Hepimiz Kâbil’in çocuklarıyız!

İnsanlık “Kâbilleşmiş”; kendi içinden zaman zaman çıkan “Hâbil”leri de kestirmeden elimine etmiştir. Her gün-her saniye insan marifetiyle soyu tükenen hayvanlar-bitkiler; eriyen-kuruyan göller, ırmaklar, buzullar; kirlenen-tükenen hava, su, toprak; ve hepsinin toplamı olarak karşımızda duran küresel iklim kıyameti karşısında denilebilir ki evet, hepimiz Kâbil’in çocuklarıyız ve “ölü yıldızlara hayatı götürme” bahanesiyle çıktığımız yolda yeryüzüne ölümü indirmiş bulunmaktayız!..

Başlığımız bir dönemin Harari’si denilebilecek Robert Ardrey’in 1960’larda ortalığın altını üstüne getirmiş çoksatarı African Genesis’ten alınma. Kitabın son bölümü “Kâbil’in Çocukları” (Cain’s Children) içinde hemen başlarda Ardrey korkunç ama o ölçüde de düşünce kışkırtıcı şöyle bir paragrafla karşımızdadır:

“Bizler Kâbil’in çocuklarıyız. Giderek büyüyen bir beyin ve etobur yaşam biçimi, bir genetik imkân olarak insanı var etti. Bu yırtıcının sıkı sıkıya paketlenmiş silahları, bizim şimdi üzerinde durduğumuz en yüksek, en son ve belirgin temelleri biçimlendirdi. Ne kadar derine gidiyor bu? Birkaç milyon, beş milyon, on milyon yıl?.. Bilmiyoruz. Fakat o, bizi biz yapan temeli oluşturan materyal, tıpkı şimdi şehirlerimizin de temel materyali olduğu gibi… (…) İnsan, doğal içgüdüsü silahla öldürmek olan bir yırtıcı. Büyümüş bir beynin halihazırda silahlı ve çok başarılı bir yırtıcı hayvana eklenmesi sadece insan varlığını değil, aynı zamanda insan ‘çıkmazı’nı da yarattı.” [1]

Etçil, yırtıcı ve katil bir “çıplak maymun”

İnsanın varoluş serüvenini bu şekilde etçil, yırtıcı ve katil maymunlardan bir evrimsel çıkışla açıklayan Ardrey, yaşadığı dönemde antropolojinin ortaya koyduğu bazı bulguları ihtiyatsızca ve sansasyonelliği hedefleyen bir stratejik öncelikle yorumlayıp popüler ilgiye açma başarısı göstermiş bir yazar. Dediğimiz gibi bugünkü karşılığı olsa olsa Sapiens ve Homo Deus yazarı Yuval Noah Harari’dir. Ardrey de African Genesis (1961) ardından başka çoksatarlara imza atmıştır. Yorum ve tezleri çok tartışılmış, yanlışlanmış, başka ya da müteakip antropolojik-arkeolojik bulgu ve verilerle de yer yer çürütülmüştür.

Ama kitabın en can alıcı ifadesi olan “Kabil’in çocuklarıyız”, insanın canlısıyla-cansızıyla, havasıyla-suyuyla-toprağıyla bir bütün olarak yeryüzüne yapıp ettiklerine bakıldığında hatırlanmayı ve hatırlatılmayı hak ediyor. Özellikle de söz konusu bu ifadeyle örtüşme, bağdaşma ve paydaşlık taşır şekilde “Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm!” başlığıyla çıkan yeni kitabımın kamuoyuyla buluşmasının heyecanını yaşadığım şu günlerde!..

Ardrey’e, kitabı African Genesis’e ve onun “Kâbil’in çocukları” iddiasına tekrar döneceğiz. Ama önce biraz arkaplân bilgilendirmesi yapmak ve bu çerçevede “Hâbil-Kâbil olayı” için kutsal metinlerin sayfalarına yönelmemiz gerekiyor.

Âdem Havva’yı “bildikçe” Kâbil’le Hâbil oldu!

Ortadoğu ve “Tarım” kökenli üç tektanrıcı “İbrahimî” dinin kutsal metinlerinde de yer alan Hâbil-Kâbil anlatısı, insanın nasıl bir varlık olduğunu tartışmaya açma ve onun yapıp etmelerini (kültürel kapasitesini) sorunsallaştırma yolunda bize bir ölçüde yardımcı olur ve ışık tutar. Tevrat’ta (Eski Ahit) hemen başta “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde ayrıntılı şekilde karşımıza çıkan anlatı malûm: İlk insan Âdem ve karısı Havva, Tanrı’nın emrine uymayıp onun “Yemeyin” dediği meyveyi yiyerek kendilerini-birbirlerini “bilir” (cinselliklerinin ayırdına varır) hale gelince cennetten dünyaya kovulurlar. Ardından metinde kaydedildiği üzere Âdem karısını “bilir” ve Havva, Kâbil’i doğurur. Sonra Âdem karısını yine “bilir” ve Havva Kâbil’in kardeşi Hâbil’i doğurur.

Tanrı, dünyaya kovduğu Âdem’e “ceza” olarak “Geçimin topraktan olacak” dediği için Âdemoğulları Kâbil ile Hâbil de birincisi çiftçi, ikincisi çoban olarak hayatlarını sürdürmektedirler. Bu iki kardeş her nasılsa (ayrıntılı rivayetlere de birazdan değineceğiz) aralarındaki rekabetle kendilerini Tanrı’ya beğendirme yolunda hasatlarının ilk mahsullerini; bir demet buğday ile ilk doğan kuzuyu ona “takdime” (sunu) yaparlar. “Rab, Hâbil’e ve onun takdimesine [kuzuya] ‘baktı’, ama Kâbil’e ve onun takdimesine [buğday demetine] bakmadı” diye yazmaktadır kutsal kitapta.[2]

“Niçin öfkelendin, niçin surat astın!”

Sonuç, Kâbil’in Tanrı’ya feci halde bozulması eşliğinde kardeşi Hâbil’e karşı korkunç bir kıskançlık ve nefret duymasıdır. Tanrı bile bunun farkındadır ve Kâbil’e şöyle seslenmeden duramaz:

“Niçin öfkelendin ve niçin suratını astın?!.. Eğer iyi davranırsan o [takdime] yükseltilmeyecek mi?.. Ve eğer iyi davranmazsan günah kapıda pusuya yatmıştır ve onun istediği sensin. Fakat sen üstün ol!..”

Gel gelelim Kâbil günaha değil, günah Kâbil’e üstün olur ve o, kardeşi Hâbil’i bir taşla kafasına vurarak öldürür. Bunun üzerine Tanrı Kâbil’i lânetleyip kovar ve onu yeryüzünde kaçak ve serseri olarak yaşamaya mahkûm eder. Fakat yine de Kâbil’i korumaya almıştır. Onu öldürmeye kalkanlardan yedi kere öç alınacağını belirtir ve kimse onu vurmasın diye de Kâbil’in üzerine bir işaret koyar.[3]

Asıl mesele: Aklîmâ

Kutsal kitapta yer almayan ama gerek Yahudi gerekse bazı İslamî tarih ve tefsir kitaplarında, söz gelimi Kısas-ı Enbiya’da çok daha ayrıntılı yer alan bilgiler bizi “işin içinde iş” olduğunu düşünmeye yöneltir. Bir yandan ortada günümüzden 10 bin yıl önce gerçekleşmiş tarım devrimi sonrası süreçte başlayıp çok yakın zamanlara kadar süre gelmiş bir maddi (ekonomi-politik) çatışma gerçeğinin fantastik/mitolojik karşılığı var gibi görünmektedir. Bu, geçimleri aynı toprağı tarla ya da otlak şeklinde yek diğerine karşı elde tutmaya hayatî olarak bağlı çiftçi-çoban çatışmasıdır.

Diğer yandan kavganın temel nedeninin “kız meselesi” olduğu da kaydedilmektedir.

Rivayet olunmaktadır ki Havva Ana aslında her batında biri erkek diğeri kız ikiz çocuklar dünyaya getirmiştir ve ilk batında doğanlar Kâbil ve ikizi, güzeller güzeli Aklîmâ’dır. İkinci batında doğanlar Hâbil ve güzellik bakımından daha mütevazı durumdaki Lebûda’dır. İnsan soyunun soylanması-boylanması için bu aşamada enseste bir dereceye kadar izin vardır. Şöyle ki ikiz kız kardeşle değil ama ikiziniz olmayan kız kardeşle evlenebilirsiniz.

Gel gelelim Kâbil, güzel ve çekici ikizine tutkuyla bağlıdır ve Aklîmâ’yı kimseye bırakmaya da niyeti yoktur. Âdem Baba, Kâbil’in ikiziyle Hâbil’i, Hâbil’inkiyle de Kâbil’i evlendirmek isteyince çıngar çıkar. Babaları işi Tanrı’ya havale eder ve işte “takdime”nin asıl sebebi de budur.

Sonuçta Kâbil’in tutkusunu Tanrı’nın kararı bile frenleyemez ve kız meselesi yüzünden kardeş kanı akar. Kâbil bir taşı “alet” (silah) haline dönüştürerek kardeşini öldürür ve (belirtilmiyor ama kuvvetle muhtemel ki Aklîmâ’yı da karısı olarak yanına alıp) uzaklara kaçar, kayıplara karışır.

Kâbil uzaklara değil içimize kaçtı!

Tektanrıcı kutsal anlatı böyle. Onun, kendisini önceleyen çoktanrıcı Sümer mitolojisinden; çoban tanrısı Dumuzi ve çiftçi tanrısı Enkimdu’nun aşk ve bereket tanrıçası İnanna’ya kendilerini beğendirme yolunda girdikleri kıyasıya rekabet anlatısından esinlenildiğinin kuvvetle muhtemel olduğuna da Muazzez İlmiye Çığ hocayı yâd ederek son bir not düşelim.[4]

Artık başa, Robert Ardrey’in kitabına, onun “Kabil’in çocuklarıyız” ifadesine dönebiliriz. Bu ifade doğrultusunda ve yukarıda aktardıklarımız çerçevesinde düşünülebilir ki Kâbil uzaklara değil içimize kaçmış; kayıplara da karışmamış, bizimle insan yaşamının içinde hükmünü icraya dünden bugüne durmaksızın devam etmiştir!..   

İnsanın anavatanı Afrika

Ardrey’in African Genesis (Afrika’dan Yaratılış) kitabı, 1920’ler ve 30’lardan itibaren antropoloji alanında ortaya çıkan yeni buluntulara dayalı tespitler temelinde zamanlama açısından mükemmel bir noktada sökün etmiştir.

Anatomist olmakla birlikte biliminsanı olarak esasen paleoantropoloji alanında saygınlaşmış Raymond Dart, 1924 yılında Güney Afrika’nın Botswana eyaletindeki Taung kireçtaşı ocaklarında bulunup kendisine iletilen bir kafatası parçasını incelediğinde, o döneme kadar hemen herkesin mutabık olduğu bir kanaati değiştirdi. Bu, insanın anavatanının o zamana kadar düşünüldüğü üzere Asya değil, Afrika olduğuydu.

Dart’ın elinde tuttuğu, daha sonra ilgili bilim terminolojisine Australopithecus (“Güney Maymunu”) olarak geçecek; iki ayağı üzerinde dik duran ve yürüyen; elleriyle alet kullanan ama henüz alet yapabilecek yetkinliğe ulaşmamış (bu ihtimalin eldeki veriler ışığında çok düşük olduğu düşünülen); dolayısıyla insan denemese de “insansı” olarak addedilecek varlığa ait bir kalıntıydı. Zamanla yaratığın başka buluntuları da ortaya çıkarılacaktı. Onun taşları kullanarak başka canlıları öldürdüğü ve yediği, buluntu yerlerindeki diğer kalıntılardan da anlaşılmaktaydı.

İşte Ardrey, 1950’lerde bizzat Güney Afrika’ya da gidip Dart’la görüşerek antropolojik açıdan devrimsel mahiyetteki bu bilimsel bilgi çerçevesini African Genesis ile popüler ilgiye açmıştır. Kitabın etkisi de yankısı da muazzam oldu. Bunlar arasında belki de en fazla ses getirmiş olan, bir Stanley Kubrick şaheseri olarak dünya sinema tarihinde eşsiz bir yere sahip 1968 yapımı 2001: A Space Odyssey’dir.

Afrika çayırından uzay karanlığına: İnsanın macerası  

Kubrick’in Space Odyssey’sinin girişindeki “İnsanın Doğuşu” (Dawn of Man) bölümü, tam anlamıyla Ardrey’in kitabından esinlenmedir.

Karşımızda Australopithecus-benzeri iki grup arasında bir su kaynağını ele geçirme yolunda mücadele sahnelenmektedir. Gruplardan birinin üyesi, büyükçe bir hayvan kemiğini güçlü bir biçimde kavrayarak, yani “alet”e (silaha) dönüştürüp rakip gruptan birinin kafasına (tıpkı Kâbil’in Hâbil’e yaptığı gibi!) geçirerek onu yere serer. Böylece öteki grubu korkutup kaçırır ve bölgeyi kendi grubuna kazandırır. Bu kazanımın zafer sarhoşluğu içinde de kemiği (ilk aleti) coşkuyla havaya fırlatır. Havaya doğru ağır çekim döne döne yükselen kemik nihayet bir uzay gemisine (halihazırda en son, güncel alete) dönüşerek insanlığın tarih-öncesinden tarih-sonrasına, Afrika’nın uçsuz bucaksız çayırlıklarından uzayın derin karanlıklarına yönelen fethi bize özetleyecektir.

Anlatılmak istenen, insanı ayırt eden kültür ve uygarlık adına her şeyin böyle başladığıdır: Yırtıcı, öldürücü, tahripkâr bir maymunun, aletle buluşmasıyla…

Bu, tam da Ardrey’in African Genesis’te anlattıklarının özüdür.

Ardrey, anatomist-paleoantropolog Dart’a ne borçluysa yönetmen Kubrick de Ardrey’e onu borçludur. Ama elbette, bir resmin bin kelimeye bedel olması gibi bir film de 10 dakikalık bir sahnede bize 400 sayfaya yakın bir kitabın özünü böyle çarpıcı resmetmektedir!..

Kâbilleşmiş insanlık

Başta belirttiğim gibi, insandaki yıkıcılığın kökenlerini etçil yırtıcılıkla alet yapımının bileşiminde bulan bu tez hayli sorunlu ve reddiyelere açıktır. Dart’ın tespit ettiği etçil insansı örneğinin dışında ve karşısında Afrika’nın güneyinden doğusuna otçul insansı örnekleri de bulunmuştur. Her şeyin ötesinde insan “omnivor”, yani hem etçil hem otçul, “hepçil” bir canlıdır. Tarihsel süreçte beslenme stratejisinde ağırlığı da hayvan avcılığının değil bitki toplayıcılığının oluşturduğu bir canlı…

Böyle olmakla birlikte bugün insanın yeryüzünde yapıp etmelerine bakıldığında Ardrey’in tezini ve kitabında nirengi noktası gibi duran “Kâbil’in çocuklarıyız” ifadesini öyle bir çırpıda silip atmanın da mümkün olmadığını; aksine insan “kültürel” pratiğinin Ardrey’e hak verdirecek bir yörüngede yol aldığını kaydetmek gerekir. İnsanlık geneli itibarıyla Kâbil’i izlemiş, “Kâbilleşmiş”; kendi içinden zaman zaman çıkan “Hâbil”leri de kestirmeden elimine etme cihetine gitmiştir.

Ardrey’e karşı çıkabilir, yazdıklarının bilimsel (paleoantropolojik-arkeolojik) geçerliliğini sorgulayabilirsiniz.

Ama yazdıklarının insan varlığının aktüel gerçekliğiyle buluşmadığını, daha açık deyişle her gün-her saniye insan marifetiyle soyu tükenen hayvanlar-bitkiler; eriyen-kuruyan göller, ırmaklar, buzullar; kirlenen-tükenen hava, su, toprak; ve hepsinin toplamı olarak karşımızda duran küresel iklim kıyameti karşısında bir anlam ifade etmediğini söylemek ancak ruhsal ve zihinsel bir körlükle mümkün olabilir.

O yüzden evet, hepimiz Kâbil’in çocuklarıyız ve “ölü yıldızlara hayatı götürme” bahanesiyle çıktığımız yolda yeryüzüne ölümü indirmiş bulunmaktayız! Nâzım’ın kemiklerini sızlatacak mahiyette:

“Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur,bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
ota,süte,ete,
umuda, hürriyete,

kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”
[5]


[1] Robert Ardrey, African Genesis: A Personal Investigation into the Animal Origins and Nature of Man, Dell Publishing, New York, 1969, s. 322.

[2] Kitabı Mukaddes – Eski ve Yeni Ahit, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1993, s. 4.

[3] Kitabı Mukaddes, s. 4.

[4] Cennetten kovulma ve Habil-Kâbil anlatılarının antropolojik çözümleme ve yorumu için bkz. T. Atay, Din Hayattan Çıkar: Antropolojik Denemeler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021 (8. Baskı), s. 53-56.

[5] Nâzım Hikmet, “Stronsium 90”, Yeni Şiirler içinde, Adam Yayınları, İstanbul, 1990 (3. Basım), s. 132.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi