Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“KAYBETME KORKUSU ÖZGÜRLÜĞÜN DEĞERİNİ DAHA İYİ ANLATIR İNSANA”

Kendisini 10 yılı aşan bir zaman önce tanıdım. Tatil için gittiğim Ölüdeniz’de bir etkinlik çerçevesinde imza günü vardı ve aynı otelde kalıyorduk. ‘Şu Dağın Ardı İran’ kitabını soluksuz ve heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. O gün anladım ki çok özel bir kadınla tanışmıştım elbette kendisini yıllar içinde yakın arkadaş yapacak ve onu bırakmayacaktım. Meltem Vural TBMM Cumhuriyet Senatosu bölümü olmak üzere TBMM’de yıllarca çalıştı. Röportajımızın çıkış noktası olan İranlı ilk eşi ile İran’da yaşadıklarını yazdı ve yazar kimliği ile benim hayatıma yıllar önce girdi. Afganistan’da yaşanan olayları ve kadınlara karşı uygulanan baskıyı içimde acıyla hissederek Meltem’in kitabını tekrar okudum ve kadınların yaşadığı zulüm, çaresizlik ve dışlanmayı kitabından yola çıkarak tekrar gündeme getirmek, kendisiyle konuşmak istedim. Başka bir çıkış noktam da röportajımı destekleyen açıklama yine bir kadından gelmişti. 

Afgan gazeteci Nazira Karimi katıldığı bir canlı yayında şöyle itiraflarda bulunuyordu; “Pakistan'a kaçtım. Ben Kabil'de doğdum, Mustafa Kemal Atatürk'ü de hatırlıyorum. Ama çok üzgünüm şu anda kendimi çok kötü hissediyorum. Keşke burada Atatürk'ü daha çok dinleseydiler. O zaman böyle olmazdı. Evet ben genç bir gazeteciydim, ünlü bir gazeteci oldum ama kaçmak zorunda kaldım. 20 yıldır her gün acı çekiyorum. Barışı rüyalarımda görüyorum sadece. Sevdiğim ülkeyi çok çok özlüyorum.”

Kendi yurdunda sürgün olmak duygusunu hiçbir insan yaşamasın, ilk olarak çocuklar ve kadınlar üzerinden yapılan bu insanlık dışı uygulamalar sona ersin artık. Kadınlar siz erkekleri biz doğuruyoruz sonra siz erkekler kadınlara acı çektiriyor ve onlara her türlü kötülüğü yapıyorsunuz. Din adı altında aslında yaratıcıya da ihanet ediyorsunuz bence ve yatacak yeriniz yok yeter artık!

Meltem Vural’ın kitabı ‘Şu Dağın Ardı İran’ yıllar önce çıktı tam da bu dönemde okunması gereken önemli ve anlamlı bir kitap. Coğrafya değişebilir ama kadınların yaşadıkları aslında değişmiyor. Ve kadınlar çerçevesinde tüm olan biteni anlamak adına Meltem kendini merkeze koyarak İran’da geçen zamanlarını bu kitapta anlattı. Unutmayın ki kadınların ayakları üzerinde yükselecek bu dünya, kadınların varlığı dünyayı temizleyecek ve iyileştirecek. Gözümün önünden kadınların hikâyeleri geçerken kurtaracaksa bu dünyayı kadınlar ve çocukların masumluğu kurtaracak biliyorum. Ve ben sevdiğim ülkeyi özlemek istemiyorum. Çekin o kirli ellerinizi kadınların üzerinden! Herkese barış içinde bir dünyada kardeşçe yaşamayı dilerim

Afganistan yıllar sonra Taliban yönetimine geçti orada yaşayan kadınların çaresizliği bir kez daha gündeme geldi. İçerik olarak farklılıklar olsa da senin kitabın ‘Şu Dağın Ardı İran’ aklıma geldi. Coğrafya kaderindir duygusunu en çok yaşayan ve bedelini ödeyen maalesef kadınlar sence neden?

Haklısın. Yüzyıllardır kadim medeniyetlerin beşiği olan, yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle haritasında “dünyayı yönetme teorileri” kurulan, güç ve sömürü odaklarının iştahını kabartan bu coğrafyada hepimiz insan olarak payımıza düşen bedeli en ağırından ödüyoruz maalesef. Çünkü bu coğrafyanın insanlarınca kurulabilecek ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda güçlü bir devlet, emperyalist küresel güçlerin kaynaklarının ve varlıklarının sonu demektir. Bu coğrafyada bütün tuzaklar işte bu korkuyla kurulmaktadır. Kadın olarak fazladan ödenen bedel ise yine bu güçlerce bir taktik olarak kurdurulmak istenen şeriat devleti yanlılarının derdi ve hedefi olduğumuzdan... Çünkü yoz, yobaz, bağnaz kafalar kadının gücünden korkar. Onlar da bu gerçeğin, belki birçok kadından daha fazla, farkındadır ki; kadın akıldır, kadın aydınlıktır, kadın zekâsı ince keskin ve tizdir, baş edilmesi güçtür. Atamızın en güzel şekilde anlattığı gibi toplumun her anlamda yükselmesi ve güçlenmesi için elzemdir, olmazsa olmazıdır. Ve en önemlisi, insanoğlunun devamı için her anlamda üreten kadın koruyucudur.  Çocukları, ailesi, toprağı yok olma tehlikesi ile karşı karşıya ise hele de kaderine boyun eğmemiş, eğitimli kadınların önünde durabilecek hiçbir güç yoktur. Tarih boyunca cehaletin sırtında yükselen dinci güçler bu nedenle aklıyla, sezgisiyle, koruyuculuğu ve gücüyle ile korktukları kadını hedef almıştır. Ortaçağ kiliselerinin cadı avı adı altında diri diri yaktıkları kadınları hatırlarsak bu coğrafyanın dışından ve bu zamanın ötesinden de örnekler görürüz. Bence yüzyıllardır kadının çektiği çileler, ödediği bedeller yaradılışındandır. ‘Adım Kadın’ şarkısındaki gibi: ”Adem’in yediği elma hep benden sorulur”

Kadınlar kandırılmış ve çaresizdi

Sen bu bedeli ödeyeceğini düşünmeden ilk eşin ile İran’a gittin orada kadın olarak kendini nasıl hissettin ve oradaki kadınların durumu nasıldı?

Evet, 23 yaşında bir kadın olarak iki kişilik de olsa kurduğum ailemin bütünlüğünü korumak için, şeriatçılar tarafından yönetilen ve Irak ile savaşan İran’a gittim. Artık şah, şatafat yoktu ama yine de Ömer Hayyam’ın, Samet Behrengi’nin ve Füruğ’un ülkesindeydim. Dili, edebiyatı, sanat ve zanaatı ile büyüleyen bir ülkeydi gördüğüm. Her övgümde kadın erkek verdikleri tek cevap vardı : “Ah! Bizi Şah zamanı görecektiniz!” “Madem Şah zamanı bu kadar iyiydiniz neden rejimi yıktınız” dediğimde ise siyasi özgürlük isterken kandırılıp giyim kuşam yeme içme gibi var olan temel özgürlüklerini de elleriyle mollalara teslim ettiklerini, siyasi özgürlüğün daha da beter yok olduğunu ve geleceği mahvettikleri itiraf ediyorlardı. Özellikle kız çocuklarının gözlerine bakarak konuşamadıklarını sonraki kuşaklara karşı büyük suçluluk duyduklarını söylüyorlardı. Öyle büyük bir oyuna gelmişlerdi ki, özellikle kadınlar çoğunlukta olmak üzere tüm komünistler ve tüm aydınlar monarşik rejimi yıkıp, demokrasi ile yönetilmek vaadiyle özgürlük için meydanlara toplanmış, binlerce kişi kurşunlara tanklara göğüs germişlerdi. Ancak zafer coşkuları çok uzun sürmemiş sadece yedi sekiz ay sonra kendi deyişleriyle monarşizmden kurtulurken “mollaizmin” tuzağına düştüklerini anlamışlardı. Devrim çocuklarını yemeye başlamıştı. Önce komünistler sonra tüm aydınlar çeşitli bahanelerle yok edildi. Özgürlük vadeden liderleri Humeyni, Fransa uçağı ile Tahran’a indiğinde karşılayan çoğunluk yine kadınlardı ama bir yıl sonra aynı lider, Allahın sevdiği yaratıkları sıralarken hamam böceğini (sanırım radyasyona dayanıklı diye ) sekizinci sıraya koyarken kadını on dördüncü sırada sayıyordu. Kadınlar kandırılmış ve çaresizdi. Kendilerini Behrengi’nin masalındaki gibi “özgür akan bir ırmakta yüzdüğünü sanıp, pelikanın torbasında hapis olduğunu fark eden küçük karabalıklar” olarak niteliyorlardı. Benim ne hissettiğime gelince; okullarda Atatürk Devrim ve İlkelerinin güzel bir şiirin mısraları gibi ezberletildiği oysa her bir sözcüğünün anlam ve öneminin havadaki oksijen kadar yaşamsal olduğu,  yokluğunda toplumun boğulduğu. Böyle bir kurucu ve kurtarıcı liderin Atamızın bir millet ve ülke için ne büyük ne eşsiz bir şans olduğu gerçeğini daha ilk günlerden itibaren iliklerime kadar hissettim.

“Ben Humeyni’yi Atatürk’ten çok seviyorum” diyen Türk kızları için yazmaya karar verdim

Özgürlük ayaklanmasını İran örneğinden yola çıkarak aslında dünyada başlatan kadınlar ama sonrasında özgürlüğü kısıtlanan, öldürülen, ezilen ve yok edilen önce kadınlar oluyor. İran’daki durum nasıldı ve orada yaşadıklarını neden kitap olarak yayınlamaya karar verdin?
Biz Türklerin özellikle o yıllarda, İran’ı, İran toplumunu, kadınlarını aslında hiç tanımadığımı fark ettim. Bu karşılıklıydı aslında. Biz onlara daha doğuda diye bizden daha geri, onlar da bizi daha batıda olsak da demir perde ülkeleri gibi daha yoksul ve yoksun olarak biliyorlardı. İran petrol zengini bir ülkeydi ama 2500 yıllık medeniyetiyle de bölgede farklı ve tekti. Türkiye’de çoğu kişinin karıştırdığı gibi kesinlikle bir Arap ülkesi değildi ve Arap sanılmaktan nefret ediyorlardı. Aynı alfabeyi kullanmaktan başka ortak yanları yoktu Araplarla. Şii olmaları da İslami uygulamalarda farklılık yaratıyordu. Resim, fresk, heykel yapabilme özgürlüklerinin sanatlarının bu denli ilerlemesine katkı sağladığını düşünürüm hep. Yine aynı nedenle, evlerde anaerkil diyebileceğimiz düzen vardı. En yaşlı erkeğin değil en yaşlı kadının sözü geçiyordu. Çok şaşırmıştım. Yani her konuda, nerdeyse 300 yıllık en eski sınır komşumuzla karşılıklı bilgisiz bırakılmıştık adeta. Bunu fark ettiğimde de sonradan yakalanıp idam edilen İranlı bir muhalifin “Bu mollaların sakalını kazı altından “Made in England” yazısı çıkar dediği geldi aklıma. Yüzyıllardır ortak coğrafyamızda dönen siyasi, kültürel, ekonomik oyunlarla kuşaklarca baş etmeye çalışıyorduk. Ben devrimden bir buçuk yıl sonra gittiğimde çoğu eğitimli ve çağdaş aileler bir gecede tüm varlıklarını elden çıkararak İran’ı terk etmişti. Buna çok kızan yurtsever İranlı arkadaşım ülkenin düştüğü durumdan onları sorumlu tutuyordu. Kalıp vatana sahip çıkmak yerine, satıp savıp gittiler bizi azınlıkta bıraktılar diye yakınırdı. Kendi çalıştığı hastaneye başörtüsüz giden son kadın olana dek tüm mobbinge direnmişti. Bir sabah evden çıkmadan aynada kendine bakmış ve başörtüsü takmazsa başına ne geleceğini bilemeyeceğini anlayınca oturup gözyaşları içinde istifa mektubunu yazdığını hüzünle anlatmıştı. Yaşadıklarım çok sarsıcıydı ama kitabımı acılarını paylaştığım bu kadınların çektiklerinden habersiz, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş ve Humeyni’nin kadınlar için emrettiği şeriatçı üniformalarını bilinçsizce ama gururla giyinip ulusal bir Türk Tv kanalında “Ben Humeyni’yi Atatürk’ten çok seviyorum” diyen Türk kızları için yazmaya karar verdim. Hatta “başıma ne gelir bilmiyorum ama Atatürk’ü sevmiyorum” demişti. Başına bir şey gelmemişti elbette. Oysa İran‘da liderini sevmediğini başını açarak ulusal kanalda söylese anında vatan hainliğinden idam edilir, edilmeden önce de bakireyse cennete gitmesin diye tecavüz edilirdi. Bilmeden görmeden yaşamadan bu koyu hayranlıklarıyla beni dehşete düşüren kadınlarımızın hepsini bir süre yaşamak için İran’a götürmek isterdim ama bu mümkün olamayacağından İran’ı bir kitapla ve tüm gerçekleriyle onlara getirmek istedim. Zaten Türkiye’deki dinci olayları izleyen İranlı arkadaşlarım da benden çok endişeleniyor, uzun süredir “Bizim önümüzde İran gibi bir örnek yoktu, aldandık. Siz bu tuzağa düşmeyin. Bizi örnek olarak anlat, uyar onları “ diyorlardı.

Fark ettirmeden İran’dan kaçış planlamaya başladım

Yıllar önce ilk kez kitabını okuyunca dehşetle irkilmiştim ve iyi ki orada doğmadım diye şükretmiştim. Sen çağdaş bir İranlı ile evlenip onun ülkesine yolculuk yaptığını düşünürken oradaki onun değişimi nasıl oldu ve sana uygulanan baskı neler oldu?

Daha İran yolunda değişim başlamıştı. Oysa İranlı eşim 15 yaşından beri Türkiye’ de okumuş Diş Hekimi olmuştu. Türkçesi Farsçasından iyiydi. Ama anladım ki gerçekten her horoz kendi çöplüğünde ötüyordu. Türkiye karşı yapılan küçümseyici konuşmalara o da katılıyor, Türkiye’nin ekmeğini yediğini söylediğimde ise yedimse şakır şakır dolar ödedim bedava yemedim diyerek beni deli ediyordu. Tahran’a indikten 2 ay sonra askere alınınca iyice koptuk. Savaş zamanı görüşmek çok zordu ve nadirendi. Ailesiyle iki seneye yakın yaşadım. Ülke, şehir ve ev olarak adeta iç içe geçmiş 3 kafeste yaşıyordum. Kadın olarak dışarıda yeteri kadar baskı vardı. Medya vasıtasıyla ve şehir efsaneleri ile yaratılan öyle bir korku imparatorluğundaydım ki, dışarı çıkarken korkudan nerdeyse gönüllü başımı bağlıyor, mümkün olduğunca da çıkmıyordum. Evde ise klasik kayınvalide gelin sıkıntıları çok oldu, bir türlü Türk gelini benimseyemediler. Hiç bir şey yoksa ilerde çocuğun olursa Türk değil Fars ismi vereceksin diye tartışma çıkarırdı. Zaten çoğu isimlerimizin ortak olması da fayda etmiyordu. Son yıl eşimle Bender Abbas’ta yaşama olanağım oldu ama İranlıyı İran’dan kaçıran bu rejim değişikliği evliliğimizi devam ettiremez hale getirdi. Hele de o koşullarda ihanet söz konusu olunca benim için İran’da evliliğim de bitmişti. Bütün benliğimle geri dönüş ve fark ettirmeden kaçış planlamaya başladım. Aile birliğini korumak için bilmediği diyarlarda ateşe atlayan bu Türk kadın şimdi kendini, özgür ve laik ülkesini, en temel insani haklarını borçlu olduğu Atasının kıymetini bilerek bilinçle korumak için çırpınıyordu.

Biz İran olmayız belki de İran’dan beter oluruz

İran’daki hayatı gören bir kadın olarak Türkiye İran’a benzemesin sohbetlerine bakış açın nedir ve neden hep İran örneği verilir?
Her ne kadar aynı coğrafyayı, belirli oranda aynı kültürü, 300 yıldır aynı sınırı paylaşsak da her ülke kendine özgü iç dinamikleriyle yaşar ve sorunlarıyla baş eder. Yönetim rejim söz konusu olduğunda o kadar farklılıklarımız vardır ki... Örneğin; Şah zamanın da bile çıkan yasaların onayından geçmesi gereken Ayetullah denilen dini kardinallerimiz yoktur. İran’da kaybetmenin ne olduğunu yaşayarak Atatürk devrimlerinin, altın tepside bana sunulmuş insan ve kadın haklarının kıymetini anladım. İddialı gelecek ama bence İran laik bir ülke olsaydı şeriatın kucağına düşmezdi. Bugün hala Atatürk Devrimlerinden birini seç deseler hiç tereddütsüz tacı laikliğin başına takarım. İran örneği verildiğinde ayrı kulvarlarda olduğumuzu düşünüyorum. Biz İran olmayız belki de İran’dan beter oluruz. Çünkü geçte olsa aldatıldıklarını fark edene kadar, İran’da ilk günden siyasi özgürlük adına ulusal bir birlik, güçlü bir halk harekâtı söz konusuydu. Bizde ise kazanılmış özgürlük ve haklarımıza sahip çıkmak adına ya da tam tersi elimizle teslim etmek adına olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum.

Özgürlüğü kaybetme duygusu ve kaygısı özgür doğmuş kadınlarda empati yaratıyor

Türkiye’nin bir İran ya da Afganistan olmamasının en önemli sebebi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’sinin temellerinde duruyor olmamız ve tabii ki laiklik ilkesinin varlığı ayakta tutuyor bizi diye düşünüyorum. Bu temeller sarsıldı mı ve biz kadınlar bu temellere her şeye rağmen inadına sahip çıktığımız için mi korkulan senaryolar olmuyor?
Bu coğrafyada Suudi kadınların da en temel hakları yok. Alış verişe eşsiz gidemez, birçok mesleği yapamaz, yakın zamana kadar araba bile kullanamazdı. Suudi ve diğer Arap ülkelerinde şeriatçı yasaklarla köleleştirilen kadınlardan çok İran ve Afganistan kadınları için endişeleniyoruz. Çünkü Arap kadınlarının hiç olmayan özgürlüklerine karşın, İran ve Afganistan kadınlarının belki 70-80 yıl önceden az ya da çok var olan özgürlükleri ellerinden alındı. Özgürlüğü kaybetme duygusu, kaygısı biz özgür doğmuş kadınlarda empati yaratıyor. Kaybetme korkusu özgürlüğün değerini daha iyi anlatır insana. Her şeye rağmen sahip çıkmanın sınırları gün geçtikçe genişliyor, yetersizlik hissediyorum kendi adıma. Hiç bir şey güvende değil. Hele her türlü kötülüğün, olumsuzluğun küresel olduğu günümüzde. Korkulan senaryolar olmaması için daha bilinçle, daha sıkı ve felaket kapıya dayanmadan korumalıyız sahip olduğumuz ayrıcalıkları.

Türkiye’de kadının durumu geçmişten bugüne pek iç açıcı değil maalesef

Bürokrat bir aileden geliyorsun, mecliste çalıştın, sayısız ülke gördün kadınlar üzerine bir harita çıkartman gerekirse kadınların en özgür olduğu, kendisi gibi olabildiği ülke hangisi ve bütün bu ülkelerin için Türkiye’de kadının durumu geçmişten bugüne bir değerlendirme yaparsan ne durumda?

Üç kıtada yaşamama rağmen elbette gördüğümden çok görmediğim ülke var. Bir kaç gün ya da hafta yaşadığın ülkeye dair çıkarımlar da pek sağlıklı olmuyor. Londra’da toplumun alt tabakasında kadına karşı erkek şiddetinin çokluğunu keşfettiğimde, Paris’te okul kapısında çocuğunu hırpalayan anneler gördüğümde, Bern’de ensest ilişkinin yaygın olduğunu ve bu nedenle sakat doğan çocuk sayısını öğrendiğimde bu kanıya vardım. Yine de gördüğüm, bildiğim kadarıyla Kuzey Avrupa ülkelerinin kadınları galiba en iyi durumda olanlar. Yine de en yüksek intihar oranının İsveç’te olduğunu düşünmeden edemiyorum. Sanırım sorunsuz bir hayat yaşayınca en ufak sorun karşısında dağılıyorlar. Türkiye’de kadının durumu geçmişten bugüne pek iç açıcı değil maalesef. Üçüncü kuşak kadınları yüksek öğrenim yapmış bir ailedenim. Geriye dönüp baktığımda anneannemin, annemin kadın olarak çok daha özgür, kolayca örgütlenerek sorunlarına sahip çıkabilen, yenilikleri kolayca kavrayıp uygulayan, en önemlisi sözleri dinlenen ve destek gören şanslı kadınlar olduğunu düşünüyorum. Günümüzde belki nüfus çokluğundan, belki sindirmeden kabul edilen hızlı değişimden mi bilemiyorum ama hayat çok daha zor.

Bu kargaşa kaos bitmeyecektir
Kitabında İran’da kadın olmayı kendi özel hikâyen üzerinden anlatıyorsun bugün Afganistan’da yaşananlara baktığında nasıl bir senaryo bizi bekliyor?
O kadar duru görüye sahip değilim ama bu coğrafyada her an her şeye hazırlıklı ve teyakkuzda olmalıyız. Geçmişten geleceğe yaşadığımız zaman dilimizde payımıza düşeni yaşayacak, sonraki kuşaklara bayrağı devredeceğiz ama bu kargaşa kaos bitmeyecektir. Geçtim sonraki kuşakları kurtarmaktan, yaşadığımız sürece insanca yaşamanın koşullarını sağlayabilirsek ne mutlu. Bölgede gözü olan ve karışıklıktan fayda sağlayan, aklın alamayacağı kadar güçlü ve küresel güçler varken başka türlü düşünemiyorum.

Türkiye’de kadın olmak…

Türkiye’de kadın olmak… (üç nokta bırakıyorum sen tamamla)
Anadolu topraklarının kadınına özgü mücadele gücüyle, bilgelikle, inançla ve umutla haklarımıza, ailemize, vatanımıza ve ATAmızın değerli armağanlarına sahip çıkmak; bu gücü bulamayan kadınlarımıza destek ve güç vererek geçmişten geleceğe, güneşin doğuşundan batışına, tıpkı kıtaları birleştiren güzel ülkemiz gibi uzanmaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi