İNSAN ODAKLI TASARIM

Ülkemizde tasarımcının ve yaratıcı gücün katma değerini konuşurken, artık geleneksel tasarım alanlarını değerlendirmek bana oldukça naif geliyor. Dünya dijitale evriliyor ve biz bunun neresindeyiz?

Asıl soru bu olmalı galiba.

İnsan odaklı tasarım diye bilinen bir kavram var. Sadece kelime çağrışımları ile düşündüğünüzde oldukça anlamsız gelebilir. “Her şey insan için, insan ile ilgili tasarlanır zaten” diyebilirsiniz; kaldı ki bu da kapsayıcı bir düşünce olmaz çünkü hayvanlar ve bitkiler için de tasarım yapılır. İnsan odaklı tasarım çağrıştırdıklarından daha fazlasıdır.

Bu kavram, gerçekleştirilecek tasarım problemini çözmek için insanların düşünce yapılarını, duygu dünyalarını ve davranışlarını esas alan tasarım yaklaşımını anlatır. Tasarımın sosyoloji, psikoloji ve davranış bilimleri ile örtüştüğü kümedir. Bu anlayış ile yapılan tasarım, sadece tasarımcısının iç görüleri, duyguları, beğenileri, öncelikleri ile ortaya çıkmaz; merkezine insanlardan gelen bilgi ve edinimleri yerleştirir. Tahmin edebileceğiniz gibi bu türden bir tasarım anlayışı, problemin çözümü için daha ilk aşamada önemli bir zamanı araştırmaya, ikili görüşmelere, saha ve vaka analizlerine ayırır; ve çokça analitik veri gerektirir.

İnsan odaklı tasarımın karşımıza Nobel ödülü sahibi Herbert Simon’un görüşleri ile çıkar. Simon bu kavramı, tasarım odaklı düşünme metodolojisinin (design thinking) yaygınlaşmasında baş rolü oynayan ve dünyada tasarıma dayalı iş modellerinin nerede ise tüm kapılarının çıktığı IDEO ile birlikte Stanford Üniversitesi’nde geliştirmiş ve tekrar duyurmuştur. Simon, ilk bilgisayarların ortaya çıktığı dönemde, mühendislik ve bilim yaklaşımları ile tasarımı özdeşleştirdiği önemli bir eseri, The Sciences of the Artifical kitabının yazmıştır; sanıyorum bu kitap günümüzün yazılımcılarının, UX tasarımcılarının ve servis tasarımcılarının baş ucu kitabı konumundadır. 1969’da kaleme alınan bu eserde, türümüzün yapaylaşmasına dair daha ilk günlerden oldukça çarpıcı tespitler, tanımlar ve bununla baş edebilmek için sıralanmış prensipler yer alıyor.

DAHA ÇOK TÜKETİM İÇİN İNSANLARIN ANALİZİ

1760 yılındaki endüstriyel devrim sonrası, eşyalar kitlesel olarak üretilirken doğal olarak çoğunlukla mühendisler baş rolde idi. Endüstriyel tasarımın doğuşuna sahne olan gelişimler zincirinin paralelinde her zaman tüketim olgusu da olduğundan, üretenler insanları araştırmaya da hemen o yıllarda başladılar. Kayıtlardaki  ilk etnik ve antropolojik araştırmaların tarihi 1767 yılına dayanıyor.1800’lerin başlarında bir malın alımı için hala üreticiye ve satıcıya ulaşma zorunluluğu vardı. İhtiyaçlarını gidermek için üreticiye ulaşması gereken insandı. 1960 yılında geldiğimizde ilk “call center” kuruldu ve bu durum tersine döndü. Bu merkezi ilk kez İngiliz bir gazete müşterilerine fikir sormak için kursa da, 70’lerin başında bu merkezler Amerika’da büyük bir hızla yaygınlaşacak ve günümüze kadar ulaşacaktı. Artan üretim kapasiteleri doğrultusunda rekabet artık iyice kızışmış, tasarım da rekabetin en önemli itici gücü konumuna yükselmişti. Artık müşterinin yani tüketicinin gelip sizi bulmasını bekleme lüksü kimsede yoktu. Müşteri her şeydi ve insanların algıları yönetilebilir bir olguydu. Bu kavramı reklamcılık ve pazarlama dünyasında, bana göre fazlaca etik dışı bir biçimde yaygınlaştıran isim psikoanalist Sigmund Freud’un reklamcı yeğeni Edward Bernays’ten başkası değil. Dayısının bilimsel çalışmalarını piyasalara uyarlaması hakkında pek çok yazı okuyabilirsiniz. İnsan davranışlarının, duygularının ve psikolojisinin analizi ve bunun algı yönetiminde kullanılması Amerika’nın tüketim kültüründen siyasetine ve hatta ikili ilişkilerine kadar sahip olduğu en öncelikli değerlerin başında gelir.

Reklamcılık bambaşka motivasyonları olan bir yaratıcı alan, buna karşılık tasarım ise nesne-insan etkileşimi ile daha fazla ilgili. Tasarım tarihinde İskandinav yaklaşımı olarak bilinen diğer bir kavram 1969 yılında, kullanışsız nesnelerin daha insancıl olarak tasarlanması adına ortaya çıkan bilincin ilk ortaya çıkışını anlatır.

MÜHENDİSLİK ÇÖZÜMLERİNE KARŞI İSKANDİNAV YAKLAŞIMI

Endüstri üretiminin ilk yıllarında tüm üreticiler tasarımcı ile çalışmadığından ortaya çıkan nesneler kullanım kolaylığından, ergonomiden hatta güvenlikten yoksun olarak üretiliyordu estetikten ise nerede ise bahsedilmiyordu. İskandinav yaklaşımı olarak bilinen düşünce, eşyanın mekanik ve üretime dayalı detaylarını görmediğimiz, analitik mühendislik çözümlerinin, yaratıcı düşünce gücü ile daha katlanılır ve kullanılır bir hale getirildiği insan odaklı bir yaklaşımı sundu.

Bugün tasarım severlerin İskandinav tasarımı olarak bildiği ve sevdiği oldukça yalın ama bir yandan endüstriyel izler taşıyan, endüstriyel olarak üretilen, pek çoklarınca estetik bir stil olarak algılanan çizginin ardında endüstriyel devrimin izleri ve mühendislik üretimlerinin eksik kaldığı her alan için gerçekleştirilmiş bilimsel, insan odaklı araştırmalar vardır.

Tasarımda insana dair araştırmalarda önemli bir yapı taşı da tasarım tarihini şekillendiren en önemli kitaplardan birinin (The Design of Everyday Things) yazarı olan Don Norman’dır. Norman, benim de mesleğime bakış açımı daha ilk günden şekillendirmiş olan en kapsayıcı tanımı yapmıştır tasarım için: Tasarım bir iletişim biçimidir ve tasarımcılar da iletişimcilerdir.

1988’de kaleme aldığı bu kitapta tasarımın prensiplerinden, iyi tasarıma dair bugün bile geçerli pek çok ufuk açıcı konudan bahsederken, katılımcı tasarım kavramını öne sürmüştü.  

KATILIMCI TASARIM NEDİR NE DEĞİLDİR

Katılımcı tasarım kavramı da bugün oldukça sığ ve hatalı örneklere sahne olabiliyor. Tasarım anlayışımız bir türlü şekil vermekten öteye geçemediği için, tasarımcıyı da hala salt şekil veren olarak algılıyor; katılımcı tasarım dendiğinde, birlikte tasarlama işini anlıyor, buradan da hep birlikte şekil verme eylemine girişiyoruz. Norman’ın ve diğerlerinin belirttiği üzere katılımcı tasarım kavramı, insan ihtiyaçlarının, duygularının ve ideallerinin tasarım süreçlerine katkısını sağlamayı anlatır. Bu çerçevede yapılan çalışmalar bilimseldir ve araştırmalara dayanır; böylece tasarlayan kişi problem hakkında daha kapsamlı bilgi sahibi olur ve önereceği yaratıcı sunumları bu edimiler sonrasında geliştirebilir. Sonuç o tasarım çözümünü kullanacak kişiler tarafından çok daha kabul edilebilir olacaktır, çünkü katılımcı tasarım geniş kitlelerden fikir almıştır. Katılımcı tasarım, birlikte tasarlamak veya  bitmiş bir tasarım için fikir sormak değildir; tasarımcının tasarımını daha iyi ve herkesin yararına yapabilmesi için başta geçirmesi gereken uzun araştırma ve etkileşim süreci ile buralardan topladığı datalarla tasarım yapmasıdır.

Bu kavramların temelini oluşturduğu insan odaklı tasarım kavramı başlarda, makine üretimini insancıllaştırma, bilgisayarlar ile iletişimimizi anlama gibi iyi ve masum motivasyonlar taşısa da, gittikçe artan tüketim coşkusu içerisinde zamanla insanları yönlendiren bir olguya evrildi. Pazarlamanın gittikçe artan önemi ile birlikte tasarımın ihtiyaçlara cevap veren ve problemleri çözen bir kavram olmaktan çıkıp, ürünün satışını arttırmaya yönelik dikkat çekici bir etken olarak tercih edildiğini görüyoruz. Bu yaklaşımın en ilkel örnekleri, söz gelimi bir kahve makinasını günün moda renklerinde üreterek pazarlamak, katılımcılık adı altında kentlilere toplu taşıma araçlarının rengini sormak veya bir tasarım problemi için, onlara birkaç öneri arasından seçim yaptırmak gelebilir. Bunların hiç biri burada sözünü ettiğim, Simon ve Norman’ın bize anlatmak istediği kavramlarla örtüşmez, ancak iyi pazarlama sonuçları doğururlar.

DENEYİM  (UX) TASARIMCILARININ YÜKSELİŞİ

Günümüze iyice yerleşen dijital yaşam doğrultusunda tüm bu kavramlar, yani insan odaklı tasarım, kullanıcı odaklı tasarım, deneyim tasarımı, servis tasarımı gibi alanlar da inanılmaz bir yükselişe geçti.

Yazılımcılar basit bir web sitesinin tasarımından daha karmaşık sistemlerin yaratımına kadar yaptıkları her işe belirli tasarım kalıpları kullanırlar. Şimdi burada bu tasarım kalıplarını ve açıklamalarını anlatma özgürlüğüm yok ancak şunu vurgulamak istiyorum: Bu kalıpların tümü kullanıcı ve ihtiyaç hedeflidir. Bir web sitesini ele alalım, tasarlanmamış bir web sitesi, basılı bir broşürün ekrana taşınmış halidir. Tasarlanmış bir web sitesi ise, kullanıcısını iyi araştırmış, burada gelişime yönelik analizleri iyi gerçekleştirmiş, stratejik hedefler belirlemiş ve bu doğrultudaki yazılımlarla desteklenmiş bir web sitesidir. Tasarımcılar bu siteyi tasarlarken hedef odaklı bu kalıpları kullanmamın haricinde, söz konusu sitede farklı ölçümler yaparak haritalar çıkarırlar.

Bu analizler elbette kullanıcı deneyiminin iyileştirilmesini, servislerin kusursuzlaştırılmasını, verimliliğin arttırılmasını, kaynakların doğru ve etik kullanılmasını sağlamak üzere kullanıldığı gibi, kullanıcının eğilimlerini belirlemek ve yönlendirmek için de kullanılırlar; hepimizin bildiği üzere algoritmalar bu işe yarar.

Algoritmalar bu açıdan baktığımızda önümüze belirli reklamları çıkaran veya siyasi tercihleri yönlendiren araçlar olmaktan çok daha fazlasıdır, ki bu tümü ile başka bir yazı konusu olsun! İnsan odaklı tasarım anlayışının bu evrimini ve algoritmaları bugünün en önemli kavramlarından biri haline getirmesini, atom çarpışmaları bilgisinin atom bombasına dönüşmüş olmasına benzetiyorum. İnsanlığın başına gelmiş iyi ve kötü olayların altında aslında hep bir anlama merakı yatıyor ve sonuç her zaman iyi olmayabiliyor.

Yeniden İskandinav yaklaşımına değinirsem, bu yaklaşım aslında temel birkaç ilkeden bahseder: yapılı çevrede ve ürünlerde demokrasi ve demokratikleşmek için çabalamak, geleceğin hayalinde ve tasarlanmasında daha insancıl yöntemleri tartışmaya açmak.

Geçtiğimiz yıl ile birlikte, kullanıcı deneyimi olarak tanımlanan ve içinde masum ve masum olmayan pek çok çalışmayı barındıran tasarım alanı zirveye oturdu. Artık markaların farklılaşmasını sağlayan ürünler veya rekabetçi fiyatlar değil, deneyimin kendisi, ve deneyim tasarlanıyor.  Daha önce algının tasarımı hakkında daha kapsamlı bir yazı da yazmıştım. Bugünün en çok aranan tasarımcıları, eşyaları tasarlayan endüstriyel tasarımcılar değil, deneyimleri tasarlayan UX tasarımcıları.

Başka bir öngörüm daha var. Çok ileri bir atış yapıyorum biliyorum ama düşüncem şu ki, yakın bir gelecekte eşya, hatta mekan tasarımının profesyonellerce yapılmadığı bir dünya içinde yaşayacağız. Bu türden ihtiyaçların çok daha fazla bireysel çözümlerle sağlanacağını bugünden anlamış olmalıyız. Ülkemizde bile, adhoc olarak bilinen ve belirli bir sisteme ait olmayan, bireylerin kendi ihtiyaçları için kendi çözüm yollarını bulduğu kavramı konuşalı 10 yıl oldu. Virüs ile birlikte içe kapanan yaşam koşulları, gıdadan barınmaya insanları genelleşmiş yaygın hareketlerden, bireysel davranışlara itti. Tüketim bilincinde büyük bir değişim yaşandı. Bunların tümü özellikle barınma ve eşya ihtiyacında farklı yönelimlerin kalıcı olabileceğini düşündürtüyor. Bu perspektiften bakıldığında, örneğin eğitimde klasik eğitimi sunan endüstri ürünleri tasarımı, hatta mimarlık ve içmimarlık fakültelerinin bile geleceğinin olmayacağını görebiliriz. Bugün ülkemizde bu fakültelerden kaçında deneyim tasarımı, servis tasarımı dersleri var ve ne kadarında teknoloji ile entegre olmuş tasarım (bilgisayarda çizim yapmaktan veya üç boyutlu yazıcı laboratuvarlarından bahsetmiyorum) anlayışı hakim bilmiyorum.

Bu ülke, yılda kaç tane UX tasarımcısı, servis tasarımcısı, stratejik tasarımcı mezun ediyor? Kurumsal alanlarda, finans ve perakende sektörünün dışında hangi yapılar bu tasarımcılara istihdam sağlıyor ve gerçekten de yönetimsel süreçlere dahil ediyor? Ülkemizde tasarımcının ve yaratıcı gücün katma değerini konuştuğumuz noktada, artık geleneksel tasarım alanlarını değerlendirmek bana oldukça naif geliyor. Dünya dijitale evriliyor ve biz bunun neresindeyiz? Asıl soru bu olmalı galiba.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi