“KAYBEDENLERİN HİKÂYELERİNİ ANLATIYORUM”

Dedesinin masallarıyla büyüyen, bulutlardan ve yıldızlardan şekiller yapıp onları konuşturan Yavuz Ekinci, “Hikâye anlatmaya çocukluğumda başladım” diyor.

Yazmaya öykülerle başlayan ve Haldun Taner ile Yunus Nadi Öykü Ödülleri’ni alan Yavuz Ekinci son yayımlanan kitabı Belki de Dünyanın Sonundayım’da iktidar çatışmasını ele alıyor.  Bu sadece taht kavgası için savaşan baba ve oğulların hikâyesi değil, insanın kendiyle de olan mücadelesi.  Ekinci’yle taht yolculuğunu anlattığı Şehzade Davud’u ve yarattığı karakterin açmazlarını konuştuk.

 ‘Belki de Dünyanın Sonundayım’ kitabınızda iktidar çatışmasını, baba-oğul ekseninde anlatıyorsunuz. Tabi bir de taht için savaşan kardeşler var. Kitapta öyküler, birtakım kehanetler, işaretler var. Bu bir iktidar mücadelesi kitabı olduğu kadar insanın kendisiyle de başa çıkma çabası değil mi?

İlk etapta kitaba bakıldığında taht mücadelesi olarak algılarız ama aslında kişinin kendiyle olan mücadelesidir. Kitap tahta bir yolculuk olarak da okunabilir aynı zamanda bir şehzadenin sevdiklerine karşı sorumluluk da hissetmesidir. Bu romana başladığımda aklımda şu soru vardı: Sevdiğin kadın için neye katlanırsın? Şehzade Davud’un sadece sesini duyarak âşık olduğu bir kadın, Anelya var. Tahta yolculuk yaparken karar verme noktalarını Anelya’ya bir şey olursa diye yapıyor. Çocuklarına ne olacağını düşünüyor. İnsan kaderiyle de doğuyor. Tercihlerimiz de bulunduğumuz yere göre şekilleniyor. Şehzade olarak doğmuştur. Bu onun lanetidir. Bir yandan bunu şans olarak da görebiliriz. Lanettir çünkü bunun dışına çıkma şansı yok. Şanstır belki de sultan olabilme şansı var. Bir insan olarak gidiş gelişlerine tanık oluyoruz.

Zaten “Keşke köyde maraba olsaydım da şehzade olmasaydım” diyor.

Kitabınızda bölümler çiçek isimleriyle ayrılıyor. Örneğin gül, lale, sümbül, karanfil gibi. ‘Peygamberin Endişesi’ kitabınızda da mevsimlerle ayrılıyordu. Bir başka kitabınızda da meyve isimleri var. Bunun özel bir nedeni var mı?

Her kitap kendi içinde bütündür. Her kitapta yeniden yorumluyorsun. Anlattığın hikâyeyi de ona göre belirliyorsun. İlk cümleden sonuna kadar kitap bir bütündür. Örneğin Cennetin Kayıp Toprakları’nı üzüm, nar ve incir üzerine kurgulamıştım. Bu meyvelerin temsilini biçimine ve etrafında dönen hikâyelere göre oluşturmuştum. Örneğin nar herkesin bir yere dağılmasını ifade ediyordu. Belki de Dünyanın Sonundayım kitabımda başından beri şöyle bir durum vardı: Çinicilikte kullanılan çiçek desenleri var. En çok kullanılan gül, lale, karanfil ve zambak. Bundan yola çıkmıştım. Bir de her çiçeğin bir temsili vardır. Örneğin lale bölümü doğu mitolojisinde Allah’ı, iktidarı temsil eder. Genelde padişahın giyeceği kaftandan, kılıcının kabzasına, bineceği atın eğerlerine kadar lale desenleri kullanılır. Karanfili Meryem’in gözyaşları olarak anlatırız. Ölümle cenazeyle bağdaştırılmış bir çiçek. Peygamberin Endişesi kitabımda Vivaldi’nin Dört Mevsim’ine gönderme yapmıştım.

Padişahın bir gül bahçesi var. Şehzade Davud’u oraya çağırıyor ama daha çok gülleriyle ilgileniyor.  Gül neyi temsil ediyor?

Gül saray bahçelerinde bulunan bir çiçek. Doğu mitolojisinde gül Muhammed’i temsil eder. Allah lale, Muhammed gül olarak çizilir. Gül bahçesi bir okul gibidir. Padişah bir yanıyla ürkütücü, yeri geldiğinde kesen, öldüren biri. Öte yandan naif, gül yetiştiren biri. Bu iki durumun tezatlığı beni etkiliyor.

“İNSAN UNUTULMAKTAN KORKAR”

“Beni kim hatırlayacak?” Sorusuyla kitaba başlıyorsunuz. İnsanın önemsenme ve görülme çabasının ifadesi gibi. Üç kardeşler ama babası onu görmüyor. Bir hiç.  Hiç olduğu için de hayatı boyunca kendini kanıtlamak zorunda.

İnsanın en büyük korkularından biri unutulma korkusudur. Bu dünyaya hiç gelmemiş olma korkusu. İnsanoğlu daha temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken bir yandan da mağara duvarlarına el izini bırakır. Kendisine dair bir iz. Dünyanın her yerinde insana ait kalıntılar vardır. Hangi okula giderseniz gidin öğrencilerin sıraları üzerinde yazılar vardır ya da bir parkta… Bu insanın unutulma korkusundan gelen bir şey. Ben de buradan geçtim gibi… Hatırlanmak ister. Ne zaman ölümle yüz yüze gelsek şunu sorarız: Bizi kim hatırlayacak? Unutulup gidecek miyiz? Bu korku bizi sarar. Bir çocuk bunu sormaz ama anneannen veya deden hastane köşesinde ise elini tutup “Beni unutma” der. Şehzade Davud kardeşleri arasında bir hiç. Aileler hiçbir zaman çocuklarını eşit sevmezler. Eşit sevdiklerini söyleseler de çocuklar bunu hissetmez. Sultan yerine geçecek kişi düşünüldüğü zaman o çocuğun bu görevi yapabileceğine inanması lazım. Bir ailede kendisinin sevilmediğini düşünen çocuğun duygusu nedir? Kalabalık bir ailedeki çocuk sevilmediğini düşündüğünde ne gibi bir duyguya kapılır? Şehzade Davud’u öyle düşündüm.

“KAYBEDENLERİ ANLATMAYI TERCİH EDİYORUM”

Venedik Senatosu’nun raporuna ulaşıyor. Babasının onunla ilgili düşüncelerini öğreniyor. Sultanın gözdesi şehzade Mustafa. Davud’un pısırıklığından, Anelya’ya olan aşkından rahatsız. Siz neden Davud’un hikâyesini anlatmayı tercih ettiniz?

Kahramanları anlatmaktan çok, kaybedenleri anlatmayı tercih ediyorum. Şehzade Mustafa ve Musa’nın hikâyesi başka şekilde de olabilirdi. Davud da ise sevilmediğini, hak etmediğini düşünen bir insanın iç sesiyle konuşması var. Bütün her şeyi başarıp tahta geçmiş bir şehzadeden çok o ikircikli durumu anlatmak istedim.

“TRAJEDİ AİLE İÇİNDE GERÇEKLEŞİR”

“Tarih birbirine ihanet eden ailelerin hikâyeleriyle doludur” diye yazıyorsunuz. Davud tahta geçtiğinde öz oğlu ve en güvendiği kişi tarafından öldürülüyor. Bir güvensizlik de yaratıyor iktidar değil mi?

İktidar zehirlidir ama çekicidir. Ona sahip olmak istersin. Dünya tarihi, Bizans, Osmanlı, Roma, İran tarihi birbirinin yerine geçmeye çalışan baba-oğul hikâyeleriyle doludur. Burada da hiç beklemediği bir yerden darbeyi alıyor. Aristoteles Poetika’da der ki: Trajedi aile içinde gerçekleşir. Dikkat ederseniz trajedilerin çoğu ailelerde olur. Zaten düşmanlar bunu yapmak için varlar. Önemli olan hiç beklemediğin insanlar tarafından öldürülmen ya da önünün kesilmesi. Hemen hemen polisiye filmlerin tamamında en yakını sevdiğine ihanet eder. Kutsal kitaplarda da Habil-Kabil, Yusuf ve kardeşleri arasındaki hikâyede de olduğu gibi. 

Satranç ve tavlayla ilgili rivayetten söz ediyorsunuz. Rivayete göre Hint İmparatoru danışmanlarına, komutanlarına, bilgelere ve alimlere çocukların gelecekte iyi birer savaşçı olmalarını sağlayacak bir oyun hazırlamalarını emrediyor. Günlerden bir gün imparatorun danışmanı rüyasında filleri ve atları olan devasa iki ordu görmüş. Bundan ilham alarak da satranç oyununu yapmış. Tavlanın hikâyesi de farklı. Her iki oyun arasındaki fark nedir? Bu iki oyun, roman içinde neyi temsil ediyor?

Eskiden en çok oynanan iki oyundan biri; tavla ve satranç. İkisinin arasında şöyle bir fark var: Satrancı zekâyla oynarsınız. Tavla ise biraz strateji ama şanstır. Hayat da tavla gibidir. Bazen biraz şans biraz da akıldır. Hayata bakışım da bu şekilde. Günümüz dünyasında oyunun geldiği noktaya baktığımızda 19. ve 20.y.y da akıl öne çıktı. Bir zamanlar ikisi de çok sevilen, oynanan iki oyunken tavla günümüzde kahvehaneye sıkıştı. Satranç ise uluslararası bir spora dönüştü. Bu durum insanoğlunun daha çok akla meylettiğini, şansa yer bırakmadığına işaret ediyor. Kitapta tavla ve satranç neye meylettiğinde, hangi stratejileri belirleyeceğini gösteren bir durum. Kitabın merkezinde hamleler üzerine kurulu iki oyun.

“İKTİDAR, KORKUSUNU BASTIRMAK İÇİN HER ŞEYİ YUTAR”

İktidar ve korku ilişkisini de sormak isterim. “Korkak bir sultana kimse biat etmez. İnsanoğlu korktuğuna tapar, korkmadığını böcek gibi ezerdi” diyorsunuz. O halde tüm mesele korku duvarını aşmak mı?

İnsanın hayatta kalabilmesinin en önemli sebebi korkudur. Aşırı salgılanması vücudun felç olmasını sağlar. İktidar en çok korkan kesim olarak gözüme çarpıyor. Korkusunu bastırmak için de canavar gibi her şeyi yutan bir şey. Çehov bir hikâyesinde bunu şöyle anlatır: Bir adam at arabasıyla yolculuk yapacak ama korkuyor. “Şimdi bu at arabasına bindim. At arabasını süren adam beni yolun ortasında indirip öldürürse, cebimdeki her şeyi alabilir” diye düşünüyor.  At arabasına biner binmez hikâyeler anlatmaya başlıyor. Şunu öldürdüm bu adamı öldürdüm diye…  Yolun bir yerinde at arabasının şoförü kaçıyor. Çünkü yolcunun onu da öldüreceğinden korkuyor. Aslında at arabasına binen adam korku içinde. Korkusundan hikâyeler anlatıyor. Hayatla da bu şekilde bir ilişkimiz vardır. Korktuğumuz yerde kendimizi güçlü hissettirmek isteriz.

Kitabınızda doğaya ilişkin ayrıntılar da dikkat çekici. Doğanla bir yılanın mücadelesini okuyoruz. Çocukluğunuzda bulutları konuşturduğunuzu söylemiştiniz. Eskiden insanlar dağı, taşı, toprağı dinleyerek yaşamını sürdürüyor. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. Doğanın bir parçası gibi davranmıyoruz.

Bugün her şeye bilimsel, nedensel bakıyoruz. Eskiden beri insanlar doğadaki her hareketi işaret olarak algılıyorlardı. Dolunayı, ay tutulmasını, rüzgârı öyle algılıyorlardı. Şimdi sırtımızı doğaya dönmüşüz. Şehirlerde doğanın hayatımızdaki yeri azalıyor. Romanda doğanın önemli bir yeri var. Göğün kralı kartaldır ya da doğandır. Yer altının kralı ise yılan. Yıllar boyunca ikisinin savaşı resmedilmiş, kullanılmış. Eskiden insanlar bir yolculuğa çıktıklarında doğan gördüklerinde bunu zafer olarak algılıyorlardı. Bir hikâye yaratıyorlardı. Doğa hayatlarında etkiliydi. Doğaya göre aç da kalabilirlerdi, ölebilirlerdi. Ancak şimdi insanoğlu her geçen gün doğanın etkisini sıfırlıyor. Sürekli bununla meşgulüz. İstanbul gibi her tarafının beton olduğu bir şehirde doğayı hayatımızdan çıkardık. Çocuklar hayvanları kedi ve köpek dışında hayvanat bahçesinde görüyor.

Mirza ismi kitaplarınızda sık karşımıza çıkıyor. Yazdıklarınızı ona adıyorsunuz. ‘Belki de Dünyanın Sonundayım’ kitabınızda da bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.  Mirza kim?

Oğlum; Mirza Ali. Mirza ismi Farsça’da ve Kürtçe’de prens demek. Şehzadeyle eş anlamlı kullanılır. Oğluma hikâyeler anlatmayı, ona kitap atfetmeyi seviyorum.

Hemen hemen birçok kitabımı oğluma ithaf ettim. Adını bir karaktere de vermeyi seviyorum.

“HİKÂYE ANLATMAYA ÇOCUKLUĞUMDA BAŞLADIM”

‘Cennetin Kayıp Toprakları’ kitabınızda anlattığınız aileye benzer bir ailede büyüdüğünüzü yazıyorsunuz. Kalabalık bir ailenin hikâyesini okuyoruz. Kelimelerle yeni bir dünya yarattığınızdan söz ediyorsunuz. Şimdi o dünyada mutlu musunuz?

Cennetin Kayıp Toprakları ikinci romanım. Her yazdığımız metin hayatımızdan izler barındırır. Ben de köyde büyüdüm hatta romanın geçtiği Mişrita köyünde büyüdüm. Babaannem ben doğmadan vefat etti. Dedem hayatımda etkisi olan biriydi. Masalları, destanları bilirdi uzun uzun anlatırdı. Dede ve torun arasında müttefiklik vardır. Biri babayla diğeri de oğulla çatışma yaşar. Dedemin bildiği çok sayıda masal vardı. Şahmeran’ın, Mehmet Mirza’nın hikâyesini uzun uzun anlatırdı. İlk kez Rüstem-i Zâl hikâyesini dedemden öğrenmiştim. Yıllar sonra Şehnâme’den okudum. Hikâye anlatma isteğim çocukluğumda oluştu. Oldum olası gökyüzüne büyük bir hayranlığım oldu. Beni en çok kendine çeken şeyler; gökyüzü ve dağlardır. Geceleri özellikle yıldızları yan yana getirip onlardan şekil yaratırdım, gündüzse bulut parçacıklarını bir araya getirip onları konuştururdum. Sonraki zamanlarda bunun etkisini bütün metinlerimde gördüm.

En keyif aldığım şey; masama oturup hayal kurup yazdığım zamanlar. Kelimeler bana şunu sağlıyor: Bir hayatım var. Sınırlı yaşayabilirim ama kelimelerle birçok hayatı yaşayabiliyorum. Kelimelerle yarattığım dünyada farklı karakterlerin yaşamını deneyimleyebiliyorum, yaşayabiliyorum.

Yavuz Ekinci’nin ilk öykü kitabı Meyaser'in Uçuşu 2004 yılında yayımlandı. Sırtımdaki Ölüler kitabıyla 2005’te Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Bana İsmail Deyin kitabıyla ise 2008 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Öyküleri Almanca, İngilizce, Japonca, Yunanca, Farsça ve Kürtçe’ye çevrildi. Bana İsmail Deyin öyküsü 2019 yılında Dortmund Tiyatrosu tarafından sahneye uyarlandı.

Tene Yazılan Ayetler ve Cennetin Kayıp Toprakları ilk romanları.

Cennetin Kayıp Toprakları romanı Tayfur Aydın tarafından İz adıyla sinemaya uyarladı. Film 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali Onat Kutlar Jüri Özel Ödülü'nü aldı. Yazara ait diğer kitaplar; Rüyası Bölünenler, Günün Birinde ve Peygamberin Endişesi.

HAFTANIN KİTAPLARI

BENİM KAHRAMANIM TÜRK HALKIDIR

Cüneyt Arkın

Kırmızı Kedi Yayınları

Bizans tekfurunun oyunlarını bozan bir kahraman Kara Murat, bozuk düzene isyan eden Vatandaş Rıza, Malkoçoğlu, Yeşilçam’ın yıldızı… Çocukluğumuzun süper kahramanı Cüneyt Arkın’ı kaybettik. Ünlü aktörü yaşam öyküsünü anlattığı ‘Benim Kahramanım Türk Halkıdır’ kitabıyla anıyoruz. Cüneyt Arkın kitabında; çocukluğundan başlayarak anılarını bir araya getirmişti. Babasıyla koyun güttüğü yılları, İran Şahı’nın davetinde yaşadıklarını, doktorluk günlerini ve Yeşilçam günlerini bazen gülümseyerek bazen de gözlerimiz dolarak okuyoruz.

KAPLANIN SIRTINDA

İstibdat ve Hürriyet

Zülfü Livaneli

İnkılâp Yayınları

Otuz üç yıl süren bir saltanat, ardından bir gece yarısı gelen Selanik sürgünü…

Tahttan indirilişinin üzerinden bir asırdan uzun bir zaman geçmiş olan

II. Abdülhamid’in yaşamının en ilginç evresi Zülfü Livaneli’nin kaleminden gün yüzüne çıkıyor. Devrik padişahın, ihtilalci fikirlerin filizlendiği Selanik şehrindeki günleri hem bir vicdan muhasebesi hem de yoğun bir psikolojik gelgit dalgası. Livaneli, II. Abdülhamid’in tahtını kaybettikten sonra yaşadıklarına odaklanırken, bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı sorguluyor.

İNSAN BENCİL MİDİR?

Nevzat Evrim Önal

Yazılama Yayınları

Nevzat Evrim Önal temel bir sorunun peşinden gidiyor.  İnsanın bencil olup olmadığını araştırıyor. ‘İnsan Bencil midir?’ kitabında Önal,Harari ya da Richard Dawkins gibi insanın kötücül olduğunu iddia eden, diğer yandan da günümüz toplumunun “mümkün olanların en iyisi” olduğunu iddia eden ideologların karşısında daha iyi bir toplum ve kendi varoluşuyla barışık bir bireyi inşa edebileceğimiz iddiasıyla çıkıyor. Bunun için işe önce insanın evrimsel süreciyle, alet kullanımıyla, dilin gelişimiyle, tarıma geçişle başlıyor. Sanayileşme ve kapitalist süreçle birlikte sistemin insanın yalnızlığına olan vurgusunun bir aldatmaca olduğunun altını çiziyor.

ÇOCUK KİTAPLARI

MAVİ 55

Lynne Kelly

Günışığı Yayınları

İşitme engelli Iris’in sessiz dünyasındaki tek mutluluğu, dinleyemediği radyoları tamir etmektir. İletişim kuramadığı arkadaşları yetmezmiş gibi, ailesinin de onu anlamadığını düşündükçe yalnızlığı derinleşir. Okyanusta yapayalnız gezindiğini öğrendiği balinadan çok etkilenir. Sesinin frekansı farklı olduğu için sürüsü tarafından terk edildiği halde şarkılar söylemeyi sürdüren Mavi 55, onu çağırmaktadır adeta. Bu özel balinayı bulmayı aklına koyan Iris, uzun bir deniz yolculuğuna çıkmak için anneannesinden yardım alır…

SUÇ VE CEZA

Dostoyevski

Domingo Yayınları

Domingo yayınları on kitaplık ‘Hepsi sana miras’ serisini hazırlıyor. Bu seriden Dostoyevski’nin Suç ve ceza romanını seçtik. "Suç ve Ceza"yı bize İsrailli yazar Abraham B. Yehoshua anlatıyor, Sonja Bougaeva ise resimliyor.

Yazar, “Suç ve Ceza’yı torunlarıma okuduğumda, beni elektrik çarpmış gibi dinlediler. Eşim ve ben işte o zaman şunu fark ettik: Onların böylesine etkilenmelerine sebep olan şey, işlediği suçun bilincine vararak, bunun cezasını çekmek ve pişmanlığını yaşamak isteyen genç öğrenci Raskolnikov’un onlarda uyandırdığı derin empati duygusuydu. Ve bir kez daha emin oldum ki, “Suç ve Ceza” sadece yetişkinleri değil, tüm dünya çocuklarını etkileyecek kadar özel bir eser” diye anlatıyor Dostoyevski’nin eserini.    

PERGAMON’UN KAYIP HAZİNESİ

Nesibe Çakır

Can Çocuk

Roma’ya bağlı Pergamon kentine yeni bir vali atanmıştır. Valinin karısı Crispina kendisine boş bir ev seçmek yerine, kentin en eski evlerinden birinde oturmayı istemiş, Arete’nin ve atalarının yüzyıllardır yaşadığı evi ellerinden alıp oraya yerleşmiştir. Arete’nin evini geri kazanmak için başlattığı mücadele, onu yeni tanıştığı Plin’le birlikte şehrin kadim gizemlerine ve atalarından kalma sırlara sürükler. 2014 yılında UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine aldığı Pergamon’un tarihi ve eşsiz güzellikleri, arkeolog, akademisyen Nesibe Çakır’ın bu romanında yeniden canlanıyor. Yazar, okurları dönemin gündelik yaşamına, pazar yerlerine, kütüphanelerine, aile sofralarına davet ediyor.

ÇOK SATAN KİTAPLAR

1. Kaplanın Sırtında, İstibdat ve Hürriyet, Zülfü Livaneli

2. Mutlu Olma Sanatı, Arthur Schopenhauer

3. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

4. Melek Terörist Fahişe, Osman Balcıgil

5. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi