direnmek genetiğinde saklıdır. Üstelik bu özellik yalnızca iktidarı elinde tutan kuruma has değildir. Muhalefet eden siyaset kurumu da muhafazakârdır ve en büyük misyonu kitleleri sistem içerisinde tutmaktır.

Babamı Kim Öldürdü

Edouard Louis, bir üçlemenin son romanı olan Babamı Kim Öldürdü adlı eserinde, ırkçılık, sınıfsallık, homofobi, toksik erkeklik gibi olguları merkeze alırken, henüz romanın başlangıcında siyaset kurumunun ‘aslında’ ne olduğunu dile getiriyor.

Siyaseti, canlıların başka canlılar tarafından yönetilmesi ve seçmemiş oldukları bir topluluk içinde yaşayan bireylerin varlığı olarak tanımlayacak olursak, demek ki siyaset korunan, teşvik gören, desteklenen toplumları, ölüme, işkenceye, cinayete maruz bırakılan toplumlardan ayıran şeydir (s.13)

Edouard Louis’ye göre siyaset birleştirici değil ayrıştırıcı bir misyona sahiptir ve makul olanların refahını sağlamak üzere bir araya gelmiş bir örgütlenmedir. Teşvik gören ve desteklenen toplumlar tanımının içerisine birçok aidiyeti sığdırabiliriz.

Louis, henüz yirmi sekiz yaşında, işçi bir ailenin çocuğu, felsefe eğitimi almış gencecik bir Fransız yazar. Eserlerinde otobiyografik olgulardan yola çıkarak, okurlarına sarsıcı bir Fransa izleği sunmakta. Belki de onu çağdaşlarından ayıran en belirgin özelliği, sorunları dile getirmesinin yanı sıra okurlarını eylemliliğe davet etmesidir.

Babamı Kim Öldürdü, yazar-anlatıcının babasını ziyaretiyle başlamakta. Baba, geçirdiği bir iş kazası sonucu yatağa mahkûm kalmış ve hayatını bir makinenin yardımıyla sürdürmektedir. Romanın kurgusu, anlatıcının geriye dönük hatıralarını anımsaması ve bunları babasına monolog şeklinde anlatmasıyla sürmektedir.

Bütün çocukluğu, babasının evde olmadığını ümit etmekle geçmiştir. Okuldan eve döndüğünde, babasının arabasının evin önünde olmadığını görünce mutlu olmaktadır. Anlatıcıya göre, onsuz geçen her akşam yemeği ve ertesi sabaha kadarki zaman dilimi mutluluk sebebidir. Annesine nasıl tanıştıklarını sorduğunda dahi, bu hali annesinin ‘boyun eğmesi’ olarak tanımlamaktadır.

Erkeklik Tornasından Geçmiş Bir Baba

Roman her ne kadar anlatıcının monologlarıyla sürse de, çocukluk hatıralarıyla gelişse de esasen baba figürünün romanıdır. Şimdilerde yatağa mahkûm olan baba, bir başka babanın erkeklik tornasından geçmiştir. Onun da babası bir fabrikada işçidir ve alkol problemi vardır. Sık sık annesine şiddet uygulayan bu baba, nihayetinde henüz beş yaşındayken onları terk etmiştir.

Anlatıcı, babasını hiçbir zaman kendi çabasıyla tanıyamamıştır. Babası hakkındaki tüm bilgileri etrafındaki insanlardan, çoğunlukla annesinden dinlemiştir. Ulusal Cephe’ye oy veren, homofobik bu adam çocukluğunda ve gençliğinde başka bir adamdır esasen. Annesi ondan nasıl etkilendiğini anlatırken, parfüm kullandığından bahseder örneğin. O zamanlar parfüm kullanmanın erkekler arasında kadınsı bir davranış olduğunu da söyler. Üstelik baba, gençliğinde çok güzel dans etmektedir. Hatta çok eski bir fotoğrafta onu kadın kılığında, makyajlı görecektir.

Bu haliyle baba şüphesiz ki bir erkeklik tornasından geçmiş görünmektedir. Oğluyla konuşurken, sık sık ‘adam olmak’, ‘karı gibi davranmamak’ ifadelerini kullanmaktadır. Hatta belli bir yaştan sonra okula devam etmek bile erkekliğe sığacak bir davranış değildir. Edouard Louis’nin ailesinde üniversiteye giden ilk kişi olduğunu belirtmek gerekir.

Anlatıcıya göre babasını yoksulluğa iten en büyük sebep, sürekli bu erkek olma çabasıdır. Bu uğurda eğitimi reddeden baba, her daim kendi zorlu geçen hayatını anlatırken bunun kendi seçimi olduğunu ifade etmektedir. Aslında bir nevi başarısızlığını ve eğitimsizliğini perdelemek istemektedir. Öyle ki, anlatıcı okulda duyduğu ‘Berlin Duvarı’nı babasına sorduğunda yarım yamalak cevap verecek ve oğlunun ısrarlı soruları karşısında bilgisizliğinin deşifre edildiğini görecek ve saldırganlaşacaktır.

Louis’nin romanı, baba nefretini anlatan bir roman değildir. Aksine onu anlamaya çalışmaktadır. Onun bu toksik erkeklik halini, toplumun baskısıyla kazandığını sık sık hissettirir okuyucuya. Belki de romanı güçlü kılan bir özelliği de tek bir kişiyi suçlu ilan edip kenara çekilmemesidir. Nihayetinde ‘baba’ dediğimiz figür kurumsallaşmış bir iktidar yapısıdır ve anlatıcı dâhil toplumun her kademesine sirayet etmektedir.

Örneğin anne figürü, çaresizce olayları izleyen kötülükten ve erkeklikten azade bir yapı olarak tasvir edilmemektedir. Romanın bir bölümünden anlatıcıya, yani oğluna; “sen niye böylesin? Neden hep kız gibi giyiniyorsun?” diye sormaktadır. Louis, anne figürünü babaya ‘boyun eğen’, ona maruz kalan bir yapı içerisinde sunsa da, içindeki erilliği bu şekilde ifşa etmektedir.

Anlatıcı kendisinin de masum olmadığını söylemektedir. Üvey abisine gizli gizli para veren annesini bir defasında babasına şikâyet edecektir. Bunu yaparken elbette annesinden intikam almak istemektedir.

Siyasetin Figürleri

Romanın son bölümlerde Louis, oldukça sert bir biçimde, hatta hesap sorarak günlük siyasetin konularına değinir. Fransa hükümetlerinin, işçileri ve yoksul insanları zor durumda bırakan kararlarını sorgulamaktadır. Sarkozy’nin, Macron’un ve daha birçok siyasetçinin isimlerini de vererek, birçok insanı ölüme sürüklediğini söyler. Hâlâ hayatta olan babasını aslında yaşayan bir ölüye bu sistemin getirdiğini söylemektedir.

Baba, iş kazası geçirmiştir ve hükümet politikaları onu ‘yancı’ olarak görmekte, çalışmaya zorlamaktadır. Babamı Kim Öldürdü sorusu bu noktada netlik kazanmaktadır.

Hayatı boyunca sağ partileri desteklemiş ve Fransa’nın en büyük sorununun yabancılar ve eşcinseller olduğunu dile getirmiş ‘baba’, artık ırkçılığı eleştiriyor ve oğluna, ona sevdiği adamdan bahsetmesini istiyordur.

İktidar yıllarca sömürdüğü bedeni tahakküm altında tutmak için, erkeklik, milliyetçilik ve muhafazakârlık pompalamıştır. Fakat bedenle işi bittiği ölçüde onu bir asalak olarak görmeye başlamıştır.

Louis’nin, intikam alan, hesap soran bu kısa metnini okurken, satır aralarında, “sosyoloji bir dövüş sporudur” diyen Bourdieu’yu görebilmekteyiz. İktidarın uysal bedenler yaratırken, onları nasıl tahakküm altına alabileceğini bize söyleyen Foucault’yu da.

Bu genç yazarı ve eserini bize kazandıran Can Sanat Yayınları’na ve çevirmeni Ayberk Erkay’a teşekkürlerimizi sunarken, son sözü ‘ölen’ babaya bırakalım;

“Haklısınız, galiba bir devrim şart.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sinan Tepe Arşivi