İkili eleştiri: Yeniden demokratikleşme mümkün mü?

İkili eleştiri: Yeniden demokratikleşme mümkün mü?
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dünün ve bugünün “ikili eleştirisi”nden başlamalıdır. Daha da önemlisi, toplumsal değişime ve taleplere uygun bir içerik taşımalı ve sadece bir yönetim sistemi olarak değil, aynı zamanda...

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dünün ve bugünün “ikili eleştirisi”nden başlamalıdır. Daha da önemlisi, toplumsal değişime ve taleplere uygun bir içerik taşımalı ve sadece bir yönetim sistemi olarak değil, aynı zamanda Türkiye’nin “Yeni Hikâyesi”nin bir parçası olmalıdır.

16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018’de tam anlamıyla uygulamaya sokulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişten bugüne kadarki süre ve deneyim içinde şu nokta netlik kazandı: Zayıf koalisyon hükümetleri kadar; aşırı merkezileşmiş, güçlü yürütme temelli, iktidarın ve gücün tek merkezde yoğunlaşmasına dayanan yönetim tarzı da Türkiye’ye uygun değil.

Doğru, 1990’lı yıllar zayıf koalisyon hükümetlerinin yarattığı istikrarsızlık, çatışma ve krizlerle geçti. Aynı derecede doğru olan da bu dönemin tersi görüntüsündeki son beş yılda yaşadığımız aşırı güçlü ve denetimsiz yürütmeye dayalı sistemin de istikrarsızlık, çatışma, yıkıcı kutuplaşma ve kriz yarattığı. Her ikisi de demokrasiye, denge ve denetlemeye, birlikte yaşamaya, ekonomik istikrara zarar veren sistemler. Her ikisi de toplumsal güveni bozan, siyasi ve duygusal kutuplaşmayı yıkıcı noktaya getiren sistemler.

Bu nedenle Türkiye’nin demokratik, adil, kapsayıcı, toplumsal güven ve barışı güçlendiren yönetiminin ne eskiye giden ne de bugünkü yapıyı koruyan nitelikte olması gerekmektedir. Hem bugünün hem de dünün eleştirel çözümlemesini yapan, hem bugünden hem dünden gerekli dersleri alan ve dünden öğrenerek bugüne ve yarına uygun, geleceğe güvenle bakan bir yönetim sistemi üzerinde anlaşmalıyız. Daha somutta, dünün parlamenter sistemine dönmeyen, bugünün cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden kopan yeni bir sistemi inşa etmeliyiz. Bu bağlamda güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin ancak “ikili eleştiri” olarak tanımladığında, yani dünün ve bugünün eş zamanlı ve ikili eleştirisini içerdiği zaman özgünlük kazanacağını düşünüyoruz.

1945’te çok partili parlamenter sisteme geçen Türkiye, yaklaşık yetmiş yıl içinde toplumsal yaşamında ciddi değişimler geçirmesine ve dönüşmesine rağmen demokrasiye geçiş sürecini konsolide edemedi, pekiştiremedi. II. Dünya Savaşı sonrası 2015’e kadar Türkiye tarihi, demokrasiye geçiş sürecini başarmış ama demokrasiyi pekiştirememiş ve bunu bir türlü “kasabadaki tek oyunu” konumuna getirememiş bir tablo çizdi.
2015’ten sonra da bırakınız demokrasiyi pekiştirememeyi, aksine giderek ve hızlı bir biçimde demokrasiden sapan, rekabetçi otoriter ve popülist bir nitelik kazandı. Son dönemde Türkiye küresel ölçekte yaygınlaşan “demokrasinin küresel durgunluğu” ya da “demokrasiden sapma ve otoriterleşme” sürecinin önemli örneklerinden biri oldu.
Bununla birlikte 2020’nin sonundan itibaren ilk önce Amerika’da, sonra Kanada, Almanya ve Çekya’daki seçimlerden sonra -ki Brezilya, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin de bu örnekleri izleyeceği tahmin ediliyor- acaba demokrasiden sapmadan “yeniden demokratikleşme”ye dönüş sürecine mi geçiyoruz tartışmaları başladı. Bu anlamda 2022 Kasım ya da en geç 2023 Haziran’da seçimlerini yapacak Türkiye üzerine de ilgi artıyor.

Türkiye’nin yeniden demokratikleşme sürecini başlatması için gerekli koşulun, bugünün ve dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ciddi eleştirisini yaparak bu sistemden kopmak olduğunu biliyoruz. Yeterli koşul ise ikili eleştiri yoluyla, dünün eleştirini yapıp demokrasiyi niye pekiştiremedik sorusuna da yanıt vermek ve yarına göre yeni bir sistem üzerinde anlaşmakla olacaktır. 2023’te gireceğimiz Türkiye’nin ikinci yüzyılında, ikinci yüzyılın “Yeni Türkiye”sine göre bir yönetim sistemi inşa etmek gerekiyor. Muhalefet partilerinin önerdiği gibi 2023’te başlayacak Yeni Türkiye’nin yeni yönetim sistemi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem olabilir. Fakat bu sistemin içeriğinin ikili eleştiri temelinde ve farklı toplumsal gruplarla müzakere edilerek doldurulması gerektiğini de vurgulamalıyız.

Türkiye’de Demokrasi: Yüz Yılın Muhasebesi
1923 yılından günümüze Türkiye’nin yaşadığı çok boyutlu, çok yönlü ve karmaşık dönüşümünde birbiriyle ilişkili ve eş zamanlı beş süreçten bahsedebiliriz. Bu süreçler (1) 1923’ten günümüze modernleşme, (2) 1945’den günümüze demokratikleşme, (3) 1980’den günümüze küreselleşme, (4) 2000’li yıllardan günümüze AB’ye uyum sürecinde Avrupalılaşma ve (5) 2015’ten günümüze demokrasinin gerilemesi olarak tanımlanabilir.
Bu dönemlerde yaşanan tüm kırılmalara, ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlara, risklere ve çıkmazlara rağmen Türkiye modernleşme, küreselleşme ve Avrupalılaşma hususunda belli oranda başarılı olmuştur. Fakat belirttiğimiz gibi, bundan yaklaşık yetmiş yıl kadar ve kendine benzer durumdaki ülkelerden çok önce demokrasiye geçiş sürecini yaşayan Türkiye, ikinci ve önemli evre olan “demokrasinin pekişmesi (konsolidasyonu)” temelinde sürekli başarısızlıklar yaşamıştır. Dahası, bu başarısızlık durumu zamanla beşinci süreç olan demokrasinin gerilemesine ya da demokrasiden

sapmaya zemin hazırlamıştır (Burada, son dönemde demokrasinin yaşadığı küresel krizde Amerika gibi bazı müreffeh ülkelerde de gördüğümüz üzere, başarılı bir konsolidasyon yaşansa da demokraside geri gidişin ihtimal dahilinde olduğunu not düşmek isteriz).
İlk süreç olan modernleşmeden başlarsak; Cumhuriyetin kuruluş aşamasında birincil amaç bağımsız bir ulus-devletin yaratılması, sanayileşmenin teşvik edilmesi ve laik bir devletin inşası gibi siyasi, ekonomik ve ideolojik ön koşulları tesis ederek çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır. Bu erken Cumhuriyet döneminde modernleşme yolunda kurumsal yönetim yapısının oluşturulması ve kültürel atılımların yapılması Türkiye’yi hızlıca daha güvenli ve daha güçlü kılmak için gerekli görülmüştür.
Fakat çağdaşlaşma ve batılılaşma söylemiyle çerçevelenen devlet merkezli toplumsal modernleşmenin bu ilk evresinde Türkiye’nin hızlı dönüşümünde demokrasiye referans eksik kalmış, demokratikleşme olmadan modernleşme gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin demokratikleşme sürecine girişiyse Huntington’ın ikinci demokratikleşme dalgası olarak tanımladığı 1943-1962 yılları arasında vuku bulmuş, yani Güney Avrupa, Latin Amerika, Asya ve Doğu Avrupa’daki birçok ülkeden daha erken gerçekleşmiştir. Bir rejimin demokrasi olarak adlandırılması için gerekli ön şartlar olan düzenli olarak gerçekleşen hür ve adil seçimler, çok partili rekabet, otonom muhalefet ve güçler ayrılığı ilkeleri bu geçiş döneminde hayata geçirilmiştir.
Yine de Türkiye’de modernleşme süreci içinde demokrasi yolculuğu doğrusal olamamış, demokratikleşme adımlarını her on yılda bir gerçekleşen askeri darbelerle sonuçlanan ters dalgalar izlemiş, her ne kadar demokrasiye geçiş unsurları sağlansa da demokrasinin sağlamlaşması eksik kalmıştır. Bu anlamda modern Türkiye’nin tarihi demokratikleşme ile otoriterleşme olasılığı arasında sallanan bir sarkaç olarak tasvir edilebilir.

1980’lerden ve özellikle 1990’lardan itibaren modernleşme süreçleri üçüncü geçiş olarak tasvir ettiğimiz küreselleşme süreci ile birleşmiş; ekonomi, kültür ve siyasette dönüşüme sebep olmuş, serbest piyasa rasyonalitesi ve kimlik söylemleri güç ve popülerlik kazanmış ve küreselleşme Türkiye’de giderek siyasetin odak noktası olmuştur. Zaman içinde serbest piyasanın ve neoliberal düşüncenin artan egemenliği, kimlik politikalarının yeniden canlanması ve proaktif dış politikanın oluşumu Türkiye’nin özellikleri haline gelmiştir.

Dördüncü olarak AB’ye uyum sürecinde Türkiye’de demokratik ve anayasal bir reform süreci başlamış ve uygulanmaya konmuş; “AB çıpası” ile Türkiye bir dönüşüm süreci yaşamıştır. Bu süreçte istikrar, sosyal uyum ve barışı sürdürülebilir hale getirerek modernleşmenin demokratikleşme ile taçlanabileceği ve demokrasinin “kasabadaki tek oyun” haline gelebileceği beklentisi artmıştır. Avrupalılaşma, modernleşme ile eşanlamlı hale gelmiş ve Türkiye siyasi çıkmazlar ve şiddetli kutuplaşma yerine yüzünü demokrasiye ve denge denetleme sistemini güçlendirmeye dönmüştür.
2010’lu yılların ilk yarısına geldiğimizde ise Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ilişkin en önemli soru iktidar partisinin ve güçlü lider olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2000’lerin tamamlanmamış demokratik konsolidasyon evresine devam edip etmeyeceği olmuştur. Özellikle 2015 yılından sonra gördük ki bu seçim demokrasiden yana olamamıştır. Bu dönemde yürütmenin gücü yargı ve yasama aleyhine genişlemiş, kurumlar arası yatay kontroller azaltılmış, siyasi haklar ve sivil özgürlükler zedelenmiştir. Özellikle AK Parti’nin yürütme, yasama, yargı, medya üzerine gücünü artırması, zayıf muhalefet, kurumların dönüştürücü kapasitesinin olmaması ile denge ve denetleme sisteminin zayıflığı da demokrasinin gerilemesini hızlandırmıştır.

Türkiye’de demokrasinin araçsallaştırılması; basın, ifade, örgütlenme özgürlüğünde geri gidiş, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne karşı ihlallerle bu dönemde daha görünür hale gelmiştir. Freedom House’un Dünyada Özgürlük Endeksi’nde siyasi hak ve sivil özgürlükler kategorilerinde zayıflayan performansı sebebiyle Türkiye 2018 yılı itibariyle “özgür olmayan” ülke ve bölgeler kategorisine girmiş; Economist Intelligence Unit’in Demokrasi Endeksi’nde “hibrit rejim” kategorisine gerilemiş; V-Dem Enstitüsü’nün 2021’deki Liberal Demokrasi Endeksi’nde en alt yüzde 20’lik dilimde yer alarak “seçimli otoriter” ülkeler arasında sıralanmıştır.
Bu yüz yılın muhasebesini yaparken Türkiye’de modernleşme sürecinde demokrasiye geçişe rağmen konsolidasyonun yaşanamamasında dört faktörün önemli olduğunu düşünüyoruz. Öncelikle, devlet seçkinlerinin sivil hükümet üzerinde gözetim gücüne sahip olduğu bir vesayet sistemi kurmaları 1960-2016 yılları arasında sarkacın ibresinin demokrasiden tekrar tekrar sapmasına sebep olmuş ve 2015 yılı sonrası yeni kurulan başkanlık sistemi ile yaşanan kurumsal erozyonla bu geri gidiş rejimin bir tanımı olmaya başlamıştır. Türkiye’nin kırılgan demokrasisi tekrarlayan darbeler ve rejimin çöküşüyle kesintiye uğramış, siyasi ve ekonomik seçkinler tarafından içselleştirilmek yerine araçsallaştırılmış; asker, yargı ve/veya devlet bürokrasisinin seçilmiş sivil hükümetin faaliyetlerini denetlediği bir “vesayet demokrasisi” olarak işlemiştir.

İkincisi, hükümetlerin seçimleri kazanmak için başvurduğu kayırmacı ve popülist söylemleri ekonomiyi, modernleşmeyi ve toplumsal güveni özellikle kriz zamanlarında kırılgan hale getirmiştir.
Üçüncüsü, muhalefet partilerinin ve sivil toplumun devlet merkezli kontrolü; katılımı ve aktif/eşit vatandaşlığı zayıflatarak kimlik siyasetinin güç kazanmasına ve kutuplaşmaya yol açmıştır.
Son faktör ise AK Parti’nin (1) dönüşüm değil hegemonyaya öncelik vermesi, (2) çok partili parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi ve yürütmenin güç aşımı, (3) lidere mutlak sadakati ve (4) kuvvetler ayrılığı, yargı ve yönetim kurumlarının bağımsızlığı, liyakat ve adem-i merkeziyetçilik yerine merkezi yönetime öncelik vermesidir.
Kısacası, Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonunun başarısızlığını gösteren son olay kurumsal erozyon ve şiddetli kutuplaşma yoluyla demokratik gerileme olmuştur. Bu anlamda küresel olarak demokrasinin yaşadığı krizden Türkiye azade kalmamaktadır. Özellikle son 20 yılda, genellikle usulüne uygun olarak seçilen hükümetlerin zamanla ve aşamalı olarak demokrasinin kurum, kural ve normlarını aşındırması şeklinde tanımlanan gerilemeye örnek ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Dahası, Türkiye örneğinde son dönemde yaşanan otoriterleşme dalgası demokrasinin ne kadar kırılgan olabileceğini de bize göstermiştir.

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ve Türkiye’nin Yeni Hikâyesi
Türkiye’nin yüz yıllık demokrasi deneyimine bakmanın sadece geçmişi eleştirel olarak değerlendirmek değil, aynı zamanda daha iyi bir gelecek inşa etmek için geçmişteki hatalardan ders çıkarmak anlamına geldiğine inanıyoruz. Demokrasi açısından Türkiye’nin dinamik dönüşüm sürecine yönelik eleştiriler hem Türkiye’de demokrasiyi pekiştirme konusundaki başarısızlığın hem de son dönemdeki gerilemenin eleştirel bir analizini kapsamalıdır.
Dahası, sadece Türkiye’de değil, dünyada yaşanan demokrasiden sapma ve otoriterleşme eğilimlerine karşı demokrasiyi ve demokratik hukuk devletini “korumalıyız”.
Demokrasiyi bir araç değil amaç olarak görmek, başarılı ve sürdürülebilir bir yeniden demokratikleşme dönemi yaşamak ancak bu sayede mümkün olabilir. Hem literatüre hem de uluslararası endekslere baktığımızda görüyoruz ki Türkiye’yi okumak aynı zamanda demokrasiyi karşılaştırmalı ve bölgesel olarak incelemektir.
Bu bağlamda Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dünün ve bugünün “ikili eleştirisi”nden başlamalıdır. Daha da önemlisi, toplumsal değişime ve taleplere uygun bir içerik taşımalı ve sadece bir yönetim sistemi olarak değil, aynı zamanda Türkiye’nin “Yeni Hikâyesi”nin bir parçası olmalıdır. “Kentleşen Türkiye”nin, “Yeşil Türkiye”nin, “Adil, İstikrarlı, Güvenli Türkiye”nin ve “Demokratik Türkiye”nin sürdürebilirlik ve dirençli olma ilkeleri temelinde ülkenin yönetimine talip olmalıdır.