GELECEĞİN POGROMLARINI TASARLA(MA)MAK

Son Güncellenme Tarihi: Eylül 20, 2020 / 15:13

Seneler içinde oluşan bunca sosyal mesafeye, karşılıklı gettolaşmaya ve önyargılara bakıp acı acı tebessüm etmemize yol açan şey Suriyelilerin burada, bizimle kalacaklarının artık çoktan kabullenilmiş olmasıdır. Çünkü toplumumuzun yaklaşık % 80’i Suriyelilerin ülkelerine hiç geri dönmeyeceğini düşünüyor aslında. Zaten Suriyeli göçmenlerin de % 51,8’i kesinlikle ülkelerine dönmeyeceklerini ifade ediyorlar.

Geçtiğimiz haftalarda, Temmuz ayında Suriye’li genç bir göçmenin, Hasan Acan’ın Bursa’da bir pazar yerinde öldürülüşüne dair bir yazı yazmıştım. Orada özellikle vurgulamaya çalıştığım şey, göçmen karşıtlığının belli kalıplara bağlı olarak kamusal söylemin üretim araçları tarafından tedavüle sokulmakta olduğuydu. Bu yalnızca bizim ülkemize has bir durum değil elbette. Batı’da son 4-5 yıl içinde iyice ayyuka çıkan yabancı düşmanlığı retoriği de toplumun kılcal damarlarında, yaşam deneyiminin arterlerinde veya kültürün karmaşık ve akışkan yapısına uygun biçimde şekillenmiyor aslında. Tabii ki bu düşmanlık, gerçek hayatın hay huyu ve doğal çıktılarının yarattığı belirsizliklerden besleniyor ama bu sonuçları belli bir kalıba sokma işini toplumun kendisi yapmıyor. Muktedirin çıkarlarını toplumun çıkarları gibi gösterebilmenin müthiş hileli mekanizmaları sayesinde bizzat yaşadığımız şeyleri adeta başkalarının gözünden görmeye alışıyoruz, bunları hiç olmayacak biçimde anlamlandırmaya başlıyoruz -ki en sonunda, insan olarak bize hiç yakışmayan şeyler söyleyebilecek, yapabilecek hale gelebiliyoruz. Bu anlamda, aslında korkunç bir söylem baskısı altında kaldığımızı ve gerçekte ne yaşadığımızı neredeyse unutmakta olduğumuzu söyleyebiliriz. Doğal kabul edebileceğimiz kaygılarımızın, tedirginliklerimizin neden nefrete ve nihayetinde yer yer şiddete evirildiğini bu bağlam içinde tartışabiliriz sanırım. Sonuçta, göçmenlere bakış açımızın kontörlerini çizen kurumlar, ideolojik yapılar, çeşitli çıkar ilişkileriyle birbirlerine bağlanmış toplumsal aktörler bizi sürekli yanlış şeylere inandırarak ve bilhassa bilinçleri çarpıtarak toplumsal uyumun ve barış olanaklarının altını tehlikeli bir biçimde oymaya devam ediyorlar. Bahsettiğim yazıda şunu söylemiştim: “Ekonomik, kültürel ve toplumsal tedirginliklerle fokur fokur kaynayan bir yapının gazını alalım diye göçmenlerin varlığını tarif ederken misafir veya geçici gibi kavramlara başvurmak doğru değildir, çünkü bu kesinlikle gerçeği yansıtmaz.”

UMUTSUZCA OY PEŞİNDE

Bu satırların yazıldığı günden bugüne değin, çok değil birkaç ay içinde, özellikle duyarlı olduğum bu mesele hakkında okuduklarım, gördüklerim, işittiklerim salgının yarattığı sis perdesinin gerisinde nefretin sinsice büyümekte olduğunu anlatıyor bize. Cinayetler, linç girişimleri sürgit devam ediyor. Fakat, asıl mesele bu gelişmeleri besleyen gerçek dışı önermelerin kurumsal hafızalar üzerinden her fırsatta topluma dikte edilmesi. Özellikle muhalefet kanadında, Suriyeli göçmenlerin ülkedeki yoğun ve kontrolsüz varlığına ilişkin toplumsal, kültürel ve ekonomik kaygıların kitlesel oy devşirme sonucu yaratacağına dair siyasal bir inanç yerleşmiş durumda sanki. Örneğin, muhalefet kanadından bir politikacı sürekli olarak, ülkemizdeki Suriyeli nüfusunun kalıcı bir toplumsallığa evirilmekte olduğunu söyleyenlere ateş püskürüyor ve bu tespitin sanki bilinçli bir kötücüllük olarak piyasaya sürülmekte olduğunu iddia ediyor. Oysa bilimsel araştırmalara dayanan bu tespiti yapanların niyeti kalıcı ve sürdürülebilir uyum politikalarının oluşturulması için kanun yapıcıların dikkatini çekmek. Toplumun, durumun tarihsel gerçekliğiyle bir an önce yüzleşmesi ve zamanı buna göre bükmesi gerekiyor. Aksi halde kendimize yakışmayan eylemlerin müsebbibi olarak bu tarihin önünde tüm toplum olarak mahkum edilme riskiyle karşı karşıya kalabiliriz.

BAROMETRE ALARM VERİYOR

Peki bu tarihsel gerçekliğin toplumsal durumu nedir? Meseleye bilimsel açıdan bakacak olursak daha net yargılara varabiliriz. Temmuz ayında Prof. Dr. M. Murat Erdoğan tarafından yayınlanan “Suriyeliler Barometresi 2019. Suriyelilerle Uyum İçinde Yaşamın Çerçevesi” başlıklı kapsamlı rapor konu hakkında çok net bir resim koyuyor önümüze. Bu raporun gösterdiği en önemli olgulardan birisi, toplumumuzda Suriyeli göçmenlerden kaynaklanan tedirginliklerin yıllar içinde belirgin bir biçimde arttığı, bununla birlikte Suriyelilerin Türkiye’deki varlığının büyük ölçüde kabullenilmiş olduğudur. Prof. Erdoğan bu durumu; ‘yüksek ama kırılgan toplumsal kabul’ şeklinde formüle ediyor. Araştırma sonuçlarına göre Türk toplumu başta ekonomik problemler olmak üzere, Suriyelilerin varlığının, sosyo-kültürel yapının bozulması, kamu hizmetlerinin azalması ve niteliğinin bozulması, çeşitli suçların artması ve göçmenlerin Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olabilecek etkinliğe ulaşması gibi sonuçlar üretebileceğinden kaygı duymaktalar. Buna ek olarak, toplumumuzun Suriyelilere bakışındaki olumsuzluk araştırtma sonuçlarına net bir biçimde yansımakta. Katılımcıların yarıdan fazlası göçmenleri ‘pasaklı/pis’, ‘güvenilmez/tehlikeli’, ‘kaba’, ‘tembel’, ‘mesafeli’ veya ‘kötü’ şeklinde nitelendiriyor. Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak katılımcıların % 86’sı bir Suriyeli ile evlenmeye kesinlikle yanaşmayacağını, % 75,3’ü ortak iş yapmayacağını, % 70,5’i Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalleye yerleşmeyeceğini, % 52’si ise çocuğunun okulunda Suriyeli çocukların eğitim görmesinden rahatsız olacağını söylüyor.

SÖYLEMİN GÜCÜ

Bununla birlikte, karşımıza çıkan bu olumsuz tabloyu besleyen somut toplumsal deneyimlerin; bir başka deyişle, araştırma sonuçlarının yansıttığı tedirginliklerin gerçek hayatla ilişkisini kuran gerekçelerin neler olabileceğini sorguladığımızda karşımıza çelişkili bir tablo çıkıyor. Araştırmaya göre katılımcıların % 61,5’i bugüne değin herhangi bir Suriyeli ile sohbet dahi etmediğini söylüyor, %87,3’ü iş ilişkisi kurmamış, %79,9’u ise Suriyelilerle alışveriş etmemiş. Bir Suriyeli ile dostluk kuranların oranı sadece % 12,1, sorun yaşayanlarınki ise % 12,9. Suriyelilerin varlığından çeşitli düzeylerde ve gerekçelerle tedirginlik duyan toplumumuzun göçmenlerden somut bir zarar görüp görmediği sorulduğunda ortaya çıkan sonuçlar da oldukça çarpıcı. ‘Suriyelilerden bizzat bir zarar gördünüz mü’ sorusuna katılımcıların % 86’sı hayır cevabını vermiş; ‘ailesinde zarar gören olup olmadığı’ sorusuna hayır diyenlerin oranı ise % 91. Fakat iş, ‘çevrenizde zarar gören birisi var mı’ sorusuna gelince evet oranı dramatik bir biçimde artıyor ve %34,7’ye yükseliyor. Bu durum bizzat deneyimin değil, duyumların ve ortalıkta dolaşan hikâyelerin kanaatlerle tutumların oluşmasında ne denli etkili olduğunu bize gösteren önemli bir örnek. Göçmenlerle sosyal ilişkilerin bu denli zayıf olduğu, toplumsal etkileşimin neredeyse hiç gerçekleşmediği bir ortamda böylesine olumsuz bir tablonun ortaya çıkması, yazının girişinde vurgulamaya çalıştığım gibi, söylemin gücü veya baskısı ile açıklanabilir. Neredeyse hiç tanımadığımız, temas etmediğimiz, toplumsal veya kültürel ilişkiler kurmaktan kaçındığımız bir toplum hakkında bu olumsuz fikirleri nasıl ediniyoruz, nasıl şiddete kadar varan tutum ve davranışlar sergileyebiliyoruz? Bu soruya yanıt ararken, tedirginliklerimizi, kaygılarımızı, korkularımızı kaşıyan, bizi, ötekine karşı sürekli istim üstünde tutan, maniple eden toplumsal mekanizmaların, yapıların, kurumların gücünü ve etkisini sanırım göz ardı edemeyiz.

GERİ DÖNMEYECEKLER!

Bütün bunlardan da öte, meselenin özünü anlatan rakamlar ve aciliyet dayatan sonuçlar başka. Seneler içinde oluşan bunca sosyal mesafeye, karşılıklı gettolaşmaya ve önyargılara bakıp acı acı tebessüm etmemize yol açan şey Suriyelilerin burada, bizimle kalacaklarının artık çoktan kabullenilmiş olmasıdır. Çünkü toplumumuzun yaklaşık % 80’i Suriyelilerin ülkelerine hiç geri dönmeyeceğini düşünüyor aslında. Zaten Suriyeli göçmenlerin de % 51,8’i hiç bir şekilde ülkelerine dönmeyeceklerini ifade ediyorlar. Tarihin önümüze koyduğu bu gerçekliği dile getirmenin hiçbir kötücül tarafı olduğunu sanmıyorum. Aslolan, geleceği kaçınılmaz şekilde birlikte kat edeceği anlaşılan iki toplum arasında şimdiden oluşmuş bulunan mesafeyi nasıl kapatabiliriz onun hesabını yapmaktır. Bu durumda muhalefete düşen geleceğin olası pogromlarını şimdiden planlamak ve bir ulusu öte vakitlerde töhmet altında bırakacak çılgınlıklara girişmek değil devleti yönetenleri bu konuda acil çözüm üretmeye ve toplumsal uyumun koşullarını yaratacak politika önerileri geliştirmeye zorlamaktır.

Ara Özet

“Suriyeliler Barometresi 2019. Suriyelilerle Uyum İçinde Yaşamın Çerçevesi” başlıklı kapsamlı rapor Suriyeliler hakkında çok net bir resim koyuyor önümüze. Bu raporun gösterdiği en önemli olgulardan birisi, toplumumuzda Suriyeli göçmenlerden kaynaklanan tedirginliklerin yıllar içinde belirgin bir biçimde arttığı, bununla birlikte Suriyelilerin Türkiye’deki varlığının büyük ölçüde kabullenilmiş olduğudur. Prof. Erdoğan bu durumu; ‘yüksek ama kırılgan toplumsal kabul’ şeklinde formüle ediyor.

Serhat Güney

Tokat’ta doğdu. İlkokulu Tokat’ta, ortaokulu ve liseyi Sivas’ta bitirdi. Bir süre İTÜ Mühendislik Fakültesi’nde Gemi Mühendisliği Bölümüne devam ettikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi ve 2000 yılında burada lisans eğitimini tamamladı. 2004 yılında Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisans eğitimini tamamlayan Güney, 2007 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorasını tamamlayarak “Doktor” unvanını aldı. 2012-2015 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Güney, 2015 yılında “Doçent Doktor”, 2017 yılında da “Profesör Doktor” unvanını aldı. Serhat Güney, hâlen Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak “Elektronik Yayıncılık Tarihi”, “Alternatif Yayıncılık” ve “Kültürel İncelemeler” sahalarındaki akademik çalışmalarına devam etmektedir.

2000 yılında Varlık dergisi tarafından düzenlenen Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Yarışması’nda öykü dosyası dikkate değer bulunan Serhat Güney’in İlk kitabı Gezinti, 2006 senesinde yayımlandı. Serhat Güney, 2013 yılında yayımlanan ilk romanı Size Genç Şair Diyenin…’de 12 Eylül darbesinin şekillendirdiği bir eğitim sisteminde, farklı dünyalardan gelip buluştukları baskıcı bir yatılı okulda bir yandan birbirleriyle sürekli çatışan, öte yandan birbirlerine dayanarak hayatta kalmaya çalışan iki gencin hikâyesini merkeze alır. Farklı üslubu, tekniği ve anlatım tarzıyla dikkat çeken Güney, bu romanında bir yandan kendini sürekli reddeden, diğer yandan ise kendisiyle sürekli çelişen hayatlar yaşayan modern insan tipinin iç dünyasını ortaya çıkarmayı amaçlar.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top