AhmetKasım Han

AhmetKasım Han

Gülşen sadece Gülşen değil: Bir siyasi, toplumsal ifşa mekanizması olarak sanat

Siyaset hayatımızda her şeyden çok güç ile ilişkisiyle ve bunun üzerimize yansıyan etkileriyle mevcudiyetini hissettirir. Elbette bir de seçimlerle. Ancak, burada seçimden kastım sandık değil. Daha ziyade kaynakların ne için ve nasıl kullanılacağına dair tercihler buradaki kasıt. Zira bu seçimler, ihtiyaçlarla mukayese edildiğinde, daima kıt olan kaynakların nasıl bölüşüldüğüne ilişkin oldukları için her daim bu kaynaklara sahip olanları diğerleri üzerinde hâkim, iktidar sahibi, ezcümle güçlü, kılar. Toplumsal konum da bu bakımdan siyasi güç ile ilişkilidir. Bu noktada konumdan kasıt “statü”, “mevki”, hatta “makam” anlamınadır. Bunlar da siyaset tarafından, siyasi kararlarla bölüştürülürler. Üstelik bahsettiğim makamlar siyasi veya bürokratik olanlarla sınırlı da değil. Nasıl mı?

Ulufenin itibarı…

Örnek çok. Ama ana meseleyi bir an önce ortaya koyabilmek adına doğrudan konumuzla ilgili bir noktadan başlayacağım. Ama benden söylemesi; siyasetin kaynak dağılımına dair tercihleri, çoğunlukla siz farkına bile varmadan, kiminle evleneceğinize dair “romantik” görünümlü kararınızı dahi belirleyicidir. O belirleyiciliğin çerçevesini kıran her tercih de bu sebeple, eninde sonunda bir isyandır. İsyankâr isyanının genellikle kasıtsız olan siyasal boyutunun pek az farkında olsa da. Her isyan gibi bunun da bedeli vardır. Ve ondandır otoritenin “davul bile dengi dengine çalar” diyerek sağduyuya çağırması, rızayı ve değerleri yeniden üretmeye çalışması. Ama dedim ya bu bahsi diğer.

Konuya geri dönersek; Türkiye’nin mevcut konjonktüründe örneğin bir gençlik veya sanat festivalinin yapılıp yapılamayacağı bütünüyle siyasal bir statü taksimidir. Belediyelerin hangi sanatçıyı davet edeceği, bir festivale ayrılacak maddi kaynağın ne düzeyde, mekânının neresi olacağı, yapılabilmesi için gerekli idari izinlerin verilip verilmeyeceği soruları hep kimlerin muteber kabul edildiğine ilişkin tercihlerdir. Bir Üniversite’de kimlerin ders vereceği; kimlerin, hangi medya mecrasını ne sıklıkla kullanacağı da böyledir. Bu bir statü dağıtma işidir. Türkiye gibi tarihsel olarak ulufe geleneği olan bir ülkede kapıda ikbal beklemek ve bu ikbalin onu dağıtma erkine sahip olanların keyfine göre bölüştürülmesi neredeyse meşrudur. Bu durum ulufenin dağıtılmasını ve bunun da erk sahibi eliyle yapılmasını doğal bir beklenti haline dönüştürür. Buradan çıkan sonuçlar nadiren liyakate dayanacaktır.

Yaşam tarzına müdahale meselesi

Bu konulardaki tercihlere (seçimlere) bakarak cari muktedirler bakımından hangi tür kültürel, bilimsel, popüler seçimlerin ve evet illaki hangi yaşam tarzının, muteber (saygın) olup olmadığını anlayabilirsiniz. Yani yaşam tarzına müdahale denilen şey bir fiil sorunu olabileceği gibi, doğrudan ve dolaylı tercihlerle yaratılmış bir iklim sorunudur da. İklimin de fiilin de bir faili, zanlısı, olduğunu unutmamak lazım. Fail varsa kasıt vardır. Ve yine elbette fail varsa tercih de vardır. Bu türden tercihlerin de kaçınılmaz olarak siyasal bir anlamı bulunmaktadır. Yani tercihlerin sahipleri “gizli öznelere”, birtakım ecinnilere, havaya, suya atıfla ne sorumluluğun muhatabı ne de eleştirinin öznesi olmaktan kurulamazlar.

İktidarın sorumluluğu

Tercihin, eskilerin tabiriyle “kuvveden fiile”, tasarıdan uygulamaya, geçmesi için gerekli gücün sahibi hem olgusal hem de algısal olarak iktidardır. Burada işin olgusal boyutundan kaçış yoktur. Çünkü işin bu kısmı fiilin somutluğundan kaynaklanır. Ancak belki algıdan yana sorumluluktan kaçınmak isteyen bir iktidarın temsilcilerinin, en azından, tasarıma (kuvve) ilişkin fikir belirtmemeleri gerekir. Fiile (uygulamaya) yönelik tercih beyan etmelerine ilişkin yorumaysa gerek yok. Açıktır ki böyle bir tercih beyanı onları “taraf” yapar. Bu aktörlerin makam ve mevkileri göz önüne alındığında bu tarafgir tavrın tesadüfi olması mümkün değildir. Bu illaki bilinçli bir seçimdir. Siyasetin dinamiği tercihin ardındaki sebebin de tercihlerinin getirdiği siyasi kredibiliteyi elde etmek gibi akılcı bir saikle (güdülenmeyle) açıklanmasını zaruri kılar. Burada, kimi baskı gruplarının, lobilerin söylemleri ve eylemleri ile yarattıkları basıncın rolü olabilir. Zaten tercih de tam burada apaçık ortaya çıkacaktır. Belli ki bu gruplar iktidarın önemsediği, etrafında tutmak, desteğini almak istediği gruplardır. O nedenle saf orada tutulmuş, söylem öyle biçimlenmiştir.

Tüm bunların ilgili bürokrasiye siyasal sistem dahilinde bir sinyal etkisi vardır. Siyasal gücün temerküz ettiği yerlerde bu etki derinleşir ve şiddetlenir. Güç temerküzü arttıkça iş artık sinyali beklemeden, “olsa olsa” kerteriziyle, “durumdan vazife çıkarılarak” bürokrasinin harekete geçmesiyle yürüyebilecektir. Bu harekete geçenler, mevkilerinin mânâ, saygınlık ve işlevini siyasi aygıtın maşaları olma pozisyonuna kadar indirgeyebilirler. Bu manada onlar artık birer aparatçık olma yoluna girmişlerdir. Bunlar da elbette eylemlerinin sonuçlarından sorumludurlar. Ancak sorumlu oldukları halde ilgili tercihin faili olmaktan çok aleti olarak nitelenebilirler; “büyük planların değil ama dikkatle yürütülen yüzlerce detayın” uygulanmasının aleti. Siyasi gücü elinde bulunduran siyasetçi saf değildir. Sadece eyleminin değil, saf tutmasının verdiği sinyalin sonuçlarının bilincindedir. Bu daha büyük planın, belirleyici tercihlerin, sahibi ve sorumlusu olma yükünü onun sırtına yükleyecektir. Dolayısıyla ona düşen, eğer söz konusu fiilden yana bir beklentisi yoksa, derhal onu kınamak ve durdurmak için gerekli adımları atmaktır. Aksi takdirde buradan neşet edecek sonuçların esas sorumlusu olduğuna dair hiçbir kuşku kalmaz. Bu sorumluluğa ilgili fiil neticesinde ortaya çıkacak tüm sonuçlar, toplumsal bölünmeler, kutuplaşmalar, dahildir. Bu sonuçlara dikkat çeken ve yanlışlığını vurgulayanlar elbette siyasal bir eylem içerisindedirler. Zira eşyanın tabiatı, doğası gereği siyasal bir tercih ancak siyasal bir zeminde tartışılabilir. Bu noktada söz konusu sonuçların dile getirilmesi her şeyden çok bir işaret etme eylemidir. İşaret etmek orijinal eylemin neticelerini, mesela ilgili fiil neticesinde toplum sözleşmesinin yara almasını, derinleştirse de tercih sahiplerinin, faillerin, sorumluluğunu ne ortadan kaldırır ne hafifletir ne de herhangi bir seviyede onlara mazeret teşkil eder. Velhasıl fiili işleyenin netice zülfüyâra dokununca şikâyet etme lüksü yoktur.

Siyasal bir tercih zemini olarak sanat

Kaynakların, mevkilerin, statülerin taksimi eyleminin, güç sahiplerinin bu konudaki tercihlerinin, görece kolay bir okuması sanat ve sanatçı üzerinden yapılabilir. Bugün birer mimari şaheser olarak nitelenen Avrupa’nın büyük katedrallerinin tasarım ve inşası dahil, Orta Çağın plastik sanatlar tarihi bu bakımdan öğreticidir. Bu dönemin, şaheserlerin yanında, tarihi olma özelliği dışında pek bir ehemmiyeti olmayan, oldukça sıradan, tekrara düşmüş, ürünleri de mevcuttur. Ancak dönemin siyasal erk sahipleri istisnasız olarak bunların tamamının sponsoru olurken amaçları toplumda belli bir estetik anlayışının yaygınlaştırılmasıydı. Güzelin ve iyinin ne olduğunun anlamını dolduran bu estetik bireye doğru ve yanlışın ne olduğunu, bunların toplumsal yaşam ve güç ilişkilerine dair ne manaya tekabül ettiklerini benimsetiyordu. Buradan toplumsal itaat ve rızaya ulaşmak temel amaçtı. Zira bunlara dair kabullerin şekillendiği faaliyetti sanat. Hala da öyledir.

İktidar ve sanatın sinirlere dokunan yönü

O gün gibi bugün de siyasal erkin, iktidarın, sanata bigâne kalması mümkün değildir. Elbette iktidar sahiplerinin sanattan beklentisi, ürettiği estetik üzerinden, benimsedikleri siyasi ve ideolojik görüşleri destekleyen ürünler vermesidir. Ancak sanat çoğunlukla alışıldık, rutin, vasat olan için yıkıcıdır. Mevcut siyasal ve toplumsal gerçekliği dönüştürür. Unutmamak lazım ki yukarıda bahsi geçen Orta Çağ’ın yolu, yarattığı estetik üzerinden, Rönesans ve Reforma varmıştır. Herhalde XIII. ile erken XV. yüzyıl arası Papalarının arzusu ve bu arzunun gerçekleşmesinde sanata biçtikleri misyon bu değildi. Siyaseti ilgilendirdiği kadarıyla sanat, siyasal pratiğin üzerinde popülarite, güvenilirlik, meşruiyet bulduğu bir arka plandır. Söz konusu arka plan siyasal gücü elinde bulunduranın tercihine uygun bir estetik anlayışı (siz onu siyasal meşruiyet, rıza, etki diye okuyun) üretmiyorsa durum cidden sinir bozucudur. Zira iktidar sahiplerinin siyasi ve ideolojik tercihlerine uygun bir estetik üretmediğinde sanat ifşa edici bir arka plana dönüşür. Siyasal eylemin üzerinde kontrast teşkil ettiği, faş olduğu bir arka plan. O nedenle iktidarlar sanatsal üretimin ortaya koyduğu estetiğin siyasal eylemlerini doğru ve meşru kılacak, bunlarla uyumlu bir arka plan üretecek şekilde işlev görmesini arzu ederler. Bu şıklık yakalanamazsa, mesela bizimkilerde yaratıcılık, birikim ve derinlik de kıtsa, siyaset en azından arka planın kendi eylemleriyle yeknesak tonda olmasıyla, eylemlerinin bu sanatsal ürünler üzerinde uyumla kaybolmasıyla, kamufle olmasıyla da memnuniyetle iktifa edebilir.

Elbette sanatçının da işini böyle icra edeni, ödevini böyle ifa edeni, makbul olacaktır. Öte yandan üretebileceği estetik kategorik doğrularla sınırlanmış bir sanatın fazlaca yaratıcı olamayacağı, çekim gücü veya evrenselliğinin sınırlı olacağı da bir başka sıkıntılı gerçek.

Doğrularım sizinkilerle çelişirse

Esasen daha geniş anlamda kültür de böyledir. “Kültürel hegemonya” diye bir meselenin siyasal gündemi meşgul etmesi, devletlu masalara çağrılmanın “muteber” sanatçı olmak manasına geldiği yönündeki okumanın nedeni de bundandır. Aynı şekilde o “hegemonya” kırılamayınca, daha doğrusu kurulamayınca, küplere binilmesi de bundandır. Alternatifini cebir kullanmadan çekici, beğenilir, arzu edilir kılamıyorsanız küplere binmeniz ayrıca doğaldır. Bu durumda kimi zaman saygı göstermeniz gereken durumlara iyi ihtimalle hoşgörü, biraz ileri giderseniz tahammül göstereceğiniz meseleler muamelesi yaparsınız. Halbuki saygı başkadır, açık ki hoşgörü ve tahammül başka. Bu sonuncular büyük ölçüde gösterene münhasırdır. O’nun hakkından vaz geçmesinin, doğrusunu bilmesine rağmen eksik, hatalı, kusurlu, hatta kötü olana gösterdiği iyi niyetin görüntüsüdür. Ve işte böylelikle demokratik bir toplumun doğal işleyişine dair ne varsa erk sahiplerinin tercihlerine bağlanır. Üst ve alt sınırları onların tahammülüne, hoşgörüsüne bağlı hale geliverir. Kültürel hegemonyayı yaygınlaştıramıyorsan tahammülü kısar, seçenekleri kısıtlar, en sonunda yasaklarsınız. Bunu yaparken doğrular adına tercihte bulunduğunu düşünen; saygı göstermemenin bir zorunluluk olduğunu içselleştirmemiş, kendi beklediği saygının aynısını ona aykırı gelen düşünce, tavır ve eyleme göstermek zorunda olduğunu kabul etmeyen; eğer tahammül gösteriyorsa bunun kaynağının tamamen kendi hoşgörüsü olduğuna inanan birisinin bu nobran, hoyrat, cebri, yasakçı tavrından dolayı kendini kötü hissetmesi de herhalde düşünülemez. Öyle ya o doğrular zaten doğru olduklarından ne yanlışları olabilir ki? Bu cümlenin açık bir dairesel akıl yürütme, bir mantık hatası olmasıysa önemsiz bir ayrıntıdır haliyle…

Nihayetinde böylelikle neredeyse bir “işkolu” olmaya indirgenen sanatın bir gün “olmasa daha iyi” cenderesine sıkışması da kaçınılmazdır. Hatta bunu sağduyunun denenmişten yana ön yargısını da devreye sokarak, muhafazakarlık adına, vasatın kutsanması festivaline dönüştürmek de mümkündür. Ama bu bahsi diğer.

Burası Türkiye, yok öyle…

Bir süredir, giyim tercihleri, LGBT savunusu vs. konularla gündemde tutulan sanatçı Gülşen Bayraktar Çolakoğlu’nun tutuklanmasını bu yukarıdaki çerçeveden de değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Gündemde tutulan diyorum zira parasını ödemeyenin, böylelikle kuvvetli bir tercih beyan etmiş olmayanın, ya da basitçe gitmeyenin göremeyeceği şovlarıyla; açmayı tercih etmeyenin bakamayacağı sosyal ve diğer medya görüntüleriyle ilgili hakarete uğrayan bu kadının durumu, işi gereği gündemde kalmasından öte, gündemde tutulmaktır. Ecinniler(!) bu kadar gündemde tutulmanın bir hatayla sonuçlanacağını bilir. İletişimcisi Gülşen’e bunun o’nu bir hataya sürüklemenin ilmek ilmek örülen ağı olabileceği yönünde uyarmış mıdır, bilmiyorum (Bu cümleyi yazmaktan da rahatsızlık duyduğumu belirtmeliyim çünkü normal bir ortamda bu uyarıya gerek olmaz). Ama malum; burası Türkiye yok öyle. Festivaller bir kesimin, üstelik çoğunluk olduğu çok tartışmalı bir kesimin serzeniş, şikâyet ve ihbarlarıyla yasaklanıyor buralarda! Neticede Gülşen’in Nisan ayındaki bir konserde ve açık ki belli bir şahsa özel ettiği; evet hatalı, evet yanlış ve evet özür dilediği bir cümle, öyle görülüyor ki kazarak, kazıyarak gayretkeş bir madencilikle ortaya çıkarıldı. “Hata” yakalandı. Sonrası malum…

Suçlamanın niteliği, fiilin işlendiği koşullar, zanlının kimliği gibi temel hukuki kriterler göz önüne alındığında zorlasan en fazla hakaret davası, ki bunun da mağduru olsa olsa Gülşen’in gitaristi olabilecek, bir dava söz konusu. Hukuki bir tedbir olan tutuklamanın, dahası tutuklu yargılamanın, bir defa daha, bir ceza, gözdağı, had bildirme, hınç alma yöntemine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Yazık ki tutuklu yargılama uzun zamandır bu işleve yarayan bir araç Türkiye’de. Kitlesel olarak konunun muhatabı kılınan İmam Hatip camiası bu yıl YKS sınavlarında ilk yüze 57, ilk bine 436 öğrenci sokmakla övünen bir camia. Dahası sıralarından birçok bakan, bürokrat ve en önemlisi Cumhurbaşkanı çıkarmış. Eminim ki kendine güveninde bir sorun yok. Olmaması beklenir. Birileri mezunu olmaktan gurur duyduğum liseme ilişkin böyle densiz bir laf etse, ayıplar, güler geçerim. Bu sanırım Galatasaray Liseliler için de böyledir; Alman Liseliler veya Kadıköy Anadolu Liseliler için de. İmam Hatipler devletin eğitim sisteminin bir parçası; İmam Hatipliler de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Böyle bakınca Gülşen’in ifadesinin neresinin TCK’nın 216. Maddesi çerçevesinde değerlendirildiğini anlamak zor. Sözü geçen maddede belirtilen suçun oluşması için “halkı kin ve düşmanlığa aleni tahrik” eyleminin “kamu güvenliği bakımından açık ve yakın tehlike” boyutu kazanması lazım ki somut olarak bu yönde bir eylem, bildiğimiz kadarıyla, söz konusu değil. Denilebilir ki bu olaya devletin en üst kademelerinden, tam da bu yazının başında sözünü ettiğim “durumdan vazife çıkaracaklara” mesaj niteliğinde gösterilen tepkilerin çevresinde kopan, kimin kopardığı da belli olmayan, sosyal medya fırtınaları hariç ortada bir olay yok. Tutuklama gerekçesinde yer alan “birçok hesap ve grup tarafından olumsuz yorumlar ile ve birçok defa” yapılan paylaşımlarsa genellikle “şüpheli” Gülşen’i kınayan, telin ve hatta tehdit eden paylaşımlar. Oradan bakınca tutuklamanın Gülşen’i “korumak” amacıyla alınmış bir tedbir olduğunu bile iddia edecek çıkabilir biraz zorlasak! Hukukçular da tutuklamanın “Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadına” aykırı olduğunu belirtiyorlar. Hepsini geçtim, TCK 216. Madde’nin 2. Fıkrası “halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen” aşağılamayı suç olarak kabul etmektedir. Burada bu bakımdan bir suç oluştuğunu düşünüyorsak Türkiye Cumhuriyeti’nin herhangi bir vatandaşından saygınlık, hak ve statü bakımından hiçbir farkı olmayan İmam Hatipli kimliğini buradaki hangi kriterle toplumun kalanından ayrıştırarak sınıflayabiliriz ki? Ayıplanarak geçiştirilebilecek bir sözü böyle cevval biçimde takip ederken, mesela halkın bir kesimini ibadeti üzerinden “katli vacip” ilan ederek alenen “ölümle tehdit suçu” işleyenlerle ilgili; basbayağı kadın cinayetlerini tahrik edecek şekilde kadınları giyim, kuşamları üzerinden ve kocalarına hakaret ederek hedef gösteren ve bu arada devletten maaş alanlarla ilgili ne yapıyoruz? Kaldı ki ben ne bunların ne de mesela Mustafa Kemal Atatürk’e alenen hakaret edenlerin zahmet edip “yalandan” dahi olsa özür dilediğini de görmedim.

Siyasal pragmatizm yeterli bir açıklama zemini mi?

Türkiye’de sadece lise seviyesinde 1.673 İmam Hatip okulu var. Ortaokulları ve açık öğretim liselerini de dahil edince yaklaşık 1,5 milyon öğrencimiz bu okullarda okuyor. Değişik istatistiklere göre 2 milyon civarı mezunu olan bir camiadan bahsediyoruz. Kız öğrencilerinin %80’in üzerinde bir kısmının daha 2004’de yapılmış bir çalışmaya göre bile kadınların çalışması gerektiğini düşündüğü bir camia. Belki homojen bir ruhi şekillenmesi olsun, siyasal davranışı bu paralelde biçimlensin istenen ama gün geçtikçe farklılaşan, dönüşen, tercihleri çeşitlenen bir camia bu. Tüm bu manzaraya bakınca Gülşen olayının, haklılık payı da azımsanamayacak, basit analizi şu oluyor: Siyasi gücü mütedeyyin kitle, en çok da İmam Hatipliler adına elinde tutmak iddiasında olanlar yukarıda belirttiğim farklılaşma trendinin farkındalar. Bu doğal çünkü bu farklılaşma iyisiyle, kötüsüyle kısmen de onların uygulamalarının sonucu. Cari siyasal ve ekonomik ortamın seçmen tercihleri üzerinde yarattığı baskıyı da göz önüne alarak, tipik bir temerküz manevrası ile İmam Hatipleri merkeze alarak, onları tek tip bir kalıba dökerek, seçmen desteğini temerküz etmek istiyorlar. Gülşen ise bunun için uygun bir simge olarak seçildi.

Ama bu işin tahlili bence burada bırakılamaz. Başlangıçta çizdiğim çerçeveye de bağlanması gerekiyor. Zira bence burada eksik kalmak olayın daha uzun bir vadede, tarihsel süreklilik içerisinde nereye oturduğunu kaçırmamıza yol açar. Başka bir ifadeyle meseleyi siyasi pragmatizme ve seçim kaygılarına bağlamak onun gerçek doğasını, arka planını kaçırmamıza neden olabilir. Gülşen, bilinçli olarak veya bilmeyerek son dönemde aldığı tavır ve evet, kıyafetleri ve bedeni, üzerinden siyasallaştı. Bu siyasallaşmanın ve simgeselleşmenin müsebbibi biraz da onu gündemde tutmak isteyenlerdir. Onu “minderde” tuş ederek verilecek mesajın böylelikle kuvvetleneceği de umulmuş olabilir. Ama işler öyle gitmiyor. Gülşen’in performansları ve hikayesi giderek farklılaşan, çeşitlenen ülkenin ifşa edici arka planına dönüşmüştür. Sahnesinin, tutumunun ve varoluş biçiminin yarattığı estetik, siyasal güç sahiplerinin doğru, meşru, muteber anlayışının çok dışındadır ve bu haliyle “tahammül edilemez” bir çekim gücü vardır. Onları makam taksim etmeyi tercih ettikleri muteberlerinkini çok aşan bir güç.

Avusturyalı psikiyatrist Viktor Frankl; “kişinin belli bir durum karşısında kendini tavrını belirleme yetisi”nin insanın elinden alınamayacak nihai özgürlük olduğunu söylemiştir. Sanat aslında bu özgürlüğün en özgün ifade formudur. Gülşen bunu kullanmıştır. Kendisini tanımıyorum, sürecin onun durduğu yerden nasıl yaşandığını da haliyle bilmiyorum. Ama onunki açıkça isyankâr bir tavırdı. Belki bu isyankârın isyanı da kasıtsızdı. İsyanının siyasal boyutunun farkında değildi. Belki de farkındaydı. Dedim ya, bilemiyorum. Neticede talihsiz ve densiz ama hukuken suç teşkil ettiğini söylemenin mümkün olmadığı bir sözü üzerinden “ibreti alem için” cezalandırılarak “isyanının” bedeli kendisine ödetiliyor. Ama bu süreç onun ifşa edilmesinin aracılarından olduğu vaziyeti daha da açık, daha da çıplak, biçimde ortaya döküyor. Son tahlilde demokratik bir ülkede sanatla itişen siyasetin uzun vadede kazandığını yazan bir tarih yok. O nedenle kim küplere biniyorsa unutmaması lazım gelen keskin sirkenin en sonunda ve ziyadesiyle küpüne zarar olduğu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AhmetKasım Han Arşivi