Jack ve Kaşıktaki Yağ

O, lükse boğulmuş hayatında, her şeye sahip olduğunu düşünen yalnız bir adamdı şimdiyse çocuklarıyla vakit geçirmekten keyif alan, karısına deli gibi âşık bir aile babasına dönüşmüştü.

Sizlere bu hafta Jack Campell’ın hikayesini anlatmak istiyorum. O, New York’un göbeğinde lüks dairesinde yaşıyor ve binanın en zengini olmakla övünüyordu. Fişek gibi bir Ferrarisi, dilediğince gönlünü eğlendirebileceği güzel kızlarla çevrili bir dünyası vardı. Sabahları Pavarotti’nin “La Donna è Mobile” aryası eşliğinde dans ederek mütevazı bir ev büyüklüğündeki gardrobundan kıyafet ve aksesuar seçebilecek kadar keyifli, dev şirketin yönetim kurulu başkanı olmakla yetinmeyecek kadar da arzulu ve hırslı biriydi.

                Kendisiyle ahbaplığımız yaklaşık yirmi yıl önceye dayanır. Ben henüz mesleğe yeni başladığımda o beyaz perdede arz-ı endam ediyordu. Fit vücudu ve sahip olduğu zenginliklerle zamanımızın özenilecek karakterlerden biriydi bizim için. Oysa yaşam öyküsüne vakıf oldukça size de yaşadıklarıyla hayatın bambaşka bir yönünü daha göstermiş olacak. Jack Campell karakterine aksiyon filmlerinin tanıdık yüzü Nicholas Cage’ın hayat verdiği ve ona artık orta yaşların sonuna yaklaşan güzel yıldız Tea Leoni’nin eşlik ettiği 2000 yapımı The Family Man (Aile Babası) filminden bahsediyorum. 

Noel Gecesi

                Yaşadığı dünyanın dayattığı şartları kabul etmiş ve oyunu kurallarına göre oynadığını düşünen Jack, sahip olduğu gücü daha da pekiştirmek için gecesini gündüzüne katıp çalışırken eş, çocuk, aile kavramlarını hayatından çıkartmıştı. “Biz” kavramının çok uzağında sahile vurmuş bir hayat sürse de O, elde ettiği maddi zenginlikle kendisini mutlu kabul ediyordu. Patronu onun maddiyata düşkün halinden keyif alıyor, “Sen bize kapitalizmin bir armağanısın Jack!” diyordu. 

                Hayatını para ve başarı üzerine kuran ve istediği her şeye sahip olduğunu düşünen Jack’in yaşamı bir Noel Gecesi değişecekti. O gece yaşadığı garipliklere bir anlam verememiş,  ertesi sabah lüks rezidansının yayla kadar geniş yatağında değil de çizgi film seslerinin yükseldiği alelade bir banliyö evinde, on üç yıl önceki sevgilisinin yanı başında yeni güne gözlerini açıyordu. Odaya dalan 6-7 yaşlarındaki kız çocuğu, sevimli bir bebeği yatağa bırakıyor ve hep beraber Noel hediyelerini açmak için heyecanla yatakta zıplıyordu.

“Biz”i seçiyorum…

                Yaşadıkları karşısında şok geçiren kahramanımız hızla kendini dışarı atıp bir süre Ferrari’sini arasa da kapıda bulduğu bir mini vanla neoliberal dünyanın kalbine, Manhattan’a doğru hızla yol alıyordu. Ne lüks rezidansının ne de başkanı olduğunu şirketin kapısından içeri adım atmasına izin verilmeyen Jack, lüks ve şatafatlı yaşantısının çok uzağında on üç yıl önce kariyerini yükseltmek için Londra’ya gidip geride bıraktığı, ayrılmamak için ona göz yaşları döken “Biz’i seçiyorum Jack.” diyen sevgilisi ile evli, iki çocuklu bir aile babasının hayatında buluveriyordu kendisini.

               Tahmin edersiniz ki hayata bambaşka iplerle bağlı olan Jack’in böyle bir hayata alışması hiç kolay olmadı. Kaybettiklerine karşın bu paralel yaşamında ona verilenleri kabullenmesi mümkün değildi. Ailece alışverişe çıktıkları bir gün ona eski yaşamını anımsatan İtalyan giyim devi Ermenegildo Zegna mağazasına denk gelen Jack, tıpkı eski günlerindeki gibi lüks bir takımı deniyor, üzerinde istediği değişikliklerin yapılması için talimatlar veriyordu. 2400 dolarlık bu takımın içinde kendini daha iyi bir insan gibi hissettiğini dile getirdiğinde, aile bütçesinin bu takımı almaya yetmeyeceğini söyleyen karısına ateş püskürüyor, şimdikinden bin kat daha fazla kazanabilecek bir adamken kendisini böyle bir hayata razı ettiği için Kate’e öfke saçıyordu. Oysa finale doğru öğreniyorduk ki Kate’in ısrarları üzerine Londra’ya hiç gitmediğini düşünen Jack kendisi “Biz”i tercih etmiş ve Londra’ya gittiği günün ertesinde uçağa atlamış,

 sevdiği kadınla New York’un sıradan bir banliyösünde alelade bir hayatı tercih etmişti. Bu fantastik yolculuğunda Jack sıradan insanların ona göre basit yaşamlarının içine girdikçe hayatı bambaşka bir yamacından izlemeye başladı. Yaşadıkları bir süre sonra ona kendini hayır işlerine adamış avukat bir kadının kocası, iki çocuklu lastik satıcısı bir aile babası olmanın farklı güzellikleri olabileceğini anımsattı. 

                O, lükse boğulmuş hayatında her şeye sahip olduğunu düşünen yalnız bir adamdı şimdiyse çocuklarıyla vakit geçirmekten keyif alan, karısına deli gibi âşık bir aile babasına dönüşmüştü. Ancak bu geçici bakışın ardından artık eski yaşamına dönme vaktinin geldiğini anlayan Jack’in uyumamak için kendisiyle verdiği mücadeleden bu alternatif yaşamı daha çok sevdiğini anlayabiliyorduk. 

                Hakkında bir hayli spoiler verdiğim film IMDb’de izleyicilerinden 6.8 gibi bir puan almış. İzleyenlerin kimi filmden çok etkilendiğini söylerken kimi filmi saçma bulduğunu ifade etmiş. Marvel karakterleri kadar gişe başarısı elde edemese de Aile Babası bize hayatta neyin önemli olması gerektiğine dair fikirler veriyor.

İki kaşık yağ

                Filmi izlediğiniz zaman siz de başlarda Kate’e kızabilir, Jack’e kendi istediği yaşamı dayattığını düşünebilirsiniz. Oysa bu, ikisinin kararıydı, zira “BİZ” olmak ancak ortak kararla mümkündü. Muhakkak ki Jack’in tercihine karşı çıkacak olanlar, kariyerin yahut servetin daha kıymetli olduğuna ve insanı daha mutlu edeceğine inananlar, bunu savunanlar olacaktır ki, burada amacımız da haklı çıkma gayretine düşmek değildir. Ancak hayatın bir denge olduğuna, “Benden, sana”, “Senden bize” gidip gelen bir mekik gibi çalıştığında tam verimine ulaştığına inanıyorum. Ve bu dengenin nasıl olması gerektiğini de gelin Simyacı kitabıyla Türk okurunun gönlünde özel bir yer tutan Paulo Coelho’nun bu güzel eserindeki bir hikayeden öğrenelim:

                “Bir tüccar Mutluluğun Gizi'ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.

                Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış. Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş. Bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.

                Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi'ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.

                'Ama, sizden bir ricada bulunacağım,' diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş. 'Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.'

                Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış.

                'Güzel! demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanbaşının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?'

                Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabaladığından, başka bir şeye dikkat edememiş.

'Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı,' demiş ona bilge. Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.'

                İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.

                'Peki! sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?' diye sormuş bilge.

                Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.

                'Peki!’ demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, 'sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.'"

                Hepimiz için standart bir sonun varolduğu bu hayatta sorumluluk dolu kaşığı elimizden düşürmeden, içindekileri döküp saçmadan da hayatı yaşamanın; bahçedeki gülleri, duvardaki halıları görebilmenin mümkün olduğuna inanıyorum. 

                Tıpkı filmin final sahnesi gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi