Hem erkek-hem kadın bir ‘tam insan’: Seyfi Dursunoğlu

Kadın-erkek ikili karşıtlığının arabulucusu bir neşe pı narıydı Seyfi Dursunoğlu. Erkeklik ve kadınlığın bölünmüş değil iç içe olduğunu anlama yolunda uyarıcı, müthiş bir hiciv ustası idi Seyfi Dursunoğlu. “Erkek” ve “kadın” adı altında tavır, tutum, davranış, mizaç, huy, duygu olarak katır-kutur bir ataerkil dayatma ile insanlığımız pahasına parçalara ayrılmış halimize bir karşı çıkış, muzip bir kafa tutuştu Seyfi Dursunoğlu…

“Yalnız
Kendi ben’inin
Sen’idir.”
(Ö. Asaf)

Seyfi Dursunoğlu bir travesti idi. Kısaltması LGBTTİ+ şeklinde önümüze gelen, açılımı “Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel, İnterseksüel ve dahi…” olarak üzerine basa basa vurgulanması gereken kimliğin, kültürün, insan olma halinin bir parçasıydı o…
Önceki gece vefat haberinin ardından onun hakkında konuşanları izlerken acı ve hüzünle gözlemlediğim üzere bir insan evladı için söylenebilecek en güzel, en sitayişkâr, en onur verici onca sözün arasında zikrinden dikkatlice-temkinlice kaçınıldığını hissettiren bir kültürel karakteristik olarak o, evet, travesti idi.
Onu tanıma ayrıcalığıyla ekranlarda boy gösterenlerin;
“Çok nev’i şahsına münhasır bir kişiliğe sahipti…”
“Bu nedenle ailesi ile bağları kopmuştu…”
“İnsanları kahkahalara boğduğu ‘Huysuz Virjin’ karakterini sergileyip sahneden indikten sonra o artık ‘Seyfi Bey’di…”
“Kalbiyle, ruhuyla, duygularıyla bambaşkaydı; bu yüzden de hep yalnızdı…”, vb. belagatle zeki, kurnaz ve adeta “Neme lâzım, aman dokunmayayım, yanarım” diye düşündüren kaçamak imalarla vurgulayıp ondan öteye geçemedikleri, esasa gelemedikleri üzere…
Dursunoğlu travesti idi.
“Çok büyük sanatçıydı”; “Çok ama çok iyi bir insandı”; “Yaşayan bir efsaneydi”; “Yeri doldurulmaz”; “Onu çok arayacağız”, vs. vs. vs. ile parlatılıp ardından da “Allah rahmet eylesin” denile gelen Seyfi Dursunoğlu;
Özellikle son dönemde azgın ve iştahlı bir nefretle “Kitap”taki Lût Kavmini dillerine dolayıp lanete, dehşete ve linç tehditlerine boğdukları LGBTTİ+ kültürün parçası, paydaşı, bileşeni…
Bir travesti idi.
Travesti deyip geçme!
Travesti, erkek/lik ve kadın/lık farklılığına-karşıtlığına kafa tutar.
“Transgender” atfında buluşturulduğu transseksüellikle hayli geçişlilik içinde olduğu izlenimi bıraksa da travesti, yanlış cinsiyetin bedenine sahip oldukları duygu ve düşüncesiyle “ruhlarını uygun bedene sokmak” isteyen, bunun için gerekli tıbbî girişimlere yönelen transseksüellerin aksine cinsel anatomisi ile bir sorun ya da çatışma içinde değildir.
Transseksüelden farklı olarak travesti, kendisini her iki cinsiyete de ait hisseder. Hem eril hem dişil kişiliğe sahip olduğunu duyumsar.
Dolayısıyla travestinin erkeklik ve kadınlık ikiliğine meydan okurcasına, bunların “bileşke”sinde zihinsel, ruhsal, duygusal ve tutkusal olarak konumlandığı söylenebilir.
Bir kültürel kimlik olarak travestilik, dünyada pek çok toplulukta/halkta karşımıza çıkar ve lanete-tehdide boğulmak ne kelime, değer verilmek-saygı gösterilmekten de öte, kutsallık atfıyla yaklaşılır onlara. Dahası manevi güce sahip olduklarına inanılır. Hatta “şaman” sayılır onlar.
Çünkü travestilik, insanların yaşarken kendi kendilerine ürettikleri evrensel ve işlevsel bir “yalan”ın üzerine cesaretle gider.
Kültürlerin, birbirinden kopuşsuz kaotik bir akış içindeki varoluşu, aralarında hiçbir benzerlik, yakınlık ve bağ bulunmayan kategorik ikili-karşıtlıklara uğratma huyudur bu; ak ve kara, gece ve gündüz, yaşam ve ölüm, ben ve öteki, kadın ve erkek, vd. şekillerde…
Hâlbuki akta kara içkindir; geceden gündüze gündüzden geceye akış vardır; yaşam ve ölüm dönüşümseldir; “ben” ve “öteki”, varlıklarını yek diğerinden hareketle idrak eder…
Hâlbuki konumuz bağlamında sınırlanarak söyleyecek olursak, erkeğin ve kadının farklı ya da karşıt olmaktan çok daha fazla benzer ve yakın oldukları ihmal, göz ardı, hasır altı edilir.
Hâlbuki her erkekte bastırılmış bir “kadınlık”, her kadında bastırılmış bir “erkeklik” yatar.
İşte tam da bu bakımdan travestilik, kadın ve erkek şeklinde cinsiyetçi-politik bir “düzen” ve düzenlemeye dayalı karşıtlık takıntısından uzaklaşıp, daha fazla, daha tamamlanmış, daha tam insan olma yolunda öğrenilecek çok şey olan bir kimlik ve pratiktir.
Ve Seyfi Dursunoğlu, Huysuz Virjin olarak bizi yıllar yılı kahkahalara boğarken bu yönde düşünmeye de alabildiğine kışkırtmıştır.
Bir “direniş sanatı” olarak Huysuz Virjin
Kadın-erkek ikili karşıtlığının arabulucusu bir neşe pınarıydı Seyfi Dursunoğlu.
Erkeklik ve kadınlığın bölünmüş değil iç içe olduğunu anlama yolunda uyarıcı, müthiş bir hiciv ustası idi Seyfi Dursunoğlu.
Cinsiyet kimliği anlamında “erkek” ve “kadın” diye tavır, tutum, davranış, mizaç, huy, duygu olarak katır-kutur bir ataerkil dayatma ile insanlığımız pahasına parçalara ayrılmış halimize bir karşı çıkış, muzip bir direniş, kafa tutuştu Seyfi Dursunoğlu.
Fakat elbette Seyfi Dursunoğlu, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi noktasında politik-aktivist bir insan değildi. LGBTTİ+ hareketin, bu ülkenin cahil, gaddar, azılı ve saldırgan homofobik çoğunluğu karşısında hâlâ inadına ve dirençle sürdürmeye çalıştığı, kimlik ve varoluş hakkı doğrultusunda bir politik mücadelenin bilebildiğimiz kadarıyla dışındaydı o.
Ancak bu, onu toptancı ve üstünkörü bir yaklaşımla apolitik, renksiz, omurgasız bir söylem ve pratik içinde saymaya da elvermez. Bu, haksızlık olur.
Evet, şov dünyasının içindeydi ve sanırım herkesçe bilindiği üzere popüler kültürün LGBTTİ+ kimlik açısından nispeten toleranslı ve korunaklı ikliminde nefes alıp vermekteydi. Bununla birlikte, çok sık kullandığımız, dilimize pelesenk ettiğimiz “Popüler, politiktir” mottomuzdan hareketle öne sürecek olursak Seyfi Dursunoğlu’nun Huysuz Virjin karakteriyle “şov” adı altında toplumun karşısında sergilediği performans, politik bir mahiyete sahip olmaktan da hepten uzak sayılamaz.
Bu söylediğimi, Amerikalı siyaset bilimci ve antropolog James Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatları başlıklı önemli çalışmasından hareketle temellendirmeye çalışayım.
Scott, tâbi ve bağımlı konumdakilerin (köleler, serfler, aşağı kasttakiler veya sömürge yönetimlerin uyrukları) kendileri üzerinde tahakküm sahibi olanlar önünde ürettikleri söyleme “kamusal senaryo” (public transcript) adını verir. Bu “kamusal senaryo”, hâkim grubun bir portresi olup onun iktidarına uyarlıdır ve tâbi konumda olanların bu tâbiliğini aksettirecek nitelikte dizayn edilmiştir.
Bununla birlikte tâbi konumdakilerin, kendileri üzerinde iktidar kuranların doğrudan gözetiminden uzak olduklarında dolaylıca, şarkıya-türküye, fıkraya-mizaha, ritüele-oyuna dayanarak ürettikleri, “kamusal senaryo”da belirenlerle çelişen ve çatışan, onu değilleyip çürüten bir başka söylem daha vardır ki Scott buna da “gizli-saklı senaryo” (hidden transcript) adını verir. Bu “saklı-senaryo”da dışa vurulan söylem ve pratik; sözler, jestler, mimikler, espriler, vb., tâbi olanların “kamusal senaryo”sundan egemenlerin iktidar kullanımı nedeniyle dışlanan, kamufle edilen ama “gerçeğin ta kendisi” edimleri içerir.
Bu çerçeveden hareketle yorumlayacak olursak, onu “tanıdıkları” kanısında olanların tarifleriyle, sahnede Huysuz Virjin’le bir “saklı-senaryo”yu ataerkil-heteronormatif tahakkümün yüzüne ayan-beyan vuran insan, sahneden indikten sonra Seyfi Bey’le aynı tahakküm karşısında “kamusal senaryo”ya geri dönmektedir.
Dolayısıyla Seyfi Dursunoğlu, travesti kimliğin ve kültürün bir parçası olarak, bu topraklarda ataerkil, maşist, homofobik, transfobik ve heteronormatif tahakküm karşısında Huysuz Virjin dolayımıyla “direniş sanatı” sergileyen bir politik figürdü aynı zamanda…
Kalabalıklarda yalnız, kendisiyle dopdoluydu
Ve elbette yukarıdaki değerlendirmenin hiç de şaşırtıcı gelmeyecek bir sonucu olarak Seyfi Dursunoğlu, ailesiyle bağlarını belli ki koparmak zorunda kalmış yahut bırakılmış; yanı sıra sahnede Huysuz Virjin’le çok kalabalık bir kitlenin baş tacı olsa da bunun ötesinde kendi hakiki dünyasında hemen hiç kimseyle pek fazla haşir neşir olmayan yalnız bir insandı.
Tam bir “kalabalıklarda yalnızlık” hali içinde idi.
Nasıl olmasın ki!.. Seyfi Dursunoğlu, ataerkil ve maşist bir kör karanlığa gömülmüş şu memlekette, onun kükürtlü düzeninde ne erkek ne de kadındı.
Ama Seyfi Dursunoğlu hakikatte hem erkek hem kadındı! Hepimizin, insanlığımızdan eksilerek “erkek” ya da “kadın” olduğumuz bu zehirli iklimde o, her iki cinsiyeti de bağrında taşıyan alabildiğine tam bir insandı!..
E, böyle olunca onun payına bu homofobik/transfobik yangın yerinde yalnızlıktan başka ne düşebilirdi ki?!..
Ne diyordu söz başında da ufkumuzu ve zihnimizi açan dizelerin sahibi büyük şair Özdemir Asaf, “Yalnızlık” için:

“Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan..
Dışından anlaşılmaz.
(…)
Bir düşün’de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Aşkın bir insanlık halinin sözcüsü ve pratisyeni Seyfi Dursunoğlu, bu haliyle paylaşabileceği hiçbir şey olmayan, sadece “şov”una meftun bir kalabalığın içinde gerçekte elbet yalnızdı. Ama yalnızlığında ve yalnızlığıyla zengin, kendisiyle dopdolu bir insandı.
Vefatı, ölümsüzlükle buluşmadır. Helâl olsun ona!..


(KAYNAKLAR: Tayfun Atay, Çin İşi Japon İşi: Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler, İletişim, 2012; James C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar, Çev. Alev Türker, Ayrıntı, 1995)

Seyfi Dursunoğlu, ataerkil ve maşist bir kör karanlığına gömülmüş bu memlekette, onun kükürtlü düzeninde ne erkek ne de kadındı. Ama Seyfi Dursunoğlu hakikatte hem erkek hem kadındı! Hepimizin, insanlığımızdan eksilerek “erkek” ya da “kadın” olduğumuz bu zehirli iklimde o, her iki cinsiyeti de bağrında taşıyan alabildiğine tam bir insandı!..

Yaşasın ‘Huysuz Realite’!

Seyfi Dursunoğlu, seksüel ikiyüzlülüğümüzü suratımıza çarpan ve maçoluğuyla mağrur toplumun aslında o maçoluğun mağduru olduğunu bize kahkahalar attırarak gösteren bir “şaman”dır!.. Öyle ki onun öznesi olduğu bir şov programına eleştirel yaklaşmaya da hiç gerek kalmaz. Çünkü onun programı, eleştirisini, hatta reddiyesini, hem de “huysuz bir hiciv”le kendi içinde barındırır.

Seyfi Dursunoğlu’nun popüler kültür tarihimize çoktan geçmiş performansıyla ete kemiğe bürüyüp hayat üflediği “Huysuz Virjin” karakteri, yıllardır toplumsal bilinçaltımızı dışa vurma yolunda “katalizör” etkili bir temsil sayılabilir. Seksüel ikiyüzlülüğümüzü suratımıza çarpan ve maçoluğuyla mağrur toplumun aslında o maçoluğun mağduru olduğunu bize kahkahalar attırarak gösteren bir “şaman”dır Dursunoğlu!..
O, “realite-şov” işinin içine girince, işin iç yüzüne dair pek çok şeyi de “içerden” söylüyor büyük bir rahatlıkla.
Böyle olduğu için de onun öznesi olduğu bir programa eleştirel yaklaşmaya hiç gerek kalmıyor! Çünkü onun programı, eleştirisini, hatta reddiyesini, hem de “huysuz bir hiciv”le kendi içinde barındırıyor.
2011 yazında Show TV’de yayına girmiş Huysuz’la Dans Eder misin? bu söylediklerimize zemin oluşturan, dans yarışması formatında seyrimize sunulan bir realite-şov programıydı.
Dursunoğlu, o programda adeta “sıradan insan”a şöhret vaftizi yapacak “meşhuriyet tapınağı” rahipleri gibi koltuklara kurulmuş jüri üyelerinin paçasını aşağı alırken bize “fazla yoruma hacet yok, elde var kahkaha” dedirten bir performans sergilemiştir.
Mesela:
“[İki jüri üyesine yönelik] Biri balet, biri oryantal; hiç tutarlılık yok aralarında; neye göre inceleyip oy veriyorsunuz çok merak ediyorum doğrusu!..”
Kahkahalarla izledik, her daim hepimizin aklına takılan sorunun böyle orta yere savruluşunu…
“Maşallah sen cihannümasın! Herkese 3 [puan] veriyor; nazar-ı dikkati çekmek için!..”
Kahkahalarla anladık, “Ne olursan ol, görün!” şiarıyla hayata geçen kitle kültürüne bu ince eleştiriyi…
Ve (9 [puan] veren jüri üyesine atfen), “Koreograf bunun arkadaşı!..”
Kahkahalarla değerlendirdik, bu eğlence endüstrisinin bir parçası olan ahbap çavuş ilişkilerine yönelik şakayla karışık imayı…
Kısacası “Huysuz”, size laf bırakmıyor söylenecek!..
Afrika dansı yapan yarışmacı çifte yönelik, “Duygusuzdunuz!” yorumunu yapan Uğurkan Erez’e “sosyopolitik” espriyi yapıştırıyor:
“Afrika’da duygu arıyor! Ayol, karnı aç adamın karnı, ne duygusu olacak!”
Bu sözlere Erez’den gelen ve insana harakiri yaptırtacak şu karşılığa bakın: “Olmaz olur mu hiç! O ‘Haka Dansı’nda nasıl duygu vardır, hatırlayın!..”
Eyvah ki eyvah! Yeni Zelanda’yı Afrika’da sanıyor veya Afrika “sayıyor”! Belki de oradaki de siyah, buradaki de siyah ya, fark etmez diye düşünüyor!..
“Cehalet geldi cihane, baş ağrısı bahane,” diye bizi feryat ettirecek bu sözlere, bize gerek kalmadan “Huysuz”, içimize kahkaha ferahlığı saçarak veriyor karşılığı:
“Lütfen, yönetmenden rica ediyorum, bundan sonra Uğurkan konuşurken manzara göstereceksiniz.”
Realite-şovun böylesine can kurban! Yaşasın “Huysuz” realite!..

Tayfun Atay
(Görünüyorum O Halde Varım: ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan, Can Yayınları, 2017, s. 114-115)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi