GÖNÜLLÜ KÖLELİK ÇAĞINDA ÖZGÜR KALMAK

Bir aydının, bir hukukçunun, bir sanatçının, bir yazarın, bir gazetecinin ve bir siyasetçinin görevi gerçekte nedir? Kitlelerin duymak, okumak, görmek istediğini vermek mi; yoksa zor olanı yapıp -acı da olsa- duyulması,  okunması ve görülmesi gereken gerçeğe ışık tutmak mı?

"Yoksul, perişan ve akılsız halklar, uluslar, kendi yararınıza olanı görmemekte direnen sizlersiniz! Kendi gözlerinizin önünde gelirinizin en önemli kısmından mahrum bırakılıyorsunuz, tarlalarınız yağmalanıyor, evleriniz soyuluyor, ailenizden yadigar kalanlar alınıp götürülüyor. Öyle bir hayat sürüyorsunuz ki, kendinizin olduğunu iddia edebileceğiniz tek bir şeyiniz yok; görünen o ki, malınız mülkünüz, aileniz ve bizzat hayatınız size ödünç verildiği için şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bütün bu zarar ziyanı, bu bedbahtlığı, bu yıkımı üzerinize salan yabancı düşmanlar değil, bir tek düşman, sizin sayenizde o kadar güçlü olan, onun için kahramanca savaşmaya gittiğiniz, onun azameti için kendi canınızı ölüme atmayı reddetmediğiniz. Üzerinizde bu yolla tahakküm kuran bu düşman iki göze, sadece iki ele, sadece bir vücuda sahip, şehirlerinizde yaşayan sayısız insan içinden en önemsizinin sahip olduğundan daha çoğuna değil, sizi yıkması için ona bağışladığınız güçten daha fazlasına sahip değil gerçekten de...” (Etienne de La Boétie - Gönüllü Kölelik (kulluk) Üzerine Söylev)

Siyaset bilimci, hukukçu ve yazar Etienne de La Boétie bunları neredeyse 5 asır önce yazmıştı. Michel de Montaigne, vefatının ardından onun için "Kanımca çağımızın en büyük insanıydı" demiştir.

Bu eser ve sözlerle; bir aydının, bir hukukçunun, bir sanatçının, bir yazarın, bir siyasetçinin gerçek görevine çok önemli bir işaret fişeği de atar büyük düşünür. Bu insanların gerçek görevlerinin öznesinin ne olması gerektiğine dair tartışmalar (artık çok az olan) içinde bulunduğumuz insan davranışı ve onu yaratan nesnel koşullar açısından çok belirleyici.

Bir lideri; bir tirandan veya sıradan bir yöneticiden ayıran nedir? Onu bütün yanıltıcı ve yanlış olan eylemleri bile, doğru ve makul algılayarak kabul etmesine yol açan faktörler hangileridir? Onu kitlenin esiri, kitleyi de onun esirine dönüştüren sistem bize ne anlatır aslında?

Hangi kurum, yapı ve örgütte olursa olsun bir lider kalabalıkların ve onu takip edenlerin duymak istediklerini mi söylemelidir; yoksa lider, kalabalığın ve onu takip edenlerin hoşuna gitmese de onların duyması gerekenleri söyleyen kişi midir? Belki de lider olacak kişi, bunu yaptığı anda gerçek anlamda bir lidere dönüşmeye başlar...

GÖNÜLLÜ KÖLELER İÇİN GEREKENLER

Bir stand-up gösterisine giren izleyici kitlesi veya bir korku filmine bilet almış kalabalığın motivasyonu önceden bellidir. Birinde korkmak, diğerinde gülmek için para ödenir. O paranın bedeli ya kahkaha ile ya da hızlı kalp atışları ile alınır. Bu, sözleşmesi olmayan bir karşılıklılık ilkesine dayanır. Temel motivasyonlar bellidir.

Bir seçmen de aynı şekilde yönetim hakkından payını düşeni ‘geçici’ olarak bir fikrin örgütlenmiş hali olan partilere ve onun liderine devreder. Bu, yani demokrasi içindeki seçim ve seçilme ilişkisi de insanlığın mükemmel olmasa da bugüne kadar bulabildiği (şimdilik) en doğru karşılıklılık prensibi diye düşünülebilir. Ben, payımı sana vereceğim, sen de benim adıma benimle ilgili karar al! Peki...

Bu motivasyonda eksik anlatılan meseleler var. Sadece bir oy verip 4 ya da 5 sene hiçbir şeye karışmamak demokrasi değildir.  Demokrasi bir an değil, sürecin tamamıdır. Oy verilir, lider ve parti belli bir zaman aralığında, belli kurallara bağlı kalarak, ona teslim edilmiş Anayasal sınırlar içerisinde, emanet sahibi olan seçmenin her an denetleyebilme hakkı/yetkisiyle bu görevi kullanabilir. Bu biraz daha toparlayıcı oldu galiba.

Peki, hikaye şöyle olur; seçmen sadece sistemin noterlerine dönüştürülürse? İşte bu gönüllü köleliktir...

Tekrar sormakta fayda var; Bir aydının, bir hukukçunun, bir sanatçının, bir yazarın, bir gazetecinin ve bir siyasetçinin görevi gerçekte nedir? Kitlelerin duymak, okumak, görmek istediğini vermek mi; yoksa zor olanı yapıp -acı da olsa- duyulması,  okunması ve görülmesi gereken gerçeğe ışık tutmak mı? Sistem, bu sıfatların tamamına görev olarak rejimin ve kalabalığın duyulmasını istediğini söyletmeye başlarsa, kitleler bu defa ona verilen fikri puta çevirebilir. Yıkılması hem zor hem kolay hale gelir. Seçimler de iki seçeneğe dönebilir; ya put ya İbrahim’in sonu! Bir ideoloji, bir düşünce puta dönüştüğü an artık yapmaya değil, yıkmaya başlar...

Ne kadar da cesaret ister halka, halkın bile neye dönüştüğü gerçeğini söyleyebilmek! Oysa ne kadar kolay TV’lerde, gazetelerde, meydanlarda ve salonlarda sadece kendisini puta çevirmiş kalabalıklara duymak istenileni bağıra bağıra anlatmak! Ne kadar konforlu ve -erk sahiplerine biat sürdüğü müddetçe- ne kadar ayrıcalıklı! Ama bir o kadar da hızlı unutulacak ve tarihten yok olacaklar. Kendi fikrini ve karakterini atıp, sahiplerininkini kendi fikri yapanların ödeyeceği en ağır bedeldir bu. Bir de sözde muhalif olan ama aslında köleliğe hizmet eden sözde aydın putperestler vardır ki bunlar hepten tehlikedir!

AYDININ GERÇEK GÖREVİ

Bakınız, şair Metin Altıok ne diyor: “Sözcük anlamından yola çıkarsak ‘aydın’; aydınlanmış kendini bilgiyle donatmış kişi diye açıklanabilir. Ülkemizde aydın genellikle okumuş insan olarak bilinir ama okumuş olmak, kendini elinden geldiğince bilgi ile donatmak aydın olmak için yeterli midir acaba? Söz konusu bilgi donanımı hangi seviyede olursa olsun bu soruya verilecek cevap ‘Hayır!’ olmalıdır. Her ne kadar bilgili ve kültürlü olmak aydın olmanın gerek koşuluysa da yeter koşulu değildir. Türk aydını kimi muhaliflerin başına gelenden ürkmüş ve nemelazımcı bir konuma düşmüştür. Bu konuma düşenler bir dereceye kadar bağışlanabilirler. Ama uzlaşmacı aydınlar -bu nasıl aydın olmaktır bilinmez- her türlü değere musallat bir kültür zararlısına dönüşmüşlerdir.”

Bugünü nasıl da geniş ve doğru şekilde tahlil etmiş değil mi? İşte gerçek bir aydın, ‘öldükten’ sonra bile aydınlatmaya devam ederken; sahteleri, yaşarken dahi bir kibrit alevi kadar ışık veremez.

Siyaset kurumu, politika yapımı da bundan farklı değildir. Siyaset, kalabalıkların dönüştürdüğü alana değil; kalabalığın topluma dönüştüğü alanda bir ifade kazanabilir. Politika, dönüşme değil dönüştürme sanatıdır. O nedenle bir orkestra gibi bir aydın, bir gazeteci, bir yazar, bir hukukçu ve bir politika yapıcısı, dönüştürücü olduğu müddetçe ahenkli bir nota oluşturabiliyor.

Kültürel motivasyonlar, ekonomik koşullar, üretim ilişkilerinin getirdiği somut gerçekler karşısında dahi onları da içine alacak şekilde bir enstrüman geliştirdiği müddetçe toplumla beraber siyaset dili de değişiyor. Yer altında jelibon madenleri olduğuna ikna edilen bir kalabalığı, yerin üzerinde özgür ve kardeşçe bir yaşam olabileceğine ikna etmek mutlaka mümkün. Akla ve kulağa zor gelse de mümkündür, çünkü tarihimizde de; dünya tarihinde de bu böyle oldu. Ancak bunun bir bedeli, şartları ve yolu var; gerçek aydınların, gerçek yazarların, gerçek gazetecilerin, gerçek sanatçıların ve bunların eşliğinde dönüştürücü politik gücün elinde her zaman bu imkan olacak.

Bugün, zor şartlarda barınmayı, bir telefon almayı, bir kahve içmeyi, yemek yemeyi, sinemaya gitmeyi lüks ve ‘yaşamak’ olan bir gerici-dönüştürücü politik dil var. Oysa yaşamak bambaşka bir şey. Yaşayamadığımız kendimiz kadar mutsuzuz. Hatta ölçülebilir de; ne kadar mutsuz iseniz o kadar da yaşa(ya)mıyor olabiliriz. (Türkiye, Dünya Mutluluk Endeksinde 146 ülke arasında 112. Sırada yer alıyor.)

Bu gerici-politik dil karşısında mutlaka yaşamanın, insanların kendilerini maddi ve manevi olarak huzur içerisinde gerçekleştirebileceği bir dünyanın da olduğunu gösterecek kuvvetli ve bilge bir dönüştürücü dile ihtiyaç var. Yoksulluğun değil, zenginliğin paylaşılması gerektiğini ve bunun herkesin doğuştan gelen hakkı olduğunu ikna edecek bir anlatıya ihtiyacımız var. Kendimizden vazgeçmeyerek, kendimiz kalabileceğimiz bir ÖZgürlük çağı halen mümkün. Çünkü kim olursa olsun, her insan mutlu olmayı mutlaka ister. Bu dil, bir internet ağ bağlantısı gibi, bir domino rüzgarı gibi toplumsal katmanları çok hızlı şekilde sarabilir...

Yazıya Etienne de La Boétie ile başladık, tarihte halen bize ışık olan bütün aydınlara selam durarak onunla bitirelim;

"Meydandaki en kaba sabanın bile bütün bu hakaretlerden kurtarabilirsiniz kendinizi, denerseniz eğer, eyleme geçerek değil, sadece özgür olmayı isteyerek. Artık hizmet etmemeye karar verdiğinizde hemen özgür olacaksınız. Ellerinizi tiranın üstüne koyup onu devirmeniz değil sizden istediğim, onu artık desteklememeniz sadece. O vakit, onu seyreden siz olacaksınız, tabanı kopmuş, kendi ağırlığından düşüp parçalara ayrılmış azametli bir heykel gibi.."

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi