İktidarın ekonomideki riskli oyunu

Son Güncellenme Tarihi: Mart 2, 2022 / 07:51

Daha önce benim de içinde bulunduğum iktisatçılar da söylemişti… İktidarın ekonomi konusundaki uygulamalarının çok riskli olduğunu ısrarla dile getirmişlerdi. Eylül ayından itibaren TCMB’nin Para Politikası Kurulu’nun yaptığı her bir açıklamada küresel ve çevresel risklere dikkat çekilse de bu risklere karşı hiçbir tedbirin alınmaması kamuoyunda eleştirilmişti. İktidar bu değişikliklere ya TCMB başkanlarını ya da maliye bakanlarını değiştirerek karşılık vermişti. Fakat kontrolümüz dışında gerçekleşen bu riskler hâlâ geçerliliğini korumakta. İşte bunlardan biri geçen haftadan beri bizimle birlikte tüm dünyayı etkisi altına aldı bile.

Maliye Bakanımız Sayın Nureddin Nebati’nin göreve geldiği o ilk günlerde, televizyonlara çıkarak, farklı kesimlerden iş insanlarıyla toplantılar düzenleyerek kamuoyunun uyguladıkları politikalara karşı güven duymasını sağlamaya çalıştı. Neredeyse her bakanın göreve gelir gelmez yaptığı gibi, yeni bir “Türk Tipi Büyüme Modeli” adı altında, temelinde değer kaybetmiş TL ile ucuzlatılmış Türk ürünlerinin ihracını sağlamayı amaçlayan bir model tanıtıldı.

Sayın Bakan’ın modele olan inancı konusunda kamuoyunu ikna edebilmek için gözlerindeki ışıltıyı delil olarak gösterdiği o günlerde, iktidarın amacının 2023 yılında yapılacak seçimlere kadar durumu idare etmek olduğu da tüm açıklığıyla ortaya çıktı. İktidar günü kurtarıp iktidarını sürdürecek politik varyasyonları yaparken, sorunlar birikiyor, çözümleri zor ve maliyetli olmaya başlıyordu. Hatta eleştirileceğini bile bile, birtakım bilimsel gerçekleri bile inkâr etme yolu tercih ediliyordu. Örneğin enflasyon konusunda ana akım iktisadın önermelerine başvurmadan, “heterodoks” denilen yöntemlerle enflasyonu yıl sonunda yüzde 24’lere, 2023 yılında da, tam seçimlerden önce tek haneli rakamlara ulaştırılacağı iddia edilmeye başlanıyordu. Tabi bu iddialı hedefe büyümeden fedakârlık yapılmadan ulaşılacaktı.

Karşılaşılan sıkıntılara rağmen uygulanmaya çalışılan modelin dayandığı iki temel ayak bulunmaktadır. Bunlardan birincisi kur istikrarı ve bu şekilde ithalat üzerinden enflasyona geçişkenliğin azaltılabilmesi. Buradaki tehlike ise bizlerin kontrolü dışındaki birtakım gelişmelerin (şokların) ekonomide yaratacağı güvensizlik havasının vatandaşın döviz talebini artırıcı etki yaratmasıdır. Bunun en son örneğini 20 Aralık 2021 tarihi öncesinde deneyimleyen hükümet, vatandaş bakımından piyasada ortaya çıkan “kur riskini” hazineye devrederek amaçladığı kur istikrarını sağlayabilmiştir. Bu, etkilerini uzun dönemde göreceğimiz, son derecede riskli bir hamle olarak uygulanabilmiştir.

Kuru istikrarlı tutabilmek için iktidarın başvurduğu diğer bir yöntem ise kamu bankaları üzerinden, pek de şeffaf olmayan birtakım yöntemlerle piyasaya müdahale edip, oluşabilecek döviz talep baskısını gidermektir. Elbette tüm bu tedbirler dövize yönelik sınırlı düzeyde bir talep baskısı olduğunda geçerli olabilecek niteliktedir. Dahası bu şekilde sağlanacak kur istikrarının müdahalede kullanılacak ciddi miktarda dövize ihtiyaç duyabileceği ihtimalinin yüksek olmasıdır. Zira Türkiye ekonomisinin uluslararası mali piyasalardaki riskinin ölçümünde kullanılan CDS oranları 600’ün üzerine çıkmıştır. “Kur risklerinin” hazine üzerinde oluşturacağı olası maliyetler ise, en azından kısa dönemde görülememekle birlikte, 2023 seçimlerine kadar geçecek bir yıllık süre içinde de katlanılabilir bir maliyet olarak görülmektedir.

Bu politikaların ikinci ayağında ise güçlü bir varsayım bulunmaktadır. TL’nin değerinin düşmesiyle artacak olan ihracatın, ithalatta yol açacağı düşmeyle (en azından varsayım gereği) cari açığı azaltacağı ve böylece iş dünyasının ithalat için oluşturacağı döviz talebinin kontrol altına alınabileceği düşünülmektedir.

Kabul etmek gerekir ki 2021’in ağustos, eylül ve ekim aylarında üst üste yaşanan cari fazla rakamları iktidar cenahında önemli bir iyimser hava yarattı. Kasımdan sonra ortaya çıkan cari açıkların ise özellikle Ocak 2022 itibariyle rekor düzeylere ulaşması, bu iyimser havanın dağılmasına neden oldu. Yaşananlar Türkiye ekonomisini yıllardır gözlemleyen, üzerine çalışmalar yapan birçok iktisatçı için beklenen bir gelişmeydi. Zaten büyüme amacından fedakârlık etmeden, cari dengenin sağlanabilme imkânı olmadığı birçok iktisatçı tarafından belirtilmekteydi. Son gelişmeler maalesef bu varsayımın tutmayacağına işaret ediyor.

Grafik 1’de ihracat ve ithalatın 12’şer aylık hareketli birikmiş değerler üzerinden hesaplanmış olan ihracatın ithalatı karşılama oranları görülmektedir. Bu oran 2018 yılından bu yana artış eğilimi göstermiş olsa da, 2021 yılının son aylarındaki sert düşüş, bahse konu olan varsayımın geçerliliğini yitirmiş olabileceğini göstermektedir. Üstelik bu gelişme, daha burada bahsedilen herhangi bir dışsal şok yaşanmadan, ekonominin kendi işleyişinin sonucu olarak yaşanmıştır.

Aslında yabancı sermaye çekmekte zorlanan Türkiye için cari denge performansı önem arz eden bir konudur. Ancak bunun kısa dönemde, büyümeden fedakârlık yapmadan gerçekleşebileceğini düşünmek nasıl nitelenebilir bilmiyorum. Özellikle Merkez Bankası rezervlerini tüketmiş bir ülkede, kurları istikrarlı tutabilmek için gerekli döviz gelirlerinin önemi daha önce olmadığı kadar kritik hale gelmiştir. Hatta turizm mevsiminin başlamasıyla birlikte elde edilecek döviz gelirleri, iktidarın bu riskli ve aşırı iyimser uygulamalarının başarı şansını artıracaktır. Son yıllarda turizmde ağırlığı artan Rus ve Ukraynalı turistlerin Türkiye’ye gösterecekleri ilginin, değeri düşmüş TL’nin sağladığı teşvikle birlikte böyle bir beklentide önemli bir rol oynayacağı düşünülmekte. Kanaatimce iktidar tüm bu beklentilerin gerçekleşmesi durumunda, TCMB politika faizlerini daha da düşürebilme, seçim öncesinde, kim bilir belki de yüzde 10’ların altına çekebilme imkânı yakalamayı planlamaktaydı.

Maalesef Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi tüm planları değiştirdi. Bu beklentileri de boşa düşürdü. Dış şoklara karşı son derece kırılgan bir yapıya sahip olduğu için, iktidarın beklentilerinin gerçekleşme olasılığını düşük gören, benim de içinde bulunduğum iktisatçılar için bu gelişmeler sürpriz olmadı. Zaten itirazın sebebi de bu tip dışsal şoklarla karşılaşma olasılığımızın bu dönemde fazla olduğunu düşünüyor oluşumuz ve Türkiye ekonomisinin de bu tarz şokların etkilerini en aza indirecek mekanizmalardan mahrum olmasıydı. Bu gelişmeler iktidarın dövize müdahale kapasitesini doğrudan etkileyerek kur istikrarının bugünkü gibi korunamayacağı yönünde beklenti oluşturmaktadır.

İhracat gelirlerimiz bakımından da bu gelişmeler arzu etmediğimiz sonuçlar doğuracaktır. Rusya ve Batı Avrupa ekonomilerinde meydana gelecek olan ekonomik yavaşlama, Türkiye’nin bu ülkelere yapacağı ihracatın da düşmesine neden olacaktır. Ocak 2022 itibariyle ihracatımızın yüzde 20’den fazlasını Avrupa ülkelerine yaptığımız düşünülürse, bu etkinin de küçümsenmeyecek miktarda olması beklenebilir.

Ülkemizde uygulanan ekonomik modelin önemli ayaklarından olan enflasyon, politika faizlerinin artırılamadığı bir ortamda tasarruf sahibine vaat ettiği korumayı elde etmeye yeterince imkân sağlayamamaktadır. Sayın Bakan’ın beklentilerinin aksine, özellikle enerji ve gıda fiyatlarında son zamanlarda meydana gelen artışlarla birlikte, 2022 yılı için yüzde 20’ler seviyesinde bir enflasyon beklentisi gerçekçiliğini yitirmiştir. Hatta 2023’teki seçimlere tek haneli enflasyonla gitme ihtimali de kanaatimce kaybolmuştur.

Türkiye ekonomisinin kırılganlığını artıran ekonomi yönetim tarzı, Rusya-Ukrayna krizi sonrasında karşı karşıya kaldığımız riskleri artırmış ve mevcut politikaların bugün olduğu şekliyle uygulanabilme imkânını ortadan kaldırmıştır. Bu kadar ciddi çevresel riskin olduğu bir ortamda, İsviçre gibi tarafsız bir ülkenin bile tarafsızlığını bozduğu bir krizde, ekonomimizin karşı karşıya kaldığı riskleri azaltabilmek için TCMB’nin faizleri artırmamasını beklemek hâlâ haklı görülebilir mi?

Ya da büyümeden fedakârlık yapmadan, kur istikrarı sağlayacak müdahale araçlarını bir bir kaybederken, beklemek ne kadar doğrudur? Maalesef bu soruların cevabını verecek olanlar, yine büyük bir maharet göstererek sorularımıza tatmin edici cevap vermekten kaçınacak ve tüm maliyetlerine rağmen, mevcut politikaları sürdürülebilecekleri kadar sürdürmeye çalışacaktır.

Öner Günçavdı

İTÜ İşletme Fakültesi, İşletme Mühendisliği Bölümünde iktisat profesörüdür. İTÜ’den lisans, İTÜ ve Warwick Üniversitelerinden yüksek lisan dereceleri bulunan Günçavdı, Nottingham Üniversitesi’nden de doktora derecesine sahiptir. Biri Düşten Gerçeğe: Türk Sanayinde Elginkan Topluluğu (İstanbul: Tarih Vakfı), diğeri Yolun Sonu (Ankara: Efil Yayınevi) olmak üzere iki telif kitabın ve çok sayıda bilimsel makalenin yazarıdır.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top