İnsan her şeyi anlatabilir, gerçek yaşamını anlatamaz: Max Frisch ve Stiller

İnsan her şeyi anlatabilir, gerçek yaşamını anlatamaz: Max Frisch ve Stiller
Max Frisch, Stiller romanında, bir olayı, hatta gizem dolu bir olayı, farklı bakış açılarından, hatta farklı karakterlerin ağzından anlatmaktadır. Gerçeğin ne olduğu da roman boyunca, ustalıkla gizemini korumayı başarmaktadır.“Geçmiş...

Max Frisch, Stiller romanında, bir olayı, hatta gizem dolu bir olayı, farklı bakış açılarından, hatta farklı karakterlerin ağzından anlatmaktadır. Gerçeğin ne olduğu da roman boyunca, ustalıkla gizemini korumayı başarmaktadır.

“Geçmiş de gelecek de gerçek dışılığın onmaz zehrini taşır.”

Bauman, Mazzeo ile sohbetlerinden oluşan Edebiyata Övgü adlı eserinde böyle ifade ediyor, insan deneyiminin güvenilmezliğini. Ya da tarih yazıcılarının pek de iyi olmayan niyetlerini…

Tarihi olayları farklı kaynaklardan farklı olaylarmışçasına okumak maalesef her daim mümkündür. Hatta artık çok yakın tarihimizi ‘gerçek dışılığın onmaz zehrine’ bulanmadan okumak imkânsız gibi. Küresel ölçekte bir salgına neden olan virüsle mücadele ettiğimiz şu günlerde, artık tarihin değil günümüzün de tahrip edildiğini görmekteyiz. Sıradan vatandaşın basit bir imece yardımlaşması gibi gördüğü şeyi, muktedirler paralel devlet yapılanması ya da darbe girişimi olarak ele alabilmekteler.

Ortak deneyimlediğimiz olayları farklı ele almanın amacı, niyeti tartışılır. Bauman aynı eserinde bu durumu Erfahrung ve Erlebnis kavramları ile açıklamaktadır. Her iki kavram da deneyimi imlemekle birlikte; Erfahrung, gerçekte ne olduğunu, Erlebnis ise bizim gerçeği nasıl algıladığımızı anlatmaktadır. Nesnel bir Dünyada uzunca bir süredir, birilerinin Erlebnisini yaşıyor gibiyiz esasen. Gözün gördüğü bir olayı, aynı göz, haber kaynağından farklı okuyabiliyor.

Farklı Gözlerin Anlatısı

Max Frisch, Stiller romanında, yukarıda bahsettiğimize benzer biçimde, bir olayı, hatta gizem dolu bir olayı, farklı bakış açılarından, hatta farklı karakterlerin ağzından anlatmaktadır. Gerçeğin ne olduğu da roman boyunca, ustalıkla gizemini korumayı başarmaktadır. 

Max Frisch, 1911-1991 yılları arasında yaşamış, Almanca eserler veren İsviçreli bir yazar. Üniversitede mimarlık eğitimi görerek bir süre baba mesleğini sürdürse de, 1955 yılında bu mesleği bırakarak tamamen yazarlığa dönmüştür. Eserlerinde ağırlıklı olarak kimlik kavramını, kimliğin oluşma süreçlerini ele aldığını söyleyebiliriz. 

Stiller, Frisch’in mimarlığı bırakmasından bir yıl önce, yani 1954 yılında yayınlanmıştır. Çok katmanlı ve çok anlatıcılı yapısı onu zor bir metin haline getirmiyor. Ustalıkla korunan gizemli yapısı sayesinde okuyucuyu her daim tetikte kılmayı başarabiliyor.

Anatol Ludwig Stiller, Zürih’li bir heykeltıraştır ve altı yıldır kayıptır. Paris’te yaşamakta olan Julika adlı bir karısı ve Wilfried adında bir kardeşi vardır. Kendisinin Mr.White olduğunu iddia eden anlatıcımız ise, trenle Zürih’e geldiği esnada, sahte pasaportla yolculuk yaptığı ve bunu tespit eden gümrük memuruna tokat attığı gerekçesi ile tutuklanır. Olayların başlangıcı bu tutuklanma ile gerçekleşir. Çünkü onu görenler, gördükleri bu kişinin altı yıldır kayıp olan, heykeltıraş Stiller olduğundan emindirler. Mr.White, romanın ilk cümlesinde olduğu gibi defalarca Stiller olmadığını hatta İsviçre’li bile olmadığını, bu ülkeden nefret ettiğini söylese de mahkeme heyetini ikna edemez. Eşine ve erkek kardeşine fotoğrafları birer mektupla gönderilir ve işin garibi onlar da bu kişinin Stiller olduğunu iddia ederler. Hatta Julika, derhal Paris’ten ayrılır ve Stiller ile yüzleşmeye Zürih’e geleceğini bildirir.

O “Asla hayat olamamış bir hayatı üzerinden çıkarıp atmıştır.” Sadece hayatındaki kadınları değil heykeltıraş olmayı da atmıştır üzerinden. Tıpkı romanın yazarının mimarlığı üzerinden atarak hayatına yazar olarak devam ettiği gibi.

Max Frisch

Stiller mi Mr. White mı?

Stiller’in avukatı ona bir defter verir ve aklına ne geliyorsa buraya not etmesini tembihler. Çünkü avukatı da ona inanmaz, kafasının hayli karışık olduğunu düşünür ve bu notlar neticesinde bir şeyler çıkarmayı hedefler. Roman, avukatın verdiği yedi defter ve Savcı Rolf’un son deyişini içeren bir bölümden oluşmaktadır. Birinci, üçüncü, beşinci ve yedinci defterler, anlatıcının ağzından yazılmış, içinde hikâyeler barındıran bölümlerdir. Mr.White mı Stiller mi olduğunu bilmediğimiz anlatıcı, bu hikayeleri bazen avukatına, bazen Savcı Rolf’a, bazen de gardiyan Knobel’a anlatmaktadır. Avukatı ve Savcı Rolf bu hikâyelere inanmaz fakat Gardiyan Knobel ona inanmaktadır. Hatta diğerlerinin aksine kendisine Stiller değil, Bay White diye hitap etmektedir.

İkinci Defter, Stiller’in eşi olan Julika’nın gözünden yazılmıştır ve bu bölüm tamamıyla Stiller ile Julika’nın ilişkisini anlatmaktadır. Julika Zürih’e geldikten sonra, tutuklu olan anlatıcımıza her şeyi anlatmakta ve notlar bu şekilde tutulmaktadır. Julika bir balerindir ve eşi kaybolduğundan beri Paris’te yaşamakta ve orada bir bale okulu işletmektedir. Stiller’i de Julika’yı da detaylı olarak bu bölümde tanımaktadır okuyucu. Hatta Julika gibi bir kadının Stiller’da ne bulduğunu da sorgulamaya başlar. Julika gencecik bir balerinken tüm camianın gözdesidir. Peşinde yığınla erkek olduğu halde Stiller’i seçer kendine eş olarak. Julika oldu olası özgüvensiz bir bireydir. Güzeller güzeli olmasına, Stiller’den kat be kat fazla kazanmasına rağmen ilişkilerinde çekinik taraf olur her zaman. Bu çekiniklik ve Stiller’in karısına düşmanca tavırları aralarına başka bir kadının girmesine neden olur. Stiller’in bir maskeli baloda tanıştığı bir sevgilisi vardır artık ve sık sık onu görmeye gitmektedir. 

Dördüncü Defter, mahkûmla artık neredeyse arkadaş olan Savcı Rolf’un gözünden yazılmıştır. Rolf garip bir biçimde tüm ilişkisini detaylı bir biçimde, White olduğunu iddia eden karakterimize anlatmaktadır. Savcı Rolf ve eşi Sibylle’in hikâyesidir bu bölüm. Rolf’un gözünden eşinin ne kadar dışa dönük ve sorumsuz olduğunu okuruz. Rolf ona hiçbir biçimde müdahale etmemektir. Karısının bir sevgilisi olduğunu bilmektedir. Ona karşı o kadar kayıtsız davranma isteği oluşur ki içinde, sevgilisinin kim olduğunu dahi sormaz ona. Hannes adında bir erkek çocukları vardır ve bu defterin sonunda Sibylle, çocuğu da alarak Amerika’ya yerleşir. 

Altıncı Defter, Stiller ile Sibylle’in hikâyesidir. Savcı Rolf’un karısının esrarengiz sevgilisi Stiller’den başkası değildir. Bu anlatıyı da Sibylle’in gözünden yazılan notlar neticesinde okuruz. Bu defterle birlikte Rolf’un anlattığı evlilik hikâyesini başka bir gözle de okuma şansına erişir okuyucu. Öyle ki Rolf’un anlattığı ‘sorumsuz kadın’ tasviri gözümüze hiç de öyle gelmez. Bilakis ilgisiz ve mutsuz bir kadın görür okuyucu. Hem kocası hem de sevgilisi tarafından hayal kırıklığına uğramış ve neticede her ikisini de terk etmiş bir kadın görürüz.

Kimliğin Reddi

Stiller esasında çevresinin ona yüklediği anlamların altında ezilmiş bir karakterdir. Kimliğini tam manasıyla hiçbir zaman bir yere koyamamıştır. İspanya İç Savaşına komünistlerin yanında yer alarak katılır fakat hiçbir zaman ne savaşçı ne de komünist olmuştur. Dönemin rüzgârına kapılıp, romantik bir tavır sergilemiştir sadece. Savaşta da başarısız olmuş, kendisine verilen bir görev neticesinde cesaret edip tetiği çekememiştir. Hayatındaki tüm zayıflıkları ve bunun akabinde gerçekleşen saldırganlıklarını bu olaya bağlamaktadır Stiller. Öyle ki beraber savaştığı, âşık olduğu ilk kadın olan Anja onu küçük görmüş ve dışlamıştır. Stiller Almanca sakin, sessiz, suskun kişi demektir. Adının anlamını her şekilde ifa etmektedir Stiller. Julika’nın deyimiyle ‘çıtkırıldım’ bir adamdır o. Eşiyle ilişkisinde anlayışsız, kaba ve benmerkezcidir. Kendisini aslında birçok konuda yetersiz hissetmektedir. Öyle ki Julika’yla neden birlikte olduğunu, “kendimi daha güçlü hissedebilmem için korumaya muhtaç biri gerekliydi bana” sözleriyle itiraf etmiştir. 

Stiller karısı Julika’ya karşı neden nefret dolu olduğunu kendince teorize etmiştir. Savaşta ‘erkeklik’ gösterememiş ve bu iktidarsızlık hayatının her alanına yansımıştır. Öyle ki sevgilisi Sibylle, kocasını dev bir köpeğe benzetirken, kendisini daha çok bir kız kardeşe benzetmektedir. Stiller aslında, toplum tarafından biçilen kimlikler altında ezilmektedir. Henüz ilk defterde karısını öldürdüğünü söyler Savcı Rolf’a. Aslında burada okuyucuya bir ipucu vermektedir. “Benimle birlikte yaşamak onun için korkunç bir şeydi” der savcıya ve onu sevdiği için öldürdüğünü söyler. Elbette böyle bir cinayet yoktur. Fakat Stiller’in neden ortadan kaybolduğuna dair küçük bir emaredir bu ifade. 

Asla Hayat Olamamış Bir Hayat 

Henüz romanın ilk satırında “Ben Stiller değilim” der Stiller. O “Asla hayat olamamış bir hayatı üzerinden çıkarıp atmıştır.” Sadece hayatındaki kadınları değil heykeltıraş olmayı da atmıştır üzerinden. Tıpkı romanın yazarının mimarlığı üzerinden atarak hayatına yazar olarak devam ettiği gibi.

İnsan her şeyi anlatabilir der Stiller; yalnızca gerçek yaşamını anlatamaz. Roman boyunca okuyucuyu bir oyunun içine çekmekteki başarısı da burada gizlidir. Stiller, rezil hayatını yadsımak için türlü hikâyeler, işlemediği cinayetler anlatmaktadır. Yeri gelir Isidor’un öyküsü olur bu, yeri gelir Meksika’da bir tütün işçisidir ve patlayan volkanda bulur kendisini. Bazen Rip von Winkle masalı gibi ‘uyuyan adam’ olarak çıkar karşımıza. Yeri gelmişken belirtmek gerekir; Stiller’in anlattığı öykülerin hiçbiri esas metinden bağımsız değildir. Okuyucu dikkatli olursa görecektir ki bu öykülerin alt metinleri romanı ele vermektedir.

Max Frisch, sayısız hikâye anlattığı bu eserinde bizi başka bir tartışmaya çekmektedir. Romanın başında yaptığı Kierkegaard alıntısı gibi; kendini seçmenin zorluğundan bahseder. Çünkü bu seçimi yaparken bir başka şey olmak, daha doğru bir ifadeyle kendimizi bir başka şeye dönüştürme olanağından da vazgeçmiş oluruz. Söylem pratiğine benzemektedir bu kimlik inşası. Kişiye özgürlük verirken aynı zamanda onu sınırlandırmaktadır. Üstelik akışkan bir hayatta kimlik sahibi olmak oldukça zordur, zira şartlar durmadan değişmektedir.

Stiller kendisine dayatılan kimliğe itiraz ederken yaptığı şu savunu her şeyi özetlemektedir;

“Öldürme güdülerimi C.G. Jung’dan, kıskançlığımı Marcel Proust’tan, İspanya’yı Hemingway’den, Paris’i Ernst Jünger’den, İsviçre’yi Mark Twain’den, Meksika’yı Graham Greene’den, ölüm korkumu Bernanos’tan ve hiçbir yere varamamamı Kafka’dan ve geri kalan her şeyi Thomas Mann’dan öğrenmediğimi, lanet olsun, avukatıma nasıl kanıtlayabilirim?”

Stiller’i okurken, birkaç çarpık ilişki ve kimlik sorgulamalarından fazlasını bulacaksınız. İsviçre burjuvazisine duyulan nefreti, din ve sosyalizm tartışmalarını, erkeklik kimliğinin eleştirisini, evliliğin burjuvazinin elindeki çaresizliğini okuyacaksınız…

HAZIRLAYAN: Sinan Tepe