Kabullenmemiz gereken ilk gerçektir coğrafya

…unutacağız. Çünkü biz -mış gibi yapar kolayca da unuturuz. Depremin acısını depremzedenin sırtına yavaşça bırakır gündelik telaşların daha heyecanlı bulduğumuz yamacına kuruluveririz. Çadırda yaşamanın zorluğu, sevdiklerini kaybetmenin acısı, delice sallanan bir binada yahut da göçük altında milyon yıl gibi geçen saniyelerin yarattığı o büyük korku, gelecek kaygısı, geçmişin anısı tamamiyle depremzedenin omuzlarındadır artık. Belki şimdi hemen değil ama muhakkak yakın bir zamanda.

            İlayda.

            16 yaşında.

            Lise 3. sınıf öğrencisi.

            Konuşurken gözlerinin içi gülüyor. Nasıl hayat dolu o gözler.

            Seneye üniversite sınavlarına girecek. Ondan biraz kaygılı. Yüzünde tebessümle karışık “Ne olacak  bu memleketin hali” ifadesi oluşuveriyor sohbet oraya gidince.

            10 yaşından beri diyabet hastası İlayda.

            Günde dört kez insülin olması gerekiyor. Sekiz-dokuz kez de şekerini ölçmeli. Yemekten önce, yemekten sonra ve ara öğünlerde. Muhakkak. Bazen dersin ortasında bir “bip” sesi duyuluyor. Arkadaşları alışmışlar artık, dönüp bakmıyorlar.

            Doktorunun verdiği diyete uymaya çalışıyor ancak egzersizlerde açık veriyor. Seyrek de olsa diyeti bozduğundaysa vücut dengesi bozuluyor. Keyfi kaçıyor.

•••

            Tüm yaşamını bu hastalığa göre planlamış İlayda. Yaşamının merkezinde o var. Diyetinden gün içinde beslenme saatine, yapabileceği sporlardan rutin kontrollere kadar hayatındaki devinimi belirleyen ana mekanizma hastalığı.

            Her şeye rağmen kendine nasıl keyifli bir yaşam kurduğunu ışıl ışıl gözlerinden anlayabiliyorsunuz.

            Başarmış.

•••

            4,5 milyar yıllık bir yaşa sahip Dünya’da Türkiye arazisi çevresine göre bir hayli genç sayılıyor. Uzun süre Tethys Denizi’nin tabanında geçirilen sürenin ardından Alp-Himalaya Orojenezi’ni de tetikleyen süreçlerle ulaştı Güneş’in parlak ışığı bu topraklara. Sonrası hep çile hep kahır.

            Kuzeyde milim oynamamaya kararlı devasa bir kütle. Avrasya.

            Güneyde Avrasya’ya kavuşma sevdasında Afrika ve Arap levhaları.

            Türkiye kesilmiş limondaki çekirdek adeta. İki dev levhanın arasında. Habire batıya…Hep batıya…İte kaka kayıyoruz.

            Levhalar, plakalar, S dalgaları, L dalgaları, fay, kırılma, yanal atım, Richter, şiddet, Kandilli, Celal…

            Günlerdir deprem konuşuyor, deprem dinliyoruz. Yönetmelikler, yardımlar, binalar, kolonlar, kirişler…Depreme dair ne varsa ekrana taşınıyor. Hatta kimi zaman kantarın topuzu kaçıyor, reytingin gel bana gel banasına dayanamayanlar acının pornografisi ile de izleyici avlamaya çalışıyor.

•••

            Ancak unutacağız. Çünkü biz -mış gibi yapar kolayca da unuturuz. Depremin acısını depremzedenin sırtına yavaşça bırakır gündelik telaşların daha heyecanlı bulduğumuz yamacına kuruluveririz. Çadırda yaşamanın zorluğu, sevdiklerini kaybetmenin acısı, delice sallanan bir binada yahut da göçük altında milyon yıl gibi geçen saniyelerin yarattığı o büyük korku, gelecek kaygısı, geçmişin anısı tamamiyle depremzedenin omuzlarındadır artık. Belki şimdi hemen değil ama muhakkak yakın bir zamanda.

            O depremin hemen sonrasında ortaya çıkan, çoğu zaman gözlerim yaşararak şahit olduğum muhteşem yardımlaşma duygusu…

            O işte! Sonsuza kadar sürse keşke…

•••

            Pandora’nın kutusunda bir köşeye yalnız başına sığışıp kalan umudun son kırıntılarıyla hevesleniyor insan. Umut etmek çok insanî…

            Tıpkı ışıl ışıl gözlerinde hayatın parıltısı yansıyan İlayda’nın diyabeti gibi bu toprakların kronik hastalığı da deprem. Ve biz bu gerçeği yaşamımızın odağına koyup geriye kalan her şeyi ona göre en baştan planlar mıyız? Ne dersiniz yapar mıyız, yapabilir miyiz bunu?

            Yoksa delice bir arzuyla başladığımız ilk günlerin müthiş disiplini yine imamesi kopan bir tesbihin pıtır pıtır dağılması gibi dağılıverir mi zamanla?

            Bu sinerji, bu enerji, bu arzu, bu cesaret, bu feraset, bu fazilet, bu fedakarlık, bu mertlik konfeti gibi bir gazla yükselip süzüle süzüle gözden kayıp mı olacak?

•••

            Mesela hâlâ bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncılık yapıp etrafımızda dönen dümene ses etmeyip, yarın bir gün nasıl olsa bana da sıra gelir, ben de yalarım o balı denmeye devam mı edilecek?

            “Üstat mutfak tezgahını bir göreceksin nasıl geniş, nasıl parlak.. Hele o banyo. Tam bir salon salomanje. Kapılar birinci sınıf, parkeler enfes..” diye övülen evlere yerleşirken kapıdan, pencereden, döşemenin kalitesinden önce “Acabaaa, depremde…” sorusunu da dillendirebilecek miyiz artık? Aklımıza ilk o gelecek mi?

            “Bu işin takipçisiyiz ağğbii…” diyip iki ay sonra hakem hatalarıyla ilgili en koyusundan tartışmalar içinde mi bulacağız kendimizi?

•••

            Binaların temeline inip bakacak mıyız bilmem ancak asıl biz meselenin temeline inebilecek ve orada “eğitim”e dokunabilecek miyiz dersiniz? Tüm lise coğrafya müfredatını ivedilikle değiştirmemiz hatta sil baştan kurmamız gerektiğini idrak edebilecek miyiz dersiniz? İlkokul ve ortaokulda kenarından köşesinden değinilen deprem gerçeği -hâlâ- tüm lise eğitimi boyunca sadece kırk dakikaya sıkıştırılmış durumda. Farkında mıyız?*

            Öğrencilerde deprem bilinci oluşturacak, yaşadıkları toprağı onlara anlatacak Coğrafya dersinin sadece lise 1 ve lise 2’de, o da haftada iki ders saati (80 dk) olacak şekilde sınırlandırıldığını, tüm ana konuların bu kısıtlı zamanda anlatılabilmesi için coğrafya öğretmenlerinden, anlayabilmesi için de öğrencilerden insan üstü bir azim beklendiğinin; diğer sınıf düzeylerinde ise coğrafyanın sadece seçmeli ders olarak çok daha “light” konuların eline bırakıldığının farkında mıyız peki?

            Yaşadığı coğrafyayı tanımayan gençler yetişiyor. Bırakın Cumhuriyetin ilk yıllarındaki lise Jeoloji dersi gibi derinlemesine işlenen konuları en temel coğrafî konulardan bile bi haber yetişiyor bu gençler. Lisenin ilk iki yılındaki yoğun müfredat uygulamalı ders işlemeyi engelliyor. Öğrencilerin harita bilgisi sıfıra yakın, lisede buna yönelik bir ders ya da çalışma yok ancak üniversite sınavlarında öğrencilerin hem Türkiye hem de Dünya haritasını iyi derece bilmesi isteniyor. Ayrıca üniversite sınavının ilk basamağında bu yoğun müfredattan sadece beş soru çıkması öğrencileri kâr-maliyet hesabı yapmaya yönlendiriyor. Sadece beş soru için koca müfredatı yüklenmek akılcı gelmiyor gençlere.

            Öğrenmek için ders dinlemek mi? O çoktan sesi uzaklardan duyulan nostaljik bir şarkı oluverdi.

•••

            Yüceler yücesi, ulu AFAD’ımızın elinde simülasyon tırları mevcut mesela. İnternet sayfasında “7,2(Mw) büyüklüğündeki bir depremin bile deneyimlenebildiği merkezler, 3 bölümden oluşur: Deprem Simülasyonu (6 kişilik), Yangın Simülasyonu ve 3 boyutlu Sel Simülasyonu (5 kişilik)” olarak açıklanan bu tırlardan neden her il merkezinde bir tane bulunmaz? Ve neden tüm yıl, okul okul, köy köy gezip başta öğrencilere, sonra sıradan vatandaşa özellikle deprem deneyimi yaşatılmaz. 7,2 gibi bir depremin yüreklerde nasıl bir heyecan ve korku yaşatacağını kıyısından köşesinden de olsa deneyimleyen bir insanın karşısındaki tehlikenin farkına varacağı aşikar. Oysa -mış gibi yapılan deprem tatbikatlarında güle oynaya, sahil kenarında gezercesine merdivenlerden iniyor öğrenciler. Yaşamadığımız, deneyimlemediğimiz bir şeyi ciddiye de almıyoruz.

•••

            Oysa zaman zaman yaşadığımız acı bir deneyimin ardından coşan duygularımızla hemen harekete geçiyor, kararlar alıyor, kararlar veriyoruz. Hemen ardından planlar yapıyor, komisyonlar kuruyoruz. Ancak sonra zamanla usul usul gardımız düşüyor. Kararlar, planlar komisyonlar etkisini yitiriyor. İşler -mış gibi akmaya başlıyor bu defa.

            Örneğin 9 Kasım 2010 tarihine ait “İlkokullarda Depreme Karşı Japon Eğitimi Verilecek” başlıklı haberde Milli Eğitim Bakanlığının, 2011 yılından itibaren Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı ortaklığında Marmara Bölgesi’ndeki 80 ilköğretim okulunda depremden korunma dersleri vereceği, üç yıllık projede görevli eğitmenlerin dersleri Japonya’da alacağı belirtiliyor. Yine habere göre üç yılın sonunda projenin tüm Türkiye'ye yayılacağı, 80 pilot okul arasından seçilecek 10 demonstrasyon okulunda oluşturulacak model sınıfların, ülke genelinde yaygınlaştırıldığında diğer okullara örnek olacağı ifade ediliyordu. Haberin yayınlanmasının üzerinden tamı tamına 12 yıl 3 ay 24 gün geçmiş durumda. Ve ne yazık ki işe başlarken arzu edilenle işin sonunda elde edilen arasında yine mühim bir fark var. Geçen zamanla nispetle aldığımız yolun miktarı önümüzde. Neredeyse her çabamız küresel kullanıma da giren “Bir işe Türk gibi başla, Alman gibi devam ettir, İngiliz gibi bitir” sözünü kanıtlıyor adeta.

•••

            “Coğrafya Mahkumları” kitabında İngiliz gazeteci ve yazar Tim Marshall “Coğrafya her zaman bir çeşit hapishane olmuştur. Ülkelerin kimliklerini ve potansiyellerini belirleyen şartlar, bir çok dünya liderinin aşmak istediği engelleri barındırıyor.” der. Bu coğrafya bizim en büyük gerçeğimiz.

            Bilgiye, bilime, bilene olan saygı yeterince kök salamadığı topraklardan hamasetin, popülizmin ve her geçen gün daha da ağırlaşan değer erozyonunun ardından çok daha hızlı kovuluyor. Halbuki bu toprakların yetiştirdiği bir büyük Türk, Atatürk “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” demiş, ülkeyi hangi temeller üzerinde yükseltmemiz gerektiğini ifade etmişti.

            11 ili milyonlarca vatandaşı etkileyen deprem felaketi bu gerçekle yaşamamız gerektiğini göstermesi açısından yeterli değil miydi?

            Her şeyden evvel bu coğrafyanın gerçeğini kabullenerek işe başlamamız gerek.

* (10.sınıfta 10.1.3. numaralı kazanımda “İç kuvvetleri; yer şekillerinin oluşum sürecine etkileri açısından açıklar.” kazanımı içerisinde yıllık planda sadece bir ders saati ayrılmıştır deprem konusuna)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi