“Hepimiz Ölelim Dünya Size Kalsın”

“Hepimiz Ölelim Dünya Size Kalsın”
İktidarlarının ilk günlerinde “kader diye geçiştirilemez” olarak görünenler, zamanla kader, fıtrat oldu. Kriz anında siyaset olmasın diye konuşulmayanlar, süreç geçip gittiğinde bir daha hatırlanmadı, eski dönemin alışkanlıkları...

İktidarlarının ilk günlerinde “kader diye geçiştirilemez” olarak görünenler, zamanla kader, fıtrat oldu. Kriz anında siyaset olmasın diye konuşulmayanlar, süreç geçip gittiğinde bir daha hatırlanmadı, eski dönemin alışkanlıkları süslü kavramlarla tekrarlandı ki imar barışını hatırlamak yeterli.

Yıldız Tilbe, depremin üçüncü gecesinde halen enkaz altındakiler ve kurtarılsa bile yardıma ihtiyacı olanlar için herkesin seferber olduğu saatlerde Twitter’ın yavaşlatılmasına tepki göstermek için yazdığı tweet’i böyle bitiriyordu: “Hepimiz ölelim dünya size kalsın.” Kendi taraftarının bile anlamakta zorlandığı bu durumun olduğu saatlerde sosyal medyayı takip etme imkânı kalmayınca Yeni Şafak’ın arşivinde bir gezintiye çıktım. Daha doğrusu bir dönem bu gazetenin yazarı olan, şimdinin AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in arşivinde.

Depremlerin şiddeti, etkilediği insan sayısı, coğrafyanın büyüklüğü, mevsim şartları aynı değil amenna. Ama benzeyen bir konu var ki o da devletin, bürokrasinin ve onları kutsal gören anlayışın tutumu… 17 Ağustos depreminde devletin hantallığını, basiretsizliğini, eksikliğini eleştirdiği için halkın büyük teveccühünü alarak iktidar olanlar; “çürümüş olan eski Türkiye’yi geride bırakma, sadece afetlerde değil sonrasında da aynı hatanın, zafiyetin yaşanmayacağı sözünü verdiler. Bu da denetim, risk yönetimi, kalıcı tedbirler demek. Bunların yeterli gelmediği süreç içinde yaşanan afetlerde çöken kamu binaları, yollara rağmen kabul edilmedi. İktidarlarının ilk günlerinde “kader diye geçiştirilemez” olarak görünenler, zamanla kader, fıtrat oldu. Kriz anında siyaset olmasın diye konuşulmayanlar, süreç geçip gittiğinde bir daha hatırlanmadı, eski dönemin alışkanlıkları süslü kavramlarla tekrarlandı ki imar barışını hatırlamak yeterli. Son yıllarda koordinasyon başta olmak üzere afet yönetimindeki sorunlar, sel, orman yangını, deprem gibi süreç içinde yaşanan afetlerde daha da görünür oldu. Devletin koordinasyonunun gerekli ve elzem olduğu ancak afet yönetiminde yerel ve sivil katılımın hayatiyeti hep vurgulandı. Keza aşırı merkezileşmenin, merkezi-yerel idareler arasındaki karşıtlığın sahada oluşturduğu sorunlar da.

Gerçeklikten Kopuş
Ancak bunlar görülmediği gibi daha ilk saatlerde şimdiye kadar yaşanmamış büyüklükte bir afetle karşı karşıya kalındığı anlaşılmasına rağmen diğer afetlerdeki tutumlar sergilendi. Depremin ilk günü Hatay, Maraş ve Adıyaman’dan binlerce hiç ulaşılamayan enkaz olduğu sosyal medyada çığlık çığlığa yazılırken, bölgedeki STK temsilcileri, yerel gazeteciler durumun vahametini ortaya koymak için çaba gösterirken; AFAD Başkanı’nın ve diğer yetkililerin “ulaşılmayan yer kalmadı” açıklaması gerçeklikten kopuşun en önemli göstergesiydi. Yıllardır girdikleri yankı odalarının konforuyla yakınlarının gömülü olduğu enkazların başında saatlerce bekleyenlere “devlet yetersiz deme” çıkışında bulunabildiler, bu yaptıklarıyla afete daha hızlı müdahale noktasında vebal aldıklarını bile düşünemediler. İktidar tabanı “eleştirileri” siyaset yapmak, “birlik beraberliği bozmak” olarak nitelese de; eleştirilerdeki talepler haklıydı, elzemdi, zaten birbiri ardına da yapıldı. Ancak bu, kritik saatlerin kaybedilmesine sebep oldu.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” nasihatini dilinden düşürmeyenler, Kahramanmaraş depremlerinin ilk gününden itibaren 1999’da eleştirdikleri gibi davrandı ne yazık ki. O günlerde söylediklerini hatırlıyorlar mı yoksa artık kendi kişisel tarihlerini bile unutacak kadar zıddına mı dönüştüler bilemiyorum. Ama hepimizin bildiği bir şey var ki; o da bugün o şekilde yazabilecek herkesin içinde bir yerlerde “başıma bir şey gelir mi” korkusu var. Aynı eleştirileri yayınlayabilecek anaakım bir medya yok, göçük başında yakınlarından bir ses duymak için bekleyenlerin bile söylediklerini tartmak durumunda olduğu vasat, durumu yeterince resmediyor.
İşte depremin ilk günü “Devletimiz güçlüdür, Cumhur ittifakı olarak sahadayız” diyen Ömer Çelik’in “enkaza müdahale etmek yerine, enkazın başında otoriteyi tesis etmeye çalışan devlet” kavramsallaştırmasıyla bugünlerde yaşadıklarımızı tasvir etmiş hissi veren eski yazılarından bazı bölümler:
Apaçık ortada olan ve karşılıkları can kaybıyla, Türkiye’nin en az yirmi yılına mal olacak mal kaybıyla ödenen ihmalleri ve beceriksizlikleri dile getirenleri “şaibeli” duruma düşürmeye çalışmaktan başka bir gayreti hâlâ görünmüyor resmi sözcülerin. Kendi sorumluluğunu örtbas etmek isteyen devlet erki hâlâ meseleyi mümkün olduğunca sümen altı etmeye harcıyor enerjisini.

Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin “milli birlik ve beraberlik” nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız.

Toplumun tek başına yapabildikleri çoğu noktada hayatın eldeki imkânlarla sürdürülebilmesi için yeterli olabiliyor ancak. Hayatın gerçekten normale dönebilmesi ve felaketlerin hayatın akışını en alt düzeyde etkilemesinin sağlanması, daha üst bir organizasyonu gerekli kılıyor. İşte bu noktada devlete ihtiyaç duyuluyor. Devlet ise gelen gıda yardımlarını resmi depolara aktarma işine enerjisini büyük bir iştahla akıtırken, kendisine asıl ihtiyaç duyulan üst organizasyon taleplerine cevap veremiyor. Bırakın kendisine ihtiyaç duyulan yerde olmasını, işlerin düzgün yürüdüğü yerlerde de otoritesini tesis etmek adına öyle uygulamalar sergiliyor ki, hayatın normale dönmesinden çok otoritenin tesis edilmesini öncelediği izlenimini veriyor.
Deprem konusundaki eleştirileri “devletin yıpratılması” ya da “surda gedik açma gayretleri” olarak tanımlayan, medyaya “çeki düzen verilmesinden” bahseden ve en önemlisi de hükümet etme biçimi eleştirildiği zaman, bunun karşısına “devlet erki”nin kavramlarını çıkaran bir Hükümet var karşımızda.

Devletin bu tavrı, karşısına ekonomik sıkıntılar içinde yuvarlanan, hafızası zayıf “toplum” çıktığı sürece hükmünü yürütüyordu. Fakat bu sefer karşısında “doğa” var. İradesi söz dinlemeyen, baskı altına alınamayan ve susturulamayan bir güç. Bununla mücadele etmek diye bir şey söz konusu değil. Tarihte olduğu gibi denizi zincirlerle dövmek de bir fayda sağlamaz. Felaketlere karşı durmak ya da görmezden gelmek yerine, beraber yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Bu da daha işlevsel ve demokratik denetim mekanizmalarına açık bir devlet yapılanmasına kavuşmamızı gerektiriyor.
Son alıntı bugünün muktedirleri ve ibresi ‘ihtiyaç sahibi yurttaşa değil ona ulaşan güç’e duyarlı destekçileri için halen çok geçerli bir nasihat… Bu zor günlerde tek tesellimiz ise memleketin dört bir yanında dayanışmayı büyütenler; enkaz başından sosyal medyaya, yardım merkezlerinden saha gerisinde canla başla çalışan, maddi manevi katkı sunan, dualarda buluşan bir millet…