Göçmenler sığınmacılar ve Türkiye’yi bekleyen asıl büyük tehlike

Son Güncellenme Tarihi: Temmuz 25, 2021 / 14:19

Aklınızdan ilk olarak bu tehlikenin sığınmacılardan gelebileceği yönünde bir düşünce geçti mi? O halde tam da yazının sonunda bahsedeceğim asıl tehlikenin ne kadar da yakın olabileceğini bir düşünün. Hayır, hayır… Yakın gelecekteki olası tehlike sığınmacılardan değil; bizzat bizim içimizden gelebilir. Eğer gereken adımları atmazsak.

Bana göre, sana göre, size göresi yok. Ortada net bir gerçeklik var ve bu konu Türkiye’nin en önemli ve öncelikli konusu. Yani Türkiye’deki göçmen ve sığınmacılar meselesi. Bu nedenle konuya ulusal ve uluslararası belgeler eşliğinde insan hakları çerçevesinden ve siyasal pencereden bakmak durumundayız.
KİM GÖÇMEN KİM MÜLTECİ KİM SIĞINMACI?
Türkiye’de göçmen, mülteci ve sığınmacı kavramları çok yanlış kullanılıyor. Bu üç kavramın hepsi ayrı ayrı tanımlamalara ve hukuki statülere sahip. Göçmen, kendi isteğiyle yer değiştirenlere söylenir. Başka bir ülkeye politik ya da güvenlik nedeniyle başvuru yapıp iltica edenlere mülteci denir. Savaş ve terör gibi durumlardan kaçanlara ise sığınmacı denir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli, Afgan, Iraklı ve İranlıların tamamına yakının statüsü geçici sığınmacıdır. Ayrıca Türkiye Ortadoğu ve Asya’dan mülteci almıyor. Türkiye sadece Avrupa’dan ‘geçici mülteci’ statüsünde mülteci alıyor. Şu anda Dünya’da en çok sığınmacının bulunduğu ülke açık ara farkla Türkiye.
Türkiye’de 6 milyona yakın sığınmacı ve göçmen bulunuyor. Bunların yüzde 70’i kadınlar ve çocuklardan oluşuyor. 4 milyona yaklaşan Suriyeliler ülkedeki en yoğun sığınmacı grubunu oluşturuyor.
DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR
Türkiye’de bu kadar çok sığınmacının olması sonrasında çok büyük bilgi kirlilikleri meydana geldi. Türkiye, bilerek yalan söyleyen sığınmacı karşıtları ve ırkçı gruplar nedeniyle yanlış bilgilendirildi. Bunun sonucunda da toplumun çok ciddi bir kısmı Suriyelilerin devletten maaş aldığına, istedikleri yerlerde işyeri açabildiklerine, vergi vermediklerine, kamuda sınavsız işe ve üniversiteye girdiklerine, araç muayene ücreti ödemediklerine, elektrik, su faturası vermediklerine inanıyor. Bu da sığınmacıların nefret objesi haline getirilmesine neden olan faktörlerden bazıları. Oysa Suriyeliler devletten maaş almıyor. AB tarafından finanse edilen bir havuzdan 155 lira tutarında bir destek alıyorlar. Üniversiteye sınavsız girme hakları yok. Araç muayene ücreti ödemek zorundalar. İşyeri açanlar vergi vermek durumunda. Su ve elektrik faturası veriyorlar. Kamuya da sınavsız memur olabildikleri ise tıpkı diğerleri gibi yanlış bilgi.
PEKİ GELENLER KİM
ve KİM HAKLI?
Gelen sığınmacıların büyük kısmının kadın ve çocuklardan oluştuğunu söylemiştik. Yani gelenlerin büyük kısmı zaten mağdur. Burada kritik olan şu: Sığınmacıların bazılarının geldikleri ülkelerde bir suça karışıp karışmadıkları, yani kriminal biri olup olmadıkları bilinmiyor. Suriye’de savaş esnasında masumları katledenler orada yargılanmamak için gelen sığınmacıların arasına karışmıştı. Bu daha sonra ortaya çıkmıştı. Bu nedenle gelenlerin kim olduklarını sosyal medyada ya da sesli olarak soran kişileri salt bu nedenle ırkçılıkla suçlamak hatalıdır. Yine aynı şekilde sığınmacıların haklarını savunan vatandaşları da ‘ülke düşmanı’ ya da ‘Batının uşağı’ olarak yaftalamak da aynı şekilde büyük bir hatadır. Türkiye’de yaşayan herkesin kendi güvenliğiyle ilgili soruları sorması hakkıdır. Bu nedenle yaşananların tam şeffaflıkla paylaşılması çok önemli.
AVRUPA’NIN TARİHSEL İKİYÜZLÜLÜĞÜ
Almanya Başbakanı ve AB’nin ‘patronu’ Angela Merkel açık şekilde sığınmacıların tamamının Türkiye’de kalması gerektiğini ve Türkiye’nin AB’ye giremeyeceğini söyledi. Buna karşılık da bazı yardımlarda bulunabileceklerini beyan etti. Oysa bu ve benzeri Avrupalı liderlerin açıklamaları bizzat Avrupa Birliği’nin varlık nedenine aykırı. Avrupa Birliği, sığınmacılar konusunda tarihsel bir ikiyüzlülük içerisinde. Türkiye’nin bir sığınmacı üssü, bir tampon bölge olmasını istiyorlar. Bunun karşılığında da ülkede yaşanacak insan hakları ihlalleri ve otoriterleşme görmezden gelinecek. Tam bir fırsatçı ‘kazan kazan’ pazarlığı.
Oysa Avrupa Birliği ideali insan hakları, demokrasi ve özgürlükler üzerine kuruluydu. Bu açıklamalarla birlikte bu değer ve hedeflerden şu anda vazgeçildiği görülüyor. Peki insan haklarını, demokrasiyi ve özgürlükleri çıkartırsanız AB’den geriye ne kalır? Bir arada yaşamak için kullanılacak tutkallar ne olacak? Bütün bunlar baskıcı ve sağ politikalara yol vermek anlamına geliyor. Türkiye insanını bu sorunla baş başa bırakmak demek; milyonlarca sığınmacıyı da mağduriyet havuzuna itmek anlamına geliyor. Sığınmacıların sayısı göz önüne alındığında Türkiye’nin ne nüfusu ne de bütçesinin bunu kaldıramayacağı aşikar.
Türkiye’de de bu durum kullanılacak. Avrupa’nın olası ihlallerle ya da baskıyla ilgili bir açıklaması sonrası iktidar da masaya elindeki sığınmacı kartını koyacak. Oysa sığınmacı problemi salt bir ülkenin değil; başta bölge ve tüm dünyanın konusudur. Zaten bizzat AB’nin başını çektiği sözleşmeler de bunun altını açık biçimde çiziyor.
ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER NE DİYOR?
Birleşmiş̧ Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin Birleşmiş Milletler bünyesindeki birçok sözleşme ve bildirgeyi şekillendirdiğini belirtmek gerekiyor. Söz konusu Beyanname’nin 14. Maddesi’nde “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.” ifadesi yer alır. (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Türkiye’de 6 Nisan 1949 tarihinde kabul edilmiştir.)
Mültecilerle ilgili en önemli uluslararası belge, Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi’dir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1950 yılında kabul edilen, 28 Temmuz 1951 tarihinde imza

lanan ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe giren Sözleşme’yi, Türkiye 29 Ağustos 1961 tarihinde, 359 sayılı kanunla onaylamıştır.
Diğer bir önemli uluslararası belge de Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1967 Protokolü’dür. Bu bağlama, 1967 Protokolü’yle birlikte mülteci konusu evrensel bir belgeye kavuşmuştur. Türkiye, 1967 Protokolü’nü 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi sınırlandırmayı koruyarak, bir başka ifadeyle coğrafi çekince şartıyla 1 Temmuz 1968’de onayladı.
Yine aynı şekilde mültecilere ilişkin Cartagena Bildirisi ve Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi de bulunmaktadır. Ancak, belirtmek gerekir ki, bu belgelerin dışında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi birçok uluslararası anlaşma ve sözleşme de mülteci ve sığınmacılara ilişkin koruyucu maddeler içermektedir.
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda düzenlenen bu statüler ve ilgili sözleşmeler incelendiğinde Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli ve diğer insanlar için kullanılan mülteci ifadesi yanlıştır. Gerek Türkiye tarafından Cenevre Sözleşmesine konulan coğrafi kısıtlama, gerekse YUKK (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu) dikkate alındığında Suriye’de meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınanların mülteci olarak kabul edilmesi zaten mümkün değil.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
Özellikle milliyetçi muhafazakâr seçmenin yoğun olduğu bölgelerde Afgan ve Suriyeli işçiler çok düşük ücretlere çalıştırılıyor. Yaşananlardan gayet memnunlar ancak bu sığınmacıları çalıştıranlar onları asla sosyal hayatta görmek istemiyor. Komşu ya da arkadaş olmayı reddediyor.
Ve aynı ‘vatan millet sevgisiyle dolu işverenler’ Türklerin iş beğenmediğini bu ucuz iş gücü sayesinde gerine gerine ifade edebiliyor.
Başkent Ankara’da bile Ezidi kızların internetten satıldığı, bir polis operasyonuyla ortaya çıktı. Kızları satanların ve alanların içerisinde Türk vatandaşları var. İstanbul’da bazı sığınmacı kızlar yaşlarına göre ayrılarak derin internette fuhuşa zorlanıyor ve satılıyor. Organ mafyası ‘nasıl olsa soran eden olmaz’ diye sığınmacıların canına bela olmuş durumda.
Geçen sene benim tanıdığım bir sığınmacı genç Ankara Siteler’de günde 20 liraya 12 saat çalıştırıldığını, içeride 4 aylık alacağının kaldığını ve bunu almak için gittiğinde darp edildiğini anlatmıştı. Tabi ki sigorta ve yol ücreti yoktu. Ona rağmen bildiğiniz köle niyetine bazı işletmeler bu insanları kullanıyor.
İstanbul’da bir grup Suriyelinin Türk Bayrağı yaktığı iddiası sosyal medyada dolaştırıldı. Bazı haber siteleri bunun üzerine atladı ve manşetlerinden bu yalanı paylaştılar. Ahali toplandı o mahallede ne kadar Suriyeli varsa dövdü. O Suriyeliler başka mahallere taşınmak zorunda kaldı. Oysa bayrak yakılmamıştı. Birkaç ırkçının uydurmasıydı.
Sakarya’da hamile bir Suriyeliye iki kişi tecavüz etti. Tecavüzcüler; bebek, anne ve yanındaki çocuğu öldürdü. Bir fabrikada çalışan baba Suriye’ye döndü. Yaşananlar tam bir korku filmiydi.
Bu örnekler çok fazla. Fakat ötekileştirme ve ayrımcılık dilinden cesaret alanlar şiddeti meşru görmeye başlıyor. Kullanılan dil işte bu kadar önemli. Şunun ayrımını çok net çizmemiz gerekiyor; Suriye politikasındaki büyük yanlışlar, bu nedenle gelen sığınmacılara eziyet etme hakkını kimseye vermiyor. İkisi çok başka konular çünkü.
Suriyeliler başta olmak üzere sığınmacılar; yetkili birimler tarafından geçici barınma merkezlerinde kalanlar için eğitim, sağlık hizmetleri verilmesine karşın dışarıda kalanlar kendi başının çaresine bakmaktadır. Durum budur.
ATILMASI GEREKEN ACİL ADIMLAR
Öncelikle durumu kabul etmek işin başlangıç kısmı. İçinde bulunduğumuz durum bizler için zor ancak sığınmacılar için çok daha zor. Bunun empatisini yapmak hepimizin atması gereken ilk adımlardan birisi.
Türkiye’nin dış politikasının değiştirilerek bölge ülkeleri ve sığınmacıların geldiği ülkelerle ilişki kurulması ve uluslararası denetimle geri dönmek isteyenlerin güvenliğinin sağlanması lazım. Bu yapılsa bile ülkemizde bulunan sığınmacıların önemli bir bölümü Türkiye’de kalacak! Yani konuya gerçekçi yaklaşılması ve gelenlerin önemli bir kısmının bir daha dönmeyeceğini bilmek; atılması gerekli acil adımlar açısından bize alan ve düşünce açabilir.
Entegrasyon politikalarına hemen başlamak lazım. Ancak bundan da hemen sonuç alınamayacak. Bazıları hiç entegre olamayacak. Bu politikayı benimsesek dahi, doğrudan bu insanların entegre olacağı anlamına gelmiyor. Bu yükün de mutlaka Batı devletleri ve AB ile paylaşılması gerekiyor. Bu da dış politikanın içimizde yaşanan gerçekler üzerine inşa edilmesi demek.
Toplumun öfkesini de iyi anlamak gerekiyor. Vatandaşların öfkesini eleştiren birtakım liberaller, halkın her gün bu sorunlar yumağıyla yüzleştiğini unutmamalı. Korumalı sitelerde oturup, hiçbir sığınmacıyla karşılaşmayanların, vatandaşı ırkçılıkla suçlaması da açık biçimde kolaycılıktır.
İleride gettolaşma, mahalleleşme ve hatta çeteleşme de olacak! Bu sadece bizde olan bir sonuç değil. Avrupa ve ABD’de de var. Burada bakmamız gereken durum; mahallelerin tehlikeli olup olmayacağı. Yani bugün vereceğimiz kararlar ve alınacak ciddi önlemler gelecekte bu konunun bizler için tehlike olup olmayacağını belirleyecek.
Sığınmacıların açlık, yoksulluk, korku ve baskıyla uğraştıklarını asla unutmamalıyız. Bahsi geçen entegrasyona mutlaka dil kursları ve eğitimle başlamak gerekiyor. Daha sonra da denetimli ve sağlıklı bir istihdam politikası için mesleki eğitimler gerekiyor.
Avrupa Birliği’yle yapılmış olan geri kabul anlaşması derhal kaldırılmalıdır. İkiyüzlü politikaları tüm dünyada teşhir edilmelidir. Geri gitmek isteyen sığınmacılar için ortak bir kaynak mutlaka yaratılmalıdır. Gelenlerin arasında adi suça karışmış olanların tespiti için gereken adımlar şeffaf biçimde atılmalı. Bu kişiler bekletilmeksizin geri gönderilmeli.
Türkiye’nin gelecekte Ortadoğu bataklığı mı yoksa modern, laik, eşit, demokratik bir ülke olarak sığınmacıları entegre etmiş bir ülke mi olacağının kararı bugün atacağımız adımlara ve profesyonel siyasete bağlı. İki tarafı keskin bıçak olan bu konuda ülke olarak bir karar vermemiz gerekiyor.
GELECEKTE BİZİ BEKLEYEN BÜYÜK TEHLİKE
Gelelim yazımın başında bahsettiğim büyük tehlikeye. Gelecekte bizi bekleyen çok büyük bir tehlike var. Göçmenlerin ve sığınmacıların ülkeye gelmesine gerekçe olan siyasal olaylardan sorumlu olanlar veya ses çıkarmayanlar bir anda tam tersi bir söylem geliştirerek toplumun neredeyse her kesiminde büyüyen öfkeyi kendi politik söylemleriyle birleştirebilirler. Bunu onlar yapmasa bile sonraki kuşak şahin politik figürleri bu durumu iktidara gelmek için mutlaka kullanacaklar.
Yoksulluğun artması, işsizlik ve ekonomik sıkıntıların getireceği öfke rüzgarlarıyla bir anda bu gruplar veya otoriter siyasal partiler, sığınmacıların artık sabrı taşırdığını, bu milletin yeteri kadar bunları beslediğini ve ülke güvenliği için bu kişilerin risk olduğunu açıklayabilir. Türkiye’de rejim bir anda açık şekilde değişebilir. Bunu da en iyi, Türkiye’nin bir sığınmacı üssü, bir tampon ülke olmasını isteyen Almanya Başbakanı Merkel, hem de kendi tarihinden bilir. Hani meşhur bir Alman formülü vardır; Eğer 1 Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 Alman varsa, masada 11 Nazi var demektir! Bu süreçte atılacak ya da atılmayacak adımlar sadece bizim değil; Avrupa’nın da gidişatında belirleyici olacak.
Öfkeli yoksul kitleler, gelecekte bir gün nefret objesi haline getirilmiş sığınmacıların bu yoksulluğa ve işsizliğe neden olduğuna ikna edilirse ondan sonra yaşanacaklar ülkemiz ve demokrasi adına tam bir çöküş olacaktır. Şiddetten sadece sığınmacılar değil, ülkenin özgürlük isteyen ve insan haklarını talep eden yurttaşları da nasibini alacaktır. Öyle ki yaşanabilecek vahim olayların sonunda demokrasi ve hatta siyasal partilerin büyük kısmı bile ortadan bu baskı grupları eliyle ortadan kaldırılabilir.
Durum daha şimdiden o kadar hassas ki kim ağzını açsa hemen ya ırkçılıkla ya da ülke düşmanlığıyla suçlanıyor. Bu iletişimsizlikle bir arpa boyu yol almamız mümkün değil. Oysa kaybedecek zamanımız yok.
İşte bu nedenle başta sol ve sosyal demokratlar olmak üzere çok net ve anlaşılır bir çözüm sunulması ve bu çözüm paketi etrafına ülkedeki farklı kesimlerin toplanabilmesi gerekiyor. Hatta bu konuyla ilgili ayrı bir koordinasyon kurulu kurarak ister kendi ittifakında olsun ister olmasın; ya da herhangi bir ittifakta yer alsın ya da almasın tüm parti ve demokratik kitle örgütleriyle bu çözümleri net, gerçekçi ve anlaşılır bir şekilde hayata geçirmek gerekiyor. Bununla beraber çok iyi bir halkla ilişkiler stratejisi oluşturularak halkın büyük kesiminin doğru bilgilendirilmesi ve konuyla ilgili olarak da vatandaşların sığınmacıların entegrasyonuna ikna edilmesi lazım. İşin ÖZ’eti, olaya salt duygularımızla yaklaşmak; gerçeklerden uzaklaşmak ve kargayı kılavuz yapmak demek olur ki bu da hepimizin sadece burnunu değil, başını da büyük dertlere sokacaktır.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top