İÇERİK, İÇERİK, İÇERİK

Geçtiğimiz hafta boyunca yaratıcı dünyalarda oldukça hareketli günlere tanık olduk; tabii bu hareket salgın öncesindeki tempomuzun nerede ise onda biri! Bu az ve öz olma hali;  hayatlarımızda gittikçe tek bir gerçeği berraklaştırıyor : nitelikli içerik her şeydir.

İnsanlara bir yazarı, bir gazeteyi, bir sanat eserini, bir TV programını, aklımıza gelebilecek pek çok şeyi sevdiren iki önemli sebep var. Biri size ne sunduğu, diğeri ise nasıl sunduğu. İçerikten ve üsluptan bahsediyorum.

Bu iki olgu, bizi insanlara bile bağlayan; yada onlardan uzaklaştıran başlıca nedenlerden ikisi. Kentler, köyler, yapılar, binalar, mekanlar, eşyalar da aslında bizleri ne sundukları ve nasıl sundukları ile çeker veya iterler. Tasarım kavramı bu ne? ve nasıl? işi ile ilgilenir.

Çarşısında, pazarında, sokaklarında dolaşırken keyif duyduğun, yabancılık çekmediğin o yer, saatlerce otursan bir yere kımıldamak istemediğin o kahvehane, gitmediğinde orada olmayı özlediğin o restoran, meyhane, çay bahçesi, ilk görüşte benim olmalı dediğin kıyafet, kullanırken iyi hissettiğin eşya, içinde güvende hissettiren ev, karşısına dikildiğinde, kapısından girdiğinde tüylerini diken diken diken eden yapı…Bir dakika durup düşünür müsünüz gözlerinizi kapayıp: neyi neden seviyorsunuz ve size ne sunuyor ?

Kimi zaman gülen bir yüz, kimi zaman unutulmayacak bir lezzet, izlemeyi sevdiğin bir manzara, dokunmayı sevdiğin bir duvar, rahat ettiğin bir koltuk, sessiz kalabildiğin bir köşe, rengi huzur veren bir kumaş, kağıt üzerinde yağ gibi kayan bir kalem, çektiğin tüm fotoğrafları saklayan bir telefon, sana güç ve karizma katan bir araç – muhtemelen bir motosiklet, üstü açık bir araba, seni denizde özgür kılan bir tekne…

HİKAYE ANLATICISI OLARAK TASARIMCI

Bize sunulan her şey bir tasarım. Duygularımızı, duyularımızı harekete geçirmek, beynimizde, kalbimizde kıvılcımlar çakmak üzere düşünülmüş ve yaratılmış şeyler orkestrası. Hepsi bir hikaye anlatıyor bizlere. Tek başlarına da, birlikte de. Kimi geçmişe bağlıyor, kimi gelecek düşlerimizi tetikliyor, kimi ile sadece birlikte olmak yeterli geliyor; tanıdık bir ses, bir koku, bir doku, bir görüntü, bizi yalnız değilmişiz gibi hissettiriyor. Bu nedenle tasarımcılara hikaye anlatıcılar diyorum. Daha doğrusu her hikayeye kanmıyorum da, nitelikli hikayeler anlatabilene iyi tasarımcı diyorum.

Bazen hikayeyi zaman da anlatır bunu biliyorum. Yer kendiliğinden öyle olmuştur, zamanla. O lezzet yerine zamanla oturmuştur; yapanın eliyle. Duvarda, taşta, ahşapta zamanın izleri vardır. Mesela cetvelle tasarlanmış bir parktansa, her zaman ormandır bize hikaye anlatan, çünkü ağaçlar zamandır ve zamanla giymişlerdir yabani otları, sarmaşıkları gövdelerine. Doğanın ve doğalın içeriği öyle engindir ki, tasarım ondan ilham alır; ona benzemeye çalışır ama çoğunlukla da onunla yarışır ve bu yarışta her güçlünün zayıfı zedelediği gibi, bu narin ve eşsiz içeriği yok eder ve onu bozar. Evet, içeriği olmayan, neyi nasıl sunduğu belirsiz, bazen de sırf yapılmış olmak için yapılan her şey dengeyi bozar ve asıl hikayeyi yok eder. İşte böyle bir dünyaya hızla koşuyorduk da, durduk sanki biraz. Artık az ve öz olmaya zorluyor bizi şartlar; gerçekten gerekli ise sunmak istiyoruz. Niteliğin değeri nicelik arasından hiç bu kadar sıyrılmamıştı.

İçeriği içselleştirebildiğimiz ölçüde olabiliriz; tabii “ol”mak başka bir konu! Ona yabancılaştıkça saçmalar hikayemiz. Bağlılıklarımız azalır, aidiyet duymayız. Hepimiz bir bozucu olur çıkarız. Yerlere maske atmak bozmaktır mesela bu kentin sokaklarını. İstanbul’un kadim içeriği bozuluverir yerleri, suları çöplerle dolunca.

Kafamda içeriğin yükselen değeri, geçtiğimiz hafta içinde beni keyiflendiren pek çok yaratıcı ana tanık oldum. Onlarla bütünleştim, onların hakkını verdim. Şimdi kısa kısa size bunları aktarmak ve paylaşmak istiyorum.

MASKE / ÇAĞRIŞIMLAR SERGİSİ

Böylesi bir yılın beklenmedik, planlanmamış beş günlük kaçamağını bir önceki hafta Bayburt, Baksı Müzesi’ne gerçekleştirdim. Müzeye daha önce üç kez gitmiş, ve sevgili tasarımcı dostlarımla mağazasında satışa sunulacak ürünler hakkında bir proje de gerçekleştirmiştim. Söz konusu Bayburt gibi bir kent ve bu kente olan gönül bağını oraya kurduğu bir Baksı rüyası ile tescilleyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan ve zarif eşi Oya Hanım olunca, tüm tasarımcı dostlarım da bu yer ile ilgili hayallere severek ortak olurlar. Baksı’nın hikayesi bizi bir araya getirir. Dağların hiçliği içinde bile bulursunuz aranan o eşsiz içeriği: saf, katıksız, yalın, sahici!

Bu kez de öyle oldu. Belki de Türkiye’de ilk kez, günlük hayatlarımıza bir anda giren ve pek de çıkacakmış gibi olmayan yeni bir eşya olan maske hakkında yaratıcı bir sergi açılmış oldu bu kez. 20 sanatçı ve tasarımcıdan oluşan bir grup yaratıcı insan, kendi yorumlarını kattılar maskeye; bu pek de sevmediğimiz zorunlu eşyanın onlara çağrıştırdıklarını hayata geçirip bize sundular.

Alp İşmen, Aykut Erol, Beyza Boynudelik, Enis Karavil, Felekşan Onar, Ferhat Özgür, Fırat Engin, Gülcan Şenyuvalı, Gülten İmamoğlu, Halit Berker, Hatice Gökçe, İrfan Önürmen, Mehmet Dere, Mehmet Kavukçu, Merve - Kerem Ariş (UNIQKA), Mike Berg, Mustafa Horasan, Özlem Süer, Sinan Logie ve Simay Bülbül’ün katılımcı olduğu sergiyi, sevgili Koçan ile birlikte ben deniz, Feride Çelik ve Banu Çarmıklı’dan oluşan bir kolektif çalışma hayata geçirdi. Grafik tasarımcı Emre Senan nefis bir poster tasarladı. İletişiminden filmlerine, en küçük detayından medya sponsorluğuna dek pek çok güzel insan ve kurum buluştu bu projede. Maske hakkında düşündüklerim tam da hazırlanan küratör metnindeki gibiydi; o metin şöyle diyor:

Bugün maske, belki de daha önce hiç olmadığı kadar gündemde, günlük yaşantımızın ta içinde… Maskelerimizin ardından iletişim kurmaya çabalıyoruz. Hayatımızın merkezinde maskeli konuşmalar, maskeli buluşmalar, maskeli vedalar var artık… Maskenin, aynı zamanda bir kavram olarak boyutlandırılmasını, sanatçı ve tasarımcılardaki çağrışımları ile yaratıcı eyleme konu edilmesini bu yüzden arzuladık. Böylelikle, yaşantımızda pek de olumlu nitelendirilmeyen bu nesneye ilişkin algının, farklı yorumlar ve dışavurumlar ile genleşmesini, zenginleşmesini hedefledik. ‘Maske/Çağrışımlar’ sergisinin izleyiciler üzerinde yeni sorulara, farklı çağrışımlara yol açmasını diliyoruz.”

Benim için, şaşırtıcı ve beklenmedik bir çağrışım silsilesi oluşturdu buradaki işler ve böylesi bir hikayenin içinde yer almaktan da büyük mutluluk duydum. Umarım sizler de seversiniz. 25 Eylül’de açılan sergimiz 15 Mayıs 2021 tarihine dek hem Baksı’daki depo müzede hem de çevrimiçi olarak Baksı Müzesi’nin web sitesinde gezilebiliyor.

BANA YILLAR SONRA TELEVİZYON AÇTIRAN PROGRAM: MİM

Pek çoklarınız gibi ben de televizyonu neredeyse hiç açmıyorum. Ekranı kullanıyor, aboneliklerimi ödüyorum ama öyle bir dönüşüm çağındayız ki, televizyon yayıncılığı benim için tarih olalı çok oldu. Böylesine yozlaşmış bir kanal ve yayın çöplüğü içerisinde bizlere sunduğu içeriği ile öne çıkan bir kanal var: TRT2.

Geçtiğimiz aylarda bir dostumun önerisi ile izlediğim çok eski ve harika bir filmden sonra defalarca takılı kaldım bu kanala. Canım Günseli Kato’nun bir yıl önce başlayan programının da ilkinin konuğu oldum, sonra da izledim; izliyorum ara sıra. TRT2 ‘nin bizlere sunduğu en yeni yayın bir mimarlık programı. Herkes bir mimarlık programı yapabilir; yaptı da, yapıyor da. Ne var ki bu kez bu işe soyunan mimar Nevzat Sayın olunca, içerik de, sunum da yeni ve keyifli bir hikaye üzerine kurgulanmış. Mekanın Santral İstanbul olması, masanın çapraz ayağı, uzak plan çekimlerden renkli çoraplara kadar her şey bize anlatmak istediğini nitelikli bir biçimde anlatmak üzere kurgulanmış.

İyi tasarım, bu detaycılıkta düş kurup, sanki hiç tasarlanmamış gibi bizlere sunabilme yetisinde gizli galiba. Sadece görselliği ile bile bağlanabildiğin, yabancı değil de orada hissettiğin bir sohbet. İlk konuğu mimari eleştiri üreten akademisyen mimar Prof. Dr. Celal Abdi Güzer olunca, yayın hayatına da daha keyifli başladı Mim.

Programı hazırlayıp sunan Sayın, Güzer’e yönelttiği harika soruları ile bizi mimarlık dünyasında keyifli bir içeriğe dahil etti. Kitap sayfaları çevirir gibi izledim programı doğrusu; hatta kaydettim.  Mim’in gelecek haftalardaki konukları arasında Hakan Demirel ve Melike Altınışık var. Kaçırmamanızı öneririm

PANDEMİ’YE DİRENEN MÜZE: ARTER

Her etkinliği, kurumu, kuruluşu, organizasyonu, kişiyi etkileyen, sarsan, planlarını alt üst eden salgın, kuşkusuz en büyük etkiyi kültür ve sanat dünyasında yarattı. Karşılaşılan bu olumsuzluk ile en iyi baş eden müze bana göre ARTER oldu. Geçtiğimiz yıl açılan müze hız kesmeden, eski sergilerinin yanında beş yeni sergi ile yeniden kapılarını güvenli bir biçimde izleyiciye açtı. Müzeler zaten gündelik yaşamdan sizi koparan steril ortamlar ve bu halleri ile kimi zaman benim üzerimde bir tür baskı yaratırlar. Bu steril ruh halini belki de ilk kez yadırgamadım; çünkü salgın ile nerede ise AVM ler bile aynı steril yaşam standardına kavuştu. Hijyenik bir sterillik değil kast ettiğim, az insan, az ses, açık ve ferah mekanların, çoğunlukla beyaz duvarların getirdiği estetik bir sterillik. Size sunulanın en yalın kabuk içinde sunulmasını amaç edinen, böylece içerik ile baş başa kalmanıza olanak veren.

Arter’de sunulan bu zengin içerikten, bende iz bırakan ikisinden bahsetmek istiyorum sizlere. İlki, Alman grafik tasarımcı, film yapımcısı ve sanatçı Klaus Peter Brehmer’ın çalışmalarından oldukça zengin bir kesit sunan Selen Ansen’in küratörlüğünü üstlendiği Büyük Resim.

1938 doğumlu Brehmen’in, büyük ustalıkla  görselleştirdiği datalar, diğer bir deyişle grafikler, bize bir işçinin çalışma saatlerinden, hissettiği duygulara, bir müzik parçasının notalarının piksel piksel renklere dönüşmesine, genel olarak sistemin eleştirisine, dönemindeki Almanya’ya, reklam kültürüne dair pek çok farklı hikaye anlatıyor. Brehmer şunu da soruyor: İnsanlara data grafikleri ile nasıl yalan söylersiniz? Bunu iklimden, ekonomiye, akademiden günlük yaşama kesip biriktirdiği ve sonra da  eserlerine taşıdığı istatistik grafikleri ile sorguluyor. Aklıma hemen, bizlere her gün salgının rakamsal tablosunu sunan turkuvaz grafik geliyor; ilk günden beri bir tasarım hatası olduğunu düşündüğüm grafiğin yanıltıcı yönleri gazetemizde de konu oldu zaten geçtiğimiz günlerde. İşte, sanatın gücü bu denli zamansız hikayeler sunabilmesinde değil değil midir?

Diğer bir sergide ise küratör ( ve müzenin direktörü) Melih Fereli seçkisi ile bu kez sanat ile müziğin buluştuğu bir içerik ile karşılaşıyoruz: Dinleyen Gözler İçin. Müzik, ritm, ses.. Hepsi  küçük ama büyük bir biçimde bir araya gelen eserler, nesneler ve yerleştirmelerle bize sunuluyor. İçerik de sunum da pek ala.

Arter’de fazlası, daha fazlası var, gidin, gezin.  Kültür kurumlarının ve emekçilerinin, bugün izleyiciye, ilgiye her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.

İlk şok geçti. Her gün burada anlattığımdan daha çok içerik sunuluyor.İçinde bulunduğumuz duruma adapte olabilenler, uyum gösterebilenler yollarında yürümeye devam ederek üretiyorlar durmaksızın. Şimdi vaktimiz de, ekran karşısındaki tahammülümüz de, dışarıda geçirdiğimiz zaman da daha  az ve kıymetli. Bu nedenle tek bir şey bizi kendine bağlayabilir: içerik, her zaman nitelikli içerik!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi