Irkçılık virüsü mutasyona uğrar mı?: Webo’dan Suriyeli sığınmacıların dünyasına bakış

Son Güncellenme Tarihi: Aralık 27, 2020 / 19:35

Türkiye Şampiyonlar Ligi’nde Başakşehir antrenörü Pierre Webo’ya yöneltilen ırkçı ifadelere siyasi spektrumun her bir kesiminden tepki gösterdi. Aslında benzeri bir hesaplaşmayı kamuoyu kendi içinde sığınmacılara karşı sergilenen ırkçı eylem ve ifadeler karşısında da göstermiş olsaydı bugün çok daha farklı bir entegrasyon politikasından söz edecektik. Kim bilir belki de ırkçılık virüsü mutasyon bile geçirebilirdi bu vesileyle ve Eylül ayında Samsun’da fırın işçisi olarak çalışan Suriyeli sığınmacı Eymen Hammami, ırkçı küfürler savuran milliyetçi bir grubun saldırısına uğrayarak sokak ortasında bıçaklanıp katledilmezdi.

Hikayeye öncelikle bir öz-eleştiriyle başlamak ve kendimize Martin Luther King’in şu tespitini anımsatmak gerekiyor: “Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk; kardeş olarak yaşamayı…”

Vaktiyle bir spor kulübünün başkanı, takımdaki siyah futbolcu için “Bizim yamyamı gol makinesi diye aldık çamaşır makinesi çıktı” dediğinde gelen tepkilerin ardından “Biz yamyam gibi tabirini kullanırız. Türkiye’de ırkçılık olmadığı için aklımıza gelmez” açıklamasını yaptığında ırkçılığı önemsizleştirip görünmez kılmaya çalışmıştı. Günümüz şartlarında ise benzeri skandal açıklamalar kişinin kendisi açısından büyük bir özrü ve topluma dair bir öz-eleştiriyi gerektiriyor.

Türk kimliği tehlikede mi?

Suriyeli sığınmacılara yöneltilen ırkçı söylem ve eylemler her şeyden önce sığınmacıların toplumda oluşturdukları gettolar ve çevrelerinde ördükleri zorunlu kozalar karşısında Türk kimliğinin “tehlike” altına girdiği iddiasından yola çıkıyor. Yönetici elite ve halka üstünlük duygusu sağlamak için kitleleri yapay bir “öteki” karşısında konsolide etmek amacını taşıyor. Irkçılık özünde kendisi gibi olmayanın varlığına karşı bir hoşgörüsüzlük hali, kendini ötekinden üstün görme, kibirlenme, saf kötülüğü dışa vurma eğilimi.

Suriye’de yaklaşık dokuz yıldır süregiden iç savaşın ardından milyonlarca insan ülkelerini terk ederek komşu Türkiye topraklarına sığınmak zorunda kaldı. Hızlı göçlerin yaşandığı bu süreçte Türkiye’nin geliştirdiği kamu politikaları ve sivil toplum odaklı destek faaliyetleri oldukça önemli, ama yetersiz. Bu kritik göç akımının yeterli ve etkili entegrasyon politikalarıyla desteklenmemesi sonucunda Suriyelilere yönelik ırkçı eylem ve ifadeler zaman zaman ülke ve dünya gündemine paralel bir şekilde alevleniyor. Kendi içimizdeki ırkçılıkla yüzleşme gerekliliği ise sümenaltı ediliyor. Örneğin işçi olarak gittiği Almanya’da senelerce benzer muameleye maruz kalan Türk toplumunun bazı üyelerinin Suriyeli sığınmacılara da benzer dışlayıcı tavrı takınması, üzerinde durup düşünülmesi gereken bir olgu.

Webo’ya yönelik ırkçı ifade toplumun herkesim tarafından kınanırken, örneğin geçtiğimiz günlerde gazeteci Fatih Altaylı’nın ana akım medyada yaptığı skandal açıklamalar herhangi bir özürle ve/veya kınamayla sonuçlanmadı. Yıllarca emekle bakıp süslediğiniz yuvanızı, en sevdiklerinizi, belki de kedinizi, köpeğinizi, başarılı hukuk eğitiminizi ardınızda bırakıp geceyarısı karanlığa sığınarak gizlice sınırdan geçen ve sadece bagajdaki ufacık bavuluna tüm hayatını sığdıran bir sığınmacı yerine koyun kendinizi. “Türkiye’yi biz Suriye’ye savaşsız kaybettik. Türkiye’nin sahibi onlar, biz misafir gibiyiz. Yakında bizi atacaklar buradan, öyle bir hal var” diyen ünlü bir gazetecinin sözleri ruhunuzda nasıl bir yara açardı? O yarayı nasıl bir özür sağaltırdı? Yoksa etrafınıza ördüğünüz kozayı daha da mı sağlamlaştırırdınız? Bu toplumda beni istemiyorlar diyerek patlak botlarla Yunanistan adalarından birine mi atmak isterdiniz kendinizi? Bazen bilinçli veya bilinçaltından ifade edilen bir ırkçı açıklama, toplumdaki ötekileştirilen kesimler üzerinde büyük yaralar açabilir, onları hedef haline getirebilir ve bir şiddet sarmalını tetikleyebilir. Bu saldırılar zaman zaman sokakta gezerken “işimizi elimizden aldınız, sizin yüzünüzden kiralar arttı” şeklindeki suçlamalara bürünürken, zaman zaman çocuğunuzun Suriyeli arkadaşlarıyla oynamasına Türk ailelerin karşı çıkması gibi absürt şekiller alabilir. Suriyelilere daha yüksek fiyat ile evini kiralayan komşunuzla da bu konuyu açmazsınız olur biter. Ve bunlar kanıksanmış ırkçılık ortamında gündem dahi olmadan gündelik hayatın akışına karışır, gider. Geride sadece Altaylı’nın açıklamalarına yönelik Mülteci Hakları Derneği’nden geldiği gibi istisnai tepkiler kalır bu da ne sorunu çözer ne de yaşanan utancı örter.

Kısır döngüyü kıracak mıyız, yoksa parçası mı olacağız?

Elbette dünya iyi ve kötü insanlarla dolu. Ancak bizler 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapmakla övünen, göç politikalarında referans ülke olmayı hedefleyen bir profil edinmek istiyorsak, bunu sadece kamu politikalarında değil toplumsal ilişkilerde de ırkçılığı içselleştirmekten artık vazgeçerek inşa etmemiz gerekiyor.

Alman Marshall Fonu (GMF), İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi işbirliğiyle 22 Aralık günü açıklanan “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları-2020” Araştırması, Türkiye’de yaşamakta olan Suriyelilerin ülkelerindeki iç savaş biter bitmez geri gönderilmesi gerektiği görüşünde yüksek bir uzlaşmaya dikkat çekiyor. Görüşülenlerin %86’sı bu görüşe katılırken; CHP seçmeni arasında bu görüşü onaylayanların oranı %93’e varıyor. MHP ve İYİ Parti tabanları arasında bu oran %91 dolaylarında. Dolayısıyla, Suriyeli sığınmacılar söz konusu olduğunda parti tabanları arasında bir ortaklık söz konusu. Ancak bu karşıtlığın ırkçılık boyutuna ulaşmaması, yine kamusal ve sivil toplumdaki uzlaştırıcı söylem ve eylemlere bağlı. Türkiye’nin mevcut uluslararası bağlamda sığınmacıların nasıl geri gönderileceğini değil, sınırlarını açtıktan sonra ülkeye gelenleri nasıl vatandaş yapacağını ve nasıl entegre edeceğini düşünmesi, buna yönelik kapsamlı çalışmalar yapması gerek. Zira Almanya’da Türk göçmenlerin entegrasyonunda yaşanan sorunların benzerini yaşarsak bedeli çok büyük olabilir. Çok dilli ve çok etnisiteli bir toplum olmanın avantajları bu noktada devreye girmezse, geç bir aşamada yüksek maliyetleri yönetmemiz gerekecek.

İş arkadaşınız bir Suriyeliyse ve sizinle aynı kalifikasyonlara sahip olmasına rağmen daha düşük bir maaş alıyor ve sigortadan yararlanmıyorsa, bunu bilmenize rağmen siz de susuyor ve buna itiraz etmiyorsanız siz de bu ırkçı sarmalın içindeki bir halka olursunuz. Sosyal medyada gezinirken bir arkadaşınızın Facebook paylaşımında “Biz sabahlara kadar çalışıp duralım, Suriyeliler sınavsız şekilde istedikleri üniversiteye girebiliyorlar” yazması karşısında bu mezenformasyonu çürüten açıklamalar yazmazsak, bizim suskunluğumuz karşısında ırkçılık söylemsel düzeyde de eylemsel düzeyde de daha da körüklenir. Seçim dönemlerinde oy vermeyi düşündüğünüz parti eğer Suriyelileri ülkelerine geri göndermeyi bir seçim malzemesi haline getiriyorsa, suça karışma oranları Türk vatandaşlarınkinden daha fazla olmamasına rağmen onları kriminalize ediyorsa, sizin elinizdeki en değerli enstrüman olan oy ile bu mezenformasyona karşı durmanız gerekir.

Çarpık düşünce, özellikle okumayan, araştırmayan, hap bilgilerle beslenen zihinleri kışkırtır, kendisine zemin bulur ve sosyal medya çağında hızla yayılır. Ancak, birlikte yaşam kültürü inşa etmeye, birbirinin artı değerlerini harmanlayarak toplumsal uyumu güçlendirmeye yönelik bir okuma, tüm bu ırkçılık salgınının aşısı olabilir. Nasıl ki yargı reformundan bahsediyorsak, ırkçılıkla samimi ve kalıcı bir mücadele için de söylem ve eylem reformuna gitmek için bir yerden başlamak gerekiyor. Ünlü edebiyatçı Stefan Zweig’in dediği gibi, “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top