Karanlıktan aydınlığa bir yol

Mezun olmamıza bir yıl kala o geldi okulumuza. Gösterişsiz giyimi, uzun boyu, kıvır kıvır saçları ile biz öğrenciler arasında pek de dikkat çekmemişti Leyla Öğretmen. Ancak işlediğimiz derslerle, psikoloji ve felsefeye dair, bizim mümkün olduğunca uzak kalmaya çalıştığımız konuları sevdirmeye; ancak bundan çok daha fazlası olarak bize “ değerli ve özel” olduğumuzu hissettirmeye başlamıştı.

Geçtiğimiz pazartesi itibariyle milyonlarca öğrenci epey uzun sayılabilecek bir aranın ardından okullarına ve öğretmenlerine kavuştu (MEB verilerine göre 18 milyondan fazla öğrenci ile 1 milyondan fazla öğretmen). Aşı karşıtlarının ortaya koymaya çalıştığı tüm argümanlara rağmen bu kavuşmanın sanırım en büyük dayanağı da aşıydı. Atlattığımıza inanmak istediğim bu zorlu sürecin sonunda öğrencilerin ama en çok da velilerin okulun “zorunlu gerekliliği” hakkında ikna olduklarını düşünüyorum. Akademik yönü bir yana, okulun öğrencinin hayatındaki en büyük disiplin unsuru olduğu, onu hayata hazırlayan ve ailelerin hiçbir zaman tam olarak karşılayamayacakları beceri ve deneyimlerin okulda kazanıldığı açıktır. Maaş ve tatil yönünden ekşi sözlük vb ortamlarda sayısız kez yapılan genellemelerle haksızlığa uğrasalar da biliyorum ki pek çok öğretmen hayatına dokunduğu, iyi izler bıraktığı öğrencilerinin gönlünde yaşamaya devam ediyor.

İşte böyle bir öğretmenden, lisede felsefe öğretmenim olan Leyla Can’dan; Buket Uzuner’in “Hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.” sözünü doğrularcasına yaşamımda mucizeler yaratan öğretmenimden bahsetmek istiyorum size.

İlkokulu, ortaokulu ve liseyi aynı kasabada, sadece bilmek zorunda olanların bildiği (!)

bir nahiye eskisinde tamamladım. Okul yıllarım tutuk ve özgüvensizdi. Dünyaya “Ben varım, yaşıyorum!” diye çoğunca sessiz çığlıklarla haykıran pek çok ergen gibi benim de en büyük emelim içinde yaşadığım toplum tarafından kabul görmekti. Cılız vücudum, çelimsiz duruşum, o zaman neden moda olduğunu hâlâ çözemediğim kahverengi camlı gözlüklerimle bunu yapmam benim için pek de kolay değildi. Ders notlarım eskilerin diliyle Âlâ (iyi) ile Karib-i Âlâ (iyiye yakın) arasında gezinip dururdu. Bu süreçte kitaplarla alakam da pek sıkı değildi haliyle. Lise sona kadar geçen sürede okuyup aklımda kalan birkaç kitap vardı sadece (biri yıllık ödev-şimdinin proje ödevi- için okuduğum Yaprak Dökümü idi).

Sofi’nin Dünyası’na ilk adım

                Mezun olmamıza bir yıl kala o geldi okulumuza. Gösterişsiz giyimi, uzun boyu, kıvır kıvır saçları ile biz öğrenciler arasında pek de dikkat çekmemişti Leyla Öğretmen. Ancak işlediğimiz derslerle, psikoloji ve felsefeye dair, bizim mümkün olduğunca uzak kalmaya çalıştığımız konuları sevdirmeye; ancak bundan çok daha fazlası olarak bize “ değerli ve özel” olduğumuzu hissettirmeye başlamıştı. Sorduğu soruların cevapları dışında da bizi dinliyor, saçmaladığımız anlarda bile bize kızmıyordu. O, tek derdi mabut hale getirilen müfredatı öğrenciye vermek olan öğretmenlerden farklı olarak bizi doldurulması gereken boş birer bardak olarak görmüyordu. Hayatımıza dokunmuş, bu nahiye eskisi küçük yol üstü kasabasının dışında da bir hayat olduğunu göstermiş, ufkumuzu genişletmişti. Ve bunu da en çok kitaplarla bizi dost ederek yapmıştı. O zamana kadar çoğunca üst sınıflardan emanet alıp alt sınıflara emanet verdiğimiz, kimi zaman gazete kağıdıyla kapladığımız ders kitapları dışında kitaplarımız olmazdı evimizde. Belki ben bu konuda biraz daha şanslıydım. O eski halinden eser kalmayan, devrin öz hakiki Abdi İpekçi Milliyet’inden biriktirdiği kuponlarla ansiklopedilerden bir vitrin hediye etmişti babam bana. Ama kitap okumanın bir alışkanlık olarak hayatıma dahil olması Leyla öğretmenin okumamız için kitaplar getirmesi ile olmuştur. Birkaç arkadaş toplanıp evine yaptığımız ziyarette başımızın üstünde uçan muhabbet kuşu kadar otuz yedi ekran televizyonun altına dizilmiş sıra sıra beyaz kapaklı Can Yayınları dikkatimi çekmişti. O mütevazi kitaplıktan bazen Amy Tan bazen de Susanna Tamaro ziyaret ediyordu küçük yaşamlarımızı. Bir öğretmenin okumamız için kendi kitaplığından bize kitap vermesi ise birer devrimdi gözümüzde. Ve lisenin bitişine yakın “Sofi’nin Dünyası” ile tanıştırdı beni öğretmenim. Hemen hemen aynı yaşta olduğumuz Sofi Amundsen’in okul dönüşü arkadaşı Jorün’le yaptığı sohbetin ardından aldığı isimsiz mektupla başlayan felsefe macerası benim de maceramın başlangıcı oluyor; “Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.” diyen Goethe’nin bu sözüne rastladığım ilk sayfalardan itibaren şekil vermek istediğim yaşamıma ilk çekiç darbeleri iniyordu. Düşünce dünyama yeni minik pencerelerin açılması hayatı eskisine göre daha iyi anlayabilmemi sağlıyordu.

Emeğimin karşılığı olarak…

                O yıllarda kazandığım okuma alışkanlığı üniversiteyi kazandığımda da hep yanı başımda oldu. Anadolu’nun farklı şehirlerinden, farklı kültürden, sosyal ortamdan gelmiş yaşıtlarımın arasında da “Ben varım, yaşıyorum!” dememin önemli bir unsuruydu. Okumak bir yandan ufkumu genişletirken diğer yandan kendime olan güvenimin de artmasını sağlıyordu. “Bilmemenin” acziyet ve mahcubiyetinden biliyor olmanın çağıldamasına doğru akıyordum. Öğrenci olmanın kısıtlı bütçesinde okul kütüphanesinden de faydalandım kasabanın belki de seküler, aydın tek ailesinin kapısını araladığı zengin kitaplığından da. Dershane de gözetmenlik yaptığım bir sınavdan kazandığım (henüz altı sıfırı atılmamış) 5 milyon lirayla koşa koşa gidip o zamanın kültür mabedi sayılan D&R’ından Kostas Mourselas’ın Kızıla Boyalı Saçları’nı alıp ilk sayfasına “Emeğimin karşılığı olarak kendime hediye ediyorum.” yazmıştım. Gündüzleri çalıştığım markette, eve dönerken bindiğim domuz burun Ford minibüslerin solgun sarı ışıklarının altında da okumaya devam ediyordum. Bitirdiğim her kitap okumaya, bilmeye karşı açlığımı daha bir tetikliyordu. Kimi Kızıla Boyalı Saçlarda’ki gibi kendi harçlıklarımdan satın aldığım, kimi dersler için zorunlu aldırılan kitaplarla beraber şahsi kitaplığımın nüvesi oluşmaya başlamıştı. İlk kitaplığım tanıdık bir bakkalın duvar kenarına bıraktığı baharat dolabıydı. Alelusul oluşturduğum bu mütevazi kitaplığın içerik açısından zenginleşmesi kitapların dünyasıyla olan bağımı daha da kuvvetlendiriyordu. İçimde okumaya, öğrenmeye dair yangının yalımları artık göğe yükseliyordu. İlk kıvılcımı yakan şimdi nerede olduğunu bir türlü öğrenemediğim Leyla öğretmenim olmuştu.

Bugünün öğrencileri şüphesiz bilgiye ulaşma açısından insanlık tarihinin en şanslıları. Bilgi deryası birkaç tuşa bastıklarında önlerine serilebiliyor. Ancak hâlâ hayatlarına dokunduğunda yaşamlarını zenginleştirebilecek öğretmenlerle karşılaşmak onlar için de bir mucizenin başlangıcı olabiliyor. Arjantinli yazar Alberto Manguel kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı “Okumanın Tarihi” kitabında “Ben evrenle kitaplarda tanıştım.” der. Hayatıma giren ve bana okumayı sevdiren bir öğretmen sayesinde tanıştım ben de evrenle. Umarım uzak kalınan bunca uzun ve sıkıntılı sürecin ardından Leyla Öğretmen gibi öğretmenlerimiz, hayatlarına dokundukları, esin kaynağı oldukları öğrencilerine bilmeyi, düşünmeyi, sorgulamayı sevdirirler ve bizler de içinde bulunduğumuz karanlıktan kısa sürede kurtulabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi