“İdeal”in ve “Normal”in despotluğunda “Öteki” olmak üzerine

Yaşadığımız toplumda kabul görme, onaylanma, benimsenme hepimizin temel ihtiyacı. Buna ancak o toplumun “Normal” dediklerini alıp kabul ettiğimizde erişebiliyoruz. Ancak bu öyle bir çember ki müdahale etmediğinizde geçirgenliği azalıyor giderek sertleşip bir kabuk haline geliyor. Sarıp sarmalayan normlar bir anda sizin de düşünceleriniz, değerleriniz gibi çörekleniveriyor dünyanıza.

Küçük ve dar bir bakkal dükkanıydı. Kapıdan içeri girdiğinizde uzun koridorun sağında ve solunda sıralanmış raflarda türlü çeşit bisküviler, yağlar, deterjanlar üzerinde kalu beladan kalma tozlarla müşterilerini beklerdi. Bu uzun ve tozlu mağaranın en sonunda, her zaman olduğu gibi masasının başında oturmuş, elinde sigarasıyla Yusuf Abi’ye rastlayabilirdiniz. Bazen şeker bazen çay almak için girerdim dükkanına. “Nasılsın Yusuf Abi?” diye her soruşumda hafifçe tebessüm eder, parmaklarını tümden açıp elini usulca sallar “Normal, normal!” derdi. Yusuf Abi’nin hayatında anormalliklere yer yoktu, hayatı “Normal”in hükümranlığında devam ederdi çünkü. Sabah erken saatte dükkanına gelir, fırıncının bıraktığı ekmekleri dolaba dizer ve akşama kadar neredeyse hiç kalkmayacağı masasının başına otururdu. İçine çökmüş, kumaşı yıpranmış sandalyesini biraz olsun rahat kılabilmek için evden getirdiği basma desenli minderle beslemişti. Belli ki gençliğinden kalan tüm hayallerini, yaşama dair beklentilerini soyunup kapının önüne bırakmış, safî varlığı ile çırılçıplak kaldığını anlayınca babadan kalma bu dükkana sığınıvermişti. Yusuf Abi’nin kalan tek beklentisi artık hayatının aynı alıştığı “Normal”de devam etmesiydi. “Normal” artık onun amentüsüydü.
Peki ya hayatlarımızda “Normal” dediğimiz şey/şeyler nelerdir? “Normal” olanı ne kadar seviyor, ne kadar istiyoruz? Ya da bizce “Normal” olmayan şeyler neler ve onlara ne derece tahammül edebiliyoruz ve tabii bu “Normal” dediğimiz şeyleri kim ya da kimler belirliyor?
Sıkı bir kundak
Doğduğumuz andan itibaren dahil olduğumuz toplululuğun, cemaatin, ırkın, ailenin normları ile kundaklanmaya başlıyoruz. Kararlarımız, benliğimiz, karakterimiz, beğenilerimiz, duygularımız gün geçtikçe o toplululuğun, cemaatin, ırkın, ailenin normlarına göre şekilleniyor. Ergenliğe kadar uslu çocuklar oluyor çoğumuz. Ergenlikle beraber sorgulamaya başlıyor, üzerimizdeki o sımsıkı kundaktan sıyrılmaya çalışıyoruz. Bir iki yerden patlatıverdikse ne âlâ. Zamanla başka bezler dolanıyor gırtlağımıza kadar. Kimi zaman mensubu olduğumuz ailenim, kimi zaman yaşadığımız toplumun ama en çok da zamanının muktedirlerinin “Normal”lerini yaşamak zorunda kalıyoruz. Pes dediğimizde Yusuf Abi gibi tüm hayallerimizden, beklentilerimizden soyunup çırılçıplak varlığımızla çöküp kalıyoruz yaşamın bir köşesinde. “Normal”in güvenliği daha sıcak geliyor çünkü pek çoğumuza, tıpkı tavşanın tüylerinin dibi gibi. Yaşadığımız toplumda kabul görme, onaylanma, benimsenme hepimizin temel ihtiyacı. Buna ancak o toplumun “Normal” dediklerini alıp kabul ettiğimizde erişebiliyoruz. Ancak bu öyle bir çember ki müdahale etmediğinizde geçirgenliği azalıyor giderek sertleşip bir kabuk haline geliyor. Sarıp sarmalayan normlar bir anda sizin de düşünceleriniz, değerleriniz gibi çörekleniveriyor dünyanıza. Özellikle düşünmenin lükse kaçtığı kapalı toplumlarda yetişen bireyler için üzerinde düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez bir hale dönüşüveriyor. Bu durumda benimsenen, kutsanan “Normal”in dışındaki her şey “Öteki” oluyor ve çoğu zaman da düşmanlaştırılıyor. Doktor/yazar Erdal Atabek “İçinde olduğu durumu doğru algılayan, bu durum ve koşullara uygun hareket ederek kendini ve çevresini uyumlu kılan kişi normal sayılıyor.” diyor ve ekliyor “-kendisine ya da çevresine zarar vermediği sürece- bir kişinin normal dışı olması bence farklılıktır, buna hakkı vardır ve toplum tarafından kabul edilmelidir.” (Bilim ve Gelecek, Sayı:2)
Auggie
Düşüncede, inançta, görünüşte normalin dışına çıkıldığı anda “Anormal”in damgası indiriliveriyor acımasızca. Çünkü doğal seçilim sadece biyolojik yasalarla işlemiyor. Her toplumun kendine göre bir doğal seçilimi var. Ve pek çok zaman da bu doğal seçilimin yasaları acımasızca işliyor. Tıpkı Auggie Pulmman’a olduğu gibi. “Gelecek hafta beşinci sınıfa başlıyorum” diyordu Auggie izleyicilerine. “Ve daha önce hiç gerçek bir okula gitmediğim için tam anlamıyla ve kesinlikle ödüm kopuyor.” diye de ekliyordu. New York’ta annesi, babası, ablası ve köpeği Daisy ile birlikte yaşayan 10 yaşında bir çocuktur August “Auggie” Pullman. “Mandibulofacial dysostosis” olarak adlandırılan nadir bir tıbbi yüz deformitesi ile doğmuş, işitme cihazı olmadan görmek, koklamak, konuşmak ve duymak için 27 farklı ameliyat geçirmiştir. Beşinci sınıfa kadar annesi tarafından evde eğitim verilen Auggie için dışardaki hayat asıl şimdi başlıyordur. “Normal”in diktatörlüğü altında yaşamaya alışmış insanlar arasında “Öteki” olarak varlığını ispat etme zamanı gelmiştir. 2017 yapımı Wonder (Mucize) filmi Auggie’nin bu savaşının hikayesini anlatır. Film dünyadaki milyonlarca “Öteki”nin gerçek hikayesinden farklı olarak izleyenlerini keyifli bir sonla uğurlamak istediği için mutlu sonla bitmektedir.
Vulnus
“İdeal”in ve “Normal” olanın üstünlüğünde “Öteki”ne sırtımızı dönerek, bizim gibi görünen, bizim gibi yaşayan, bizim gibi düşünen insanlarla çevrili bir dünyaya sürükleniyoruz. Bu durumu İtalya ve Türkiye’den farklı yaş ve toplumsal statüdeki yirmi katılımcı ile yaptığı çalışmayla karşımıza çıkaran Gamze Hakverdi kısa süre önce Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı “Vulnus-Kırılganlık Üzerine”de idealin karşısına kırılganlığı koyuyor ve birbirine zıt gibi görünen bu iki kavramın gündelik yaşamda nasıl birbirinin yerine geçebildiğini örnekleriyle ortaya koyuyor. Kırılganlık (vulnerability) kelimesinin, Latince vulnus (yara) kelimesinden türediğine ve yaralanmaya, incinmeye, zarar görmeye açık olmak anlamını taşıdığına dikkat çeken yazar “Kavrama içkin olan Öteki ile ilişkiselliği içinde düşündüğümüzde, ‘yara’ sözcüğünden türemiş bir sözcük olarak kırılganlığı yaranın, yaralayan Ötekinin, bedenselliğin, zaman-mekânı ve dolayısıyla tarihi, toplumu ve kültürü içeren tüm bileşenleriyle birlikte politik bir chronotope’un konusu olarak düşünmek mümkün hale gelir.” diyerek konuya açıklık getiriyor. Çalışmaya katılanlarda hissettiği “Ben/ Benim gibi olanlar/ Benim gibi olmayanlar/ Onlar/ Onlar gibi olanlar/ Onlar gibi olmayanlar” düşüncesinin bedenin biricikliğini, kimseye benzemezliğini görünmez kılıp her daim bir kategoriye, gruba dahil olma arzusunu yansıttığına dikkat çeken Hakverdi “Kırılmazlık anlatısıyla ilgili her türlü imgesel üretim, kırılganlığı inkar eden liberal sistemin yakıtı olarak iş görür.” diyerek dönemin hakim anlayışındaki çarpıklığı da gözler önüne seriyor. Beden ve statü üzerinden farklı katılımcıların hikayeleri ile vardığı sonuçta yazar “İdeal”e karşı “Vulnus”u tanımamız gerektiğini ifade ediyor.
Hem Stephen Chbosky‘nin yönetmenliğini yaptığı Wonder hem de Gamze Hakverdi’nin “Vulnus”u, “İdeal”i yüceleştiren, “Normal”i kutsallaştıran, giderek kendi içine kapanan bir toplumda “Öteki” olarak yaşamanın ne denli zor olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bizlere.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi