Kan ve Çiçek

Kan ve Çiçek
Zihindeki izleri ile hayata dâhil olan kentler, benliğin derinliklerinde bir yer edinirler çoğu kez. Nedenini bilemesem de ömrüme ortak böyle bir kent, toprağı ile kurduğum bağ nedeniyle hep benimledir. Toprak aidiyet yaratan zihinsel...

Zihindeki izleri ile hayata dâhil olan kentler, benliğin derinliklerinde bir yer edinirler çoğu kez. Nedenini bilemesem de ömrüme ortak böyle bir kent, toprağı ile kurduğum bağ nedeniyle hep benimledir. Toprak aidiyet yaratan zihinsel bağın en güçlü nesnesidir belki. Ancak aidiyeti, duygusal ve zihinsel dünyasında yaratan biri olarak, toprağın da bu âlemdeki tezahürüne meyilli olduğumu söyleyebilirim. Zira “hal”dir toprak, kemaldir, olgunluğun en üst rütbesidir, öğretir.
Mekânın değilse de zamanın belirsizleştiği, tanrıların hüküm verdiği günlerde, Ekho’nun sevdasına karşılık vermeyen avcı Narkissos, Olimpos dağının gazabına uğrar. Sudaki aksiyle karşılaşır ve kendine hayran olur, daha önce kimseyi sevmediği kadar sever bu görüntüyü, kendini. Nihayet Ekho gibi günden güne erir ve bir gün aksini seyrettiği su birikintilerinin olduğu topraklarda can verir. Toprak, bu anı bitimsiz kılar. Ve her yer sapsarı nergise keser. Nergis elle tutulur, gözle görülür zamanlara uzanır ve sarı rengi, büyüleyici kokusuyla, insan benliğine daima “dengede kalmayı” öğretir.
Mekânın da zamanın da belirlenir olduğu bir dönem daha gelir ki aynı topraklara, bu kez zaman sonsuzlaşır. Bir avuç insan, geçmişin ve geleceğin tek ideali için buradadırlar. Onlar “her dem” buradadırlar. Benliklerinde ve toplumlarında adaleti yeşertmek, var ermek için. Öz, her şeye varlık verendi, aynı özden yansıyanlar değerde eşitti. İhtiyacı kadar yiyecek, ihtiyacı kadar giyecek, barınacak, ısınacaktı. Böyle de oldu. Ortak toprağı ekip, hakça bölüştüler. Dede Sultan ikinci huruçta Yekdest ve Dimitri Babaya “ ortak kazan, ortak ambar yeryüzüne hakim olmadıkça bu kavga bitmez, hem bitmemeli. Ortak kazanda ne zaman aşlar pişirilir, ortak üleştirilir, işte o vakit bu kavga tamama erdirile. Er ya da geç bu hayat bula ki dereler, nehirler mecrasında rahat akabile. Onlar rahat akmadığı sürece Ademoğlu’na rahat olmaya, böyle arzu ettiğimden değil, böyle olacağından bu düzenin. Serzenişim ondan. Yoksa bunun aksi bir hayatı, ortaklar ambarı dışında bir hayatı bize reva görenler her daim tepemizde kırbacı sallamaya devam edecek, bu böyle biline, böyle görüle.” diyordu.
Sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesiydi onlar, cenneti yeryüzü hayaline dönüştüren, evreni içsel yolculuğunda tanıyan, iyiliği, güzelliği, adaleti, hakikati önce olgun insanda sonra toplumda var edenlerdi. “İyilik ve kötülük eşit mevkidedir. Sen hangisine meyledersen, o güç biriktirir. Terazinin iki kefesi gibidir. Sen hangisine sığarsan o toprağa doğru eğilir. Karanlık ile aydınlık gibidir. Sen hangisine aşkla bağlanırsan o seni gönül mihmanına ulaştırır. Kir ile pas gibidir. Sen hangisine el verirsen o özünü yıkar. Can ile ten gibidir. Sen hangisine merhamet edersen o seni Hakk’a ulaştırır.” Diyordu Dede Sultan.
Kendi toprakları, emek ve ekmekleri, kendi düzenleri için üç kez huruç edeceklerdi, ikisi yengiyle bitse de üçüncü kan ile bitmişti. Ortak kazana kastedenler, Mordoana kıyısı boyunca ilerleyip, Amber Seki-Saip üzerinden Mimas’ın Pirenli tepesine vardığında, tek tek düştü bedenleri toprağa. Dede Sultan derdest edildiğinde “Yektir Dede Sultan, Tektir Dede Sultan diye haykırdı Yar Ali, Eğrilimanda.
Birlikte ekip biçen, hakça bölen, ortak kazandan yiyen köylünün kanı, sapsarı nergise hayat veren toprağın koynundaydı. Kasım 1416 idi, henüz nergis kokusu sarmamıştı Mimas’ı. Dede Sultan, tenden ayrılmadan Selçuk’ta, halka ve zamana ses veriyordu; “Gül dikensiz, mazlum zulümsüz, hak zincirsiz, öte dünya cennet-i âlâsız kalıncaya kadar sürecek bu kavga. Yurt edindik, yurtluk edindik, zorbalar savruldu. Cenk ettik, cenge duçar olduk ama ikrarımızdan dönmedik. Her daim Hakka yakın durduk, münkirler bertaraf oldu. Cenk ettik, cenge duçar olduk, ama dost meclisine galebe çalmadık.” Yoldaşları, “İriş Dede Sultan! İriş!” diye haykırıyordu.
İriş nidalarının yankılandığı kayalıkları taşıyan, nergise sapsarı rengini, büyüleyici kokusunu veren, ortak kazanın köylülerinin kanını, bedenini konuk eden aynı topraklardır.
Ve aynı toprak her dem, iyiliği, adaleti, hakikati, hakikat yolundan dönmemeyi, mücadeleyi, tevazuu, güzelliği öğretmeye devam ediyor.
Belki de toprağından gelen güzellik, adalet, hakikat kokusu Mimas’ın burnunu, ait olduğumuz, hayran olduğumuz Karaburun’a dönüştürmüştü.  Kim bilir…