İKTİDAR SEÇİMLE GİTMEZ Mİ?

Bir süredir halk arasında dolaşan karanlık bir dedikodu mevcut. İktidarın sandıkta kaybetse bile gitmeyeceğini hatta gerekirse iç savaş çıkartacağına yönelik bir dedikodu yayıldı. Bazı ‘Çok okunan’ ama belli ki az düşünen yazarlar durmadan bu dedikoduyu konuşup yazıyor. Yaptıkları ise muhalif gibi görünüp iktidara el altından hizmet etmekten başka bir şey değil.  

Yönetenlerin yönetilenlerce belirlendiği ve bir süre için yetkilendirildiği işleme seçim diyoruz.

Diktatörlük, totaliterlik, otokrasi, halifelik, sultanlık gibi rejimlerde herkes 1 kişi için yaşar, çalışır ölür. Bu rejimlerde sadece 1 kişi önemlidir.  Bunlarda seçim olmaz, olsa da göstermelik yapılır ve kazanan kişi veya aile daha baştan bellidir.  Kaybeden de baştan bellidir; yani geniş halk kesimleri de bu rejimlerin kaybedenleridir.

Oysa Cumhuriyet ve demokrasilerde her 1 bir kişi tek tek, ayrı ayrı önemlidir. Demokrasilerde herkes kendi ve herkes için yaşar ve çalışırken; baskıcı rejimlerde herkes 1 kişiye çalışır.  Aradaki fark bu kadar barizdir.

Demokratik seçimler ve süreçlerde anayasa ve devlet toplumun çıkarını temsil eden “seçilmiş genel iyi”nin garantörüdür. Vatandaşlar baskıcı rejimlerden farklı olarak devlete kişisel ilişkiler ve ayrıcalıklarla değil hukuki yurttaşlık bağıyla bağlıdır. Otokratik sistemlerde yöneten kişi, aile veya grup bütün yasa yapım süreçlerini ve yetkiyi tek elde toplamıştır. Orada artık yurttaşlıktan söz edilemez. Çünkü yasalar halk adına yapılmamaktadır; halka karşı yapılmaktadır. 

Demokrasilerde ise yasa genel iyiyi, yani kısa süreli yetkilendirilmişleri ifade eder ve yasa halk adına yapılır. Bu süreç nedeniyle de yurttaşlar da yasaya itaat eder. Bu demokratik rejimlerde devlet başkanı da; at yetiştiren bir seyis de eşit olduğu için bütün yurttaşlık havuzunun içerisinde yer alır. Ayrıcalık kalkmıştır sadece görev farklılıkları bulunmaktadır. Dünyanın sosyal, kültürel ve ekonomik olarak en gelişmiş ülkeleri buna örnektir. Yeni Zelanda, Norveç, İsveç, İsviçre ve Batı Avrupa sistemlerinde olduğu gibi. Bu rejimlerde devlet başkanları ile yurttaşlar arasında sadece geçici bir yetkilendirme ilişkisi bulunmaktadır. Devlet başkanları vatandaşa ve yasalara karşı sorumludur. Devlet yöneticileri bu sistemlerde halktan korkar.  Baskıcı rejimlerde ise tam tersi şekilde halk, devleti yönetenlerden korkar ve liderler vatandaşa karşı sorumlu değildir.

Bir toplumun çağdaş dünyada yeri olup olmadığını ve gelişmişlik düzeyini ölçebileceğiniz birçok unsur var; sosyal ve siyasal yapı, gelişmişlik, eğitim, demokratik katılım ve internet okuryazarlığı gibi. Bu gelişmişlik düzeyini ölçmede kullanılacak bir ölçek de şudur; o toplumda devlet mi halktan, halk mı devletten korkuyor? Bir toplumsal yapının gelişmişlik göstergesi kamu ve iktidar organizasyonunun halkından çekinmesiyle de ölçülebilmektedir. 

Kamu gücü dağıtıldığı ölçüde devletler güçlüdür. Dünyanın en gelişmiş-her anlamda- ülkelerine bakın bunu göreceksiniz. En güçlü devletler gücü dağıtmışlardır. Gelişmemiş ülkelere bakın; güç ya bir aile ya da bir zümrede toplanmıştır. 

DEMOKRASİ SADECE SEÇİMLE GELME DEĞİL; GİTME REJİMLERİDİR

Demokrasi tanımında sıkça kullanılır; seçimle iktidara gelmek. Güzel, bir problem gözükmüyor. Peki bu tanım yeterli mi? Hayır. Çünkü demokrasi bir sonuç değil; bir süreçtir. Yani seçmenlerin sadece oy kullanması demokrasinin tamamı değil; demokrasi sürecinin içerisinde yer alan adımlardan bir tanesidir. Seçimlerin adil ve eşit bir şekilde yapılması, seçim barajının makul bir seviyeye indirilmesi ve sonuçların ardından anayasal yetkilerin sadece verildiği ölçülerde kullanılması demektir.

Bu da hesap verme, şeffaflık ve eşit yurttaşlık temelinde yürüyen bir sistemi bize işaret eder. Vatandaş tarafından ‘geçici’ olarak iktidara getirilenlerin yurttaşlara yaptıkları her iş ve attıkları her adımla ilgili hesap vermeye açık olmaları de işte demokrasinin içinde yer alan adımlardan birisidir.

Bir ülkede seçimlere katılımın çok yüksek olması orada demokrasi olduğu anlamına gelmez. Diktatörlerin cirit attıkları Orta Doğu ve Afrika’nın bazı ülkelerinde seçime katılma oranları yüzde 90’ları bile geçebiliyor. Oysa demokrasinin beşiği olarak adlandırılan İskandinav Coğrafyasında seçimlere katılım bazen yüzde 50’lerde kalabiliyor. Bunun nedeni orada demokrasi olmaması değildir. Tam tersine orada hukuk ve demokrasi kim gelirse gelsin işlemeye devam edeceğine güvenen vatandaşın sandığa gitmeye bile gerek duymadığı anlamı vardır. Geçici yetkilendirme yapılmış lider ve partinin tam gününde gereken şekilde bırakacağı bir sistem inşa edilmiştir. Kişiler puta dönüştürülmemiş, ‘parti davası’ adı altında devletleşilmemiş ve halk asıl kalıcı yetkinin kendisinde olduğunu bilmiştir.

İşte o nedenle demokrasi sadece seçimle gelme değil; aynı zamanda seçimle de gitme rejimine verilen addır.

DEMOKRASİ KRALI GELSE TANIMAZ!

Büyük Özgürlükler Sözleşmesi olan Magna Carta’da kral, derebeyler karşısında yetkilerinin bir kısmını devretmişti. Bu belge ile İngiltere kralının; yetkilerinin birkaçından feragat etmesi, yasalara uygun davranması ve hukukun arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesi zorunlu hale gelmişti. 800 yıl önce yaşanan bu olayla birlikte parlamento süreci adil seçimler ve halk temsiliyle devam etti. Bütün kesintilere rağmen bu devam etmektedir. Bu sözleşme süreci sonunda halk açık açık “Kralı gelse tanımam” demiştir.


Bir süredir halk arasında dolaşan karanlık bir dedikodu mevcut. İktidarın sandıkta kaybetse bile gitmeyeceğini hatta gerekirse iç savaş çıkartacağına yönelik bir dedikodu yayıldı. Bu şekilde konuşarak iktidarı belirleyecek ‘kararsızlar’ üzerinde gizli bir yönlendirme yapılmak isteniyor. Eğer bu karanlık dedikoduya inana bir kitle olursa onlar mevcut iktidara oy vermeye eğilimli olabilir; çünkü kimse bir savaş, çatışma ve can güvenliklerini riske atmak istemez. İnsanın tabiatında da bu vardır. Bu söylemler, bazı vatandaşın aklına “Madem tehlikeli olacak biz yine iktidara oy verelim de sıkıntı olmasın” düşüncesini getirmekten öteye gitmez. Bazı ‘Çok okunan’ ama belli ki az düşünen yazarlar durmadan bu dedikoduyu konuşup yazıyor. Yaptıkları ise muhalif gibi görünüp iktidara el altından hizmet etmekten başka bir şey değil.

Her dönemin adamı olan Mehmet Barlas’ın fantezisi CHP’yi kapatmak olsa da CHP’nin seçimle iktidara geldiği vakit “Yeniden Halk Egemenliği” başlığında yazı yazma olasılığı da bir o kadar gerçektir. Üstelik, geçmişte kapatılma davası yaşamış bir partiye yaranmak adına fantezi yaşaması da bir Barlas komedisi olarak karşımızda duruyor.

Oysa sandık, hiç de sandıkları gibi olmayacak. Kim oradan çıkarsa öyle ya da böyle vatandaşın ‘geçici’ olarak verdiği yetkiyi kullanacaktır. Millet İttifakı’nın, Barlas fantezisine benzeyen bu ‘seçimle de gitmezler’ fantezisine karşı hiçbir oyun asla boşa gitmeyeceğine yönelik halkı ikna etmesi ve kararsızların sandığa götürülmesi konusunda politik, sosyal ve psikolojik çalışmaları şimdiden yürütmesi gerekiyor. Bunun en gerçek ve güzel örneğini tekrarlanan İstanbul Seçimlerinde yaşadık zaten. Siz bakmayın yalakalık ve para için sosyal medyadan sallayan trollere ve trol kafalılara. Seçimleri Millet İttifakı kazanırsa bu parazit grubunun nasıl dönüşler yaptıklarına, demokrasi havarisi kesildiklerine ve yıllardır beslendikleri iktidar sistemini nasıl da yerden yere vurduklarını izleyeceğiz. Atın Fava bekleyin!

Yani önceden orduya, yargıya karşı bir mücadele veriyor gibi görünüp halkı arkasına alırken; bu kez orduyu, yargıyı arkasına almaya çalışarak toplumsal muhalefete, bir bakıma halka karşı mücadele verme gayretiyle karşı karşıyayız.

Lira nasıl dolar karşısında çoğaldıkça değer kaybediyorsa, bizde tersine bir simetri olacak. Biz onların bir oyuna karşılık çoğaldıkça değerleniyoruz.

ÖZ’et olarak; zorbalığı, zalimliği ve acımasızlığı ile bilinen meşhur Roma İmparatoru Caligula atını senatör yapmıştı. Siyasetin kelime kökeninin ‘at seyisliği’ olduğu düşünüldüğünde demokrasinin atı kontrol etmek olduğunu; aksinin ise at tarafından kontrol edilmek olacağını unutmamak gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi