IŞIK DENEYCİSİ: OLAFUR ELIASSON

Rumi takvime göre 8 Kasım’da kış aylarına girdik. Yine bu takvime göre 6 Mayıs’a kadar yaz severlere gün yüzü yok. Kış demek soğuk, yağışlı, güneşsiz günler demek. Bense ışığı severim, güneşe taparım. İçimi ısıtmak için ışığın deneycisine sığınıyorum. Sizlere bu hafta, çağımızın en önemli yaratıcı profillerinden birini, Olafur Eliasson’u anlatacağım.

Daha önce mutlaka söz etmiş olmalıyım Eliasson’dan. Londra’daki TATE Modern’e 2003’te sunduğu devasa güneş illüzyonu, mesela şimdi burada, kış arifesinde İstanbul’da sergilense, her gün biraz altında vakit geçirmek isterdim. Güneşin bir kopyası en az güneşin kendisi kadar etkili olabilir miydi? Olafur yapınca oldu!

Profesör olan Olafur’u tanımlamak zor. Akademisyen, sanatçı veya tasarımcı olarak anılabilir. Bunların tümünün hakkını veren bir profilden söz ediyorum. Sanat eğitimi almış olan ve kendini sanatçı olarak tanımlayan biri olmasına karşılık ben ona deneyci demeyi tercih ettim. Stüdyosu Berlin’de olan ve dünyada sayısız yerdeki işleri ile nam salan bu İzlandalı-Danimarkalı yaratıcı, en çok ışıkla deneyler yapıyor. Işığın kendisini tasarlıyor. Işıkla ilgili düşünmemizi sağlıyor. Işığın yansımalarını araştırıyor.

Stüdyosu çok kültürlü. Arşivciler, araştırmacılar, yemek şefleri, teknik uzmanlar, mimarlar, bilgisayar programcıları, sanat tarihçileri, aktivistler ve zanaatkarlar var Olafur’un ekibinde.

Berlin Sanat Üniversitesi’nde görevliyken Institut für Raumexperimente/ Mekansal Deneyler Enstitüsü’nü yönetmişti. Eliasson ile birlikte Cristina Werner ve Eric Ellingsen tarafından yönetilen bu enstitü, 2009’daki kuruluşlarından son ana kadar takip etmeyi çok sevdiğim bir içerik sunuyordu. Yazımı hazırlarken kontrol ettiğimde, 2015’ten bu yana, online arşivler üzerinden, bir sivil insiyatif olarak halen var olduğunu görebildim ve bu arşiv yok olmadığı için mutlu oldum. Enstitü pek çok kuruluştan sağladığı fonlar ile dünyanın çeşitli diğer kuruluşlarından, üniversitelerinden konuklar çağırarak, onlarla iş birlikleri sağlayarak yeni bir öğrenme metodolojisi arıyordu. Öğrenmenin sınırlarını genişleten, sanat eğitimi adına yeni yollar arayan bir deney merkeziydi.

Çok katmanlı insan profilleri ve Berlin’den uzak coğrafyalara gerçekleştirilen araştırma gezileri ile, yaratıcı üretimin insanlarla temasta olması gerektiğini, birbirinden etkilendiğini, kapsayıcılığının arttığını göstermeyi hedefliyordu belki de. Belirsizliğin kürasyonu yapılıyordu bir nevi bu buluşma ve yaratma ortamında. Mutlaka bol bol araştırma, etkileşim ve yaratıcı düşünce vardı ama belli ki somut çıktılar azdı. Belki de ortaya somut bir eğitim modeli çıkmaması veya artık buraya ayrılacak fonların başka yerlere ayrılmak istenmesi 2014’te sanatçıya bir veda mektubu yazdırdı ve enstitü fiilen kapandı. O mektuptan şu alıntıyı paylaşmak isterim:

Sanat okullarında öğretim sağlanırken, katılımcılar kendilerini güvende hissetmeliler gerçekliğin tartışılabilir olduğunu bilmeliler ve istikrarsızlıktan ilham almalılar. Burada verilen eğitim sırasında katılımcıların, dünyanın risklerle dolu ve öngörülemez olduğu gerçeğiyle rahat hissetmeleri sağlanmalıdır. Her şeyin değişebileceğini kabul ettiğinizde, bu sizi bir sanatçı olarak inanılmaz derecede güçlü kılar; zor bir iştir çünkü ne zaman bir şey yaparsan, ona göre çalıştığın sistemi ve ilkeleri yeniden icat etmen gerekir. Şimdiki zamanı yeniden yapılandırman gerekir. Biçimciliğe çare yok; tekrar eden bir başarı yok. Sanatçı olmak, kesinliği korurken göreliliği ve belirsizliği kucaklamak demektir.”

Çağımızda değişen sanatçı/ tasarımcı kavramının bir önceki yüzyıldaki öncüsü gibi Olafur. Onun kendine açtığı alanlar, bu sınırsızlık, deneycilik ve sonsuz araştırma ve öğrenme çabası, zaten günümüzde yeni nesil sanatçıların ve tasarımcıların da benimsediği bir yaklaşım. Sunduğu her işin dünyevi dertlerle olan yakın bağı, onun sorumlu bir yaratıcı olduğunu, dünyanın gerçeklerinden kopmadan, hatta onlardan etkilenerek ürettiğini gösteriyor.

Zaman zaman tasarım okullarından mezun olmuş ve sanat pratiğinde kendini daha iyi ifade ettiği için sanatçı olmayı tercih etmiş gençlerle karşılaşıyorum; daha çok yeni onlardan bir ikisinin, konvansiyonel eğitim sisteminden nasıl da bunaldıklarını anlattıkları bir kısa konuşmanın içinde buldum kendimi. Çok iyi bir üniversiteden mezun olmasına rağmen son derece yetersiz bulduğu bir eğitimden geçtiğini söylüyordu bu gençlerden biri.

Yaratıcı alanlarda, geleneksel yöntemlerin ve mesleğin özünün öğretimi bir temel ama yeni dünyanın insanları bununla sınırlı kalmak istemiyor yüksek öğrenimde.

Çevresinde onca olay olup biterken, tüm bu bilgi bir çığ gibi onların avuçlarının içindeyken, geleneksel üretimler, metodolojiler yetersiz kalıyor gençler için. Nasıl da haklılar. İklim ve çevre sorunları, su kirliliği, gıda savaşları, enerji sorunları, atıklar gibi çağımızın mühim dertlerinin tümünü bu geleneksel eğitim ve öğretim hayatı yarattı. Sorumsuzca üretmek için tasarımcılar, kontrolden çıkmış kentler için mimarlar, az gelişmiş ülkeleri sömürmek için mücevherler, çocukları çalıştırmak için moda tasarımcıları yarattı sistem. Önümüzdeki çağ buradaki tüm hatalardan öğrenmek istiyor; tutarsızlıkları aşabilirse öğrenecek de.

Olafur’un nerede ise tüm yaşamını adadığı sanatsal üretim de aslında bir bakıma tüm bu sorunları öngören, biricik enerji ve yaşam kaynağımız güneşi ve ışığı ön plana çıkaran, havayı, suyu, eriyen buzulları karşımıza radikal biçimde çıkaran çalışmalar. Sadece dikkat çekmekle kalmayan, sosyal tasarımın en güzel örneklerinden biri olan, örneğin Little Sun gibi tasarımlar da var bu üretimler arasında; kamusal sanat da.

Sanatçının son sergilerinden biri, 3 Kasım’da Rivoli/Torino’da, Castello di Rivoli Museo d’Arte Contemporanea ‘da açıldı. 26 Mart 2023 tarihine dek izlenebilecek bu serginin ismi Trembling Horizons.

Sanatçının Floransa ‘da halen açık olan sergisi ile bir bütün olarak açılan bu yeni sergide altı adet optik cihaz bulunuyor. Bunların tümünden optik illüzyonlar yansıtılıyor galerilere. Cihazlar da ortaya çıkan optik yanılsamalar da tam bir ışık deneyi niteliğinde, zira böyle bir ışık projeksiyonunda ortaya çıkacak görüntüyü ve duyguyu önceden kestiremezsiniz. Oldukça genişletilmiş ve kimi yerde 360 derece panaromik olarak yansıtılan bu kompleks ışımalar, ışık bilimini bir araç olarak kullanırken aslında Olafur’un son dönemde çalışmalarını yoğunlaştırdığı beden, duyular ve algılar üzerinde odaklanıyor. Sanatçı bu işleri Kaleidoramas olarak isimlendirmiş; kelime kaleydeskop ve panorama kelimelerinin birleşiminden oluşuyor.

Renkler ve ışıklardan oluşan, ufuk, zaman, varlığımız, bedenimiz gibi kavramları belki de bize unutturacak bu yeni deneyi umarım en kısa sürede bir yerlerde deneyimleme şansı bulabilirim; zira Olafur’un tutarlı üretimi, yaratım felsefesi ve ortaya çıkardığı işlerin tümü içimi ısıtıyor. Dışımızın üşüdüğü, içimizin karartıldığı bu günlerde en çok ışığın büyüsüne, yaratıcı üretimin gücüne ihtiyacımız var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi