Memetcan Demiray

Memetcan Demiray

Gürültünün 'sessiz' imparatorluğu

Görsellikle o kadar haşır neşiriz ki işitme duyumuzun önemini tamamen unuttuk. Şimdi kentler bize otomobil egzozu ve sokağın patırtısından fazlasını vadetmiyor. Müzikte de artık yeni Nirvana'lar, Freddie Mercury'ler çıkmıyor; devrimin yerini "tek-tipleşme", armoninin yerini "yüksek volüm" alıyor. Bu postmodern kakofonide hem akıl hem de beden sağlığımız tehdit altında...

Bir yakınımız öldüğünde ilk sesini unuttuğumuz söylenir. Doğru mudur, bilinmez. Ama şurası kesin ki ideal sevgiliyi tarif ederken saç rengi şöyle, boyu böyle olsun deriz ama asla ses tonunu düşünmeyiz. Diş hekimi korkumuzda acıtma ihtimali kadar "gırgır" sesinin de payı büyüktür. Hiç fark etmeyiz.
Tam bir "görsellik" çağı içindeyiz ve Instagram'a koyacağımız alelade bir kahve fotoğrafını "güzel görünsün" diye dakikalarca filtrelerken etrafımızda patlayan egzozları, kitlelerin homurtusunu ve kentin ölümcül kakofonisini duymazdan geliyoruz. Bu mudur kısacık hayatımızda hak ettiğimiz? Yılın iki haftası kuşları ve dalgaları dinleyebilmek için bir gürültü cangılında ömür tüketmek?..
Bu ara başlık biterken Hannes Wader'den "Heute hier, morgen dort" çalıyor ve uzak bir evden ritmik bir "bip" sinyali geliyor.

BİR DENGE ARAYIŞI: SES VE SESSİZLİK

Oysa Covid-19'un ilk yılında seslerin önemini biraz olsun anlamış görünüyorduk. İşte sokağa çıkma yasaklarıyla şehrin kayıp tınılarına ulaşmıştık. Bazı günler sokaklarda çıt çıkmıyordu. Evet, Orhan Veli'nin İstanbul'u belki geçen asırda kalmıştı ama hâlâ mahalleye gelen esnafın kendine özgü "Sıcak pideee!", "Taze balıııık!" seslenişleri vardı! Azıcık daha kulak kesilsek bir güvercinin kanat çırpışı yakınlardaydı.
Ama tam tersi yönde, bazen sessizlik de çıldırtıcıydı! Seyircisiz maçlar hiç tat vermiyor, TV kanalları fona "banttan" tribün efektleri yerleştiriyorlardı. Futbolun ruhu taraftarsa taraftarın sahaya üflediği ruh da alkış ve tezahürattı! Konserler bitmiş, barlar müziği erkenden kapatmaya zorlanmıştı. Ama fonda hiç değilse bir gitar tıngırdamayacaksa "mekânda" oturmanın ne anlamı vardı? Tıpkı güzel tatlar ve kokular aldığımızda sevinmemiz, boyut değiştirmemiz gibi melodiler de olmazsa olmazımızdı. Peki denge neredeydi?
Bu ara başlık biterken Urchin'den "Keeping It Mellow" çalıyor ve yan bahçede bir komşu öksürüyor.

COŞKUNUN YERİNİ TRAJEDİ ALIRKEN...

Sahiden de müzik, bedene dokunduğu için "en somut" sanattı. Bir yerlerde birilerinin kaydettiği davullar, flütler ve kemanlar hoparlörden çıkıp kulak zarımızı titretiyor, böylece vücudumuzla etkileşime giriyorlardı. İşin büyüsü buradaydı.
Yeşilçam sineması mesela... Masalsı fonu ve usta oyuncuları kadar müzikleriyle de efsane değil miydi? "Hababam Sınıfı"ndan Melih Kibar'ı, Kemal Sunal filmlerinden Cahit Berkay'ı çıkarsak geriye ne kalırdı?
Üstelik müzikler, sadece filmlerin duygusal temasını değil dönemin psikolojisini de anlatıyorlardı. Tarz ister komedi, ister "melodram" olsun, ortada bir simülasyon değil hikâyeden de olsa "hayatlar" vardı. "Gerçeklik", ut ve kanunların yer yer "müzikal" tadı veren içtenliğiyle tamamlanırdı. Son yıllarda TV dizilerinin insanı pürdikkat kesilmeye zorlayan orkestrasyonları, abartılı ağlama ve çığlıkları düşünüldüğünde 2000'lerde "coşku" ve ahengin yerini trajedi almıştı. Ve televizüel medyanın görevi, bu trajediyi mümkün olduğu kadar çok haneye yaymaktı.
Bu ara başlık biterken Belkıs Özener'den "İçin İçin Yanıyor" çalacak ama araya Spotify'ın sinir bozucu reklamı giriyor!

SİSTEM YENİLİK SEVMEZ!

Biraz düşününce, aslında günümüzde sadece Spotify değil, kapitalizmin tüm unsurları müziğin nasıl güçlü bir silah olduğunun farkındaydı ve bundan sonuna kadar yararlanıyordu. AVM'ler daha sakin gezip daha çok alışveriş yapalım (!) diye ortama bolca klasik müzik serpiyor, süpermarketlerse çok hızlı hareket edelim, o sırada ne bulursak alalım (!) diye en neşeli pop şarkılarını çalıyorlardı.
Şarkılar da "eser" olmaktan çıkıp "içerik" boyutu kazanmıştı. 80'li yıllarda bir kaset çıkacak diye aylarca bekleyen bizler şimdi dilediği "single"a daha yayınlandığı anda tek tuşla ulaşıyorduk. Beş dakikada tüketilsin diye Fizy'de ve Deezer'da milyonlarca şarkı hazırdı! Böyle bir ortamda trend belirleyen Freddie Mercury'lere, Michael Jackson'lara gerek kalmamıştı! 21. yüzyıl kendini tekrar ve tekrar üretip "ticari risk"ten kaçınma zamanıydı. Hem "yenilik" dediğin ezberleri bozardı ve mazallah, Apple ve Bill Gates dünyası için ikinci bir Woodstock son derece tehditkârdı! Sizi şöyle PSY, "club music" ve K-Pop'a alalım... Böylece Nirvana ve "grunge", tarihin belki son müzik devrimi olarak hatırlanacaktı.
Bu ara başlık biterken "The 5th Dimension"dan "Aquarius / Let the Sunshine In" yüksek sesle çalıyor, evrenin görkeminden başka bir şey duyulmuyor.

'REMIX' NEYİMİZE YETMİYOR?!

Peki müziğin sonuna mı geldik? İskoçya'daki Heriot-Watt Üniversitesi'nin bir araştırması, 50'lerden günümüze popun bile isteye sulandırıldığını, melodik zenginliğin yerini "yüksek volüm"ün aldığını ortaya koyuyor. 36 bin kişiyle yapılan araştırma, bundan dolayı "yaratıcılığa" en az meyilli grubun da pop dinleyenler olduğunu gösteriyor. Elbette bu, "popçular aptal"dır anlamına gelmiyor. Ama işte böyle böyle kitlelerin "standartlaşması", müziğin de bir "yaratım süreci" olmaktan çıkıp "endüstri"ye dönüşmesi sağlanıyor.
Baksanıza, Iron Maiden altı yıl aradan sonra "Senjutsu"yu çıkardı ama tek bir şarkısı bile "hit" olamıyor! Metallica "Black" albümünü 40. yılı anısına 52 ayrı sanatçıya "cover" yaptırıyor; hangi yorum daha kötü, insan karar veremiyor! "Remix sektörü" sanki "şu an" yetmezmiş gibi geçmişimizi de tahrip etmek istiyor.
Tabii ki herkes bu kadar karamsar değil. Kimileri yaşlandığımızı, oysa 40 sene sonra Justin Bieber ve Taylor Swift'lerin bile "klasik" olarak anılacağını iddia ediyor! The Guardian'a bir makale yazan Iggy Pop'sa genç kalma sırrının yeni müzikler keşfetmek olduğunu, dilersek internette onlarca başarılı müzisyene rastlayabileceğimizi söylüyor.
Sonuç itibarıyla kulak kepçesi gibi, ufacık bir hareketle bambaşka tonlar algılayan müthiş bir "müzik sistemi"ne sahibiz. Dileyen onunla binlerce lira kira ödediği dairelerde çöp kamyonu ve matkap sesi dinleyebilir, dileyen reggae eşliğinde Ege kıyılarında Martini yudumlar.
Yazı biterken hiçbir şey çalmıyor. Odada sadece bilgisayarın fan sesi var. Sanki birazdan başlayacak Latin punk gecesini müjdeliyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Memetcan Demiray Arşivi