Kaybolma Kılavuzu

Zaman zaman kayboluyoruz. Kime, neyi savunduğumuz, kime niye kızdığımız konusunda bazı problemler yaşadığımızı düşünüyorum. Ne taraftan bakılsa kolayca başkasının haklı olabileceği durumlarda kendimizi cansiperane ortaya atıyoruz. Neyi savunduğumuzu, kimi savunmak için yola çıktığımızı yolda bir yerde unutuveriyoruz

Kızımla bir çocuk kitabı okuyoruz. Kitapta küçük ejderhanın 4 yaşına geldiğinde bir şövalye ile savaşarak kendini kanıtlaması gerekiyor. Çünkü ejderha dünyasının çok değişik kuralları var. Örneğin uyumadan önce ağızlarından 3 kere alev çıkarmaları ve iki yılda bir törenle dişlerini fırçalamaları gerekiyor. Oysa daha konuşmayı bile yeni öğrenmiş bu minik ejderha. Genç yaşında üzerine yüklenen sorumluluk çok büyük. Doğum gününün ertesi günü, kanatlarını çırpıyor, havalanıyor, yuvadan uçuyor ve uçarken yolda düşünüyor. Nereye gidiyorum? Ne ile savaşacağım? Şövö ile? Yok yok, şöşö ile? Adı neydi? Hımm diyor, hatırladım galiba şövöşölö.

İşte böyle yola çıkıyor bizim ejderha. Çoğumuz olumlu ya da olumsuz tepki verdiğimizde aslında tepki verdiğimiz durumu eni konu bilmiyoruz. Şövöşölö diye yola çıkıyoruz. Üstelik bu işin daha sadece ilk adımı. Çünkü olur da şövöşölöyü bulursak onunla savaşmak ya da onu yemek isteyeceğimiz ne malum? Yola çıktığımızda varacağımız noktayı bilmiyor olabiliriz. Yola yanlış sebeple çıkmış olabiliriz. Yolda kaybolabiliriz. E bunların hepsi çok güzel ki.

Göründüğü gibi değil!

Yakın zamanda “Dead to Me” isimli bir dizi izledim. Zihnimde bu iki metni bir şekilde birbirine bağladım. Dizinin başına beklentisiz oturdum. Zaman zaman inip çıkan ve biraz sarkan bir anlatısı olduğunu düşünsem de beğendim. Örneğin tek sezon olmak o diziye daha çok yakışırmış ama olmuş bir kere. Dizinin müzikleri harika. Ayrıca karakterleri tanıdıkça onlar hakkında düşüncemizin değişebiliyor olmasını da sevdim. Hiçbir olay göründüğü gibi değil. Kimse sınanmadığı dert hakkında atıp tutmamalı. Bir ejderhaya lezzetli bir yemek gibi gelen şövöşölö başka bir yerden bakıldığında şövalyeliğe zorlanmış ve genç yaşında kendini ispatlamak için bir ejderhayı alt etmesi gereken bir çocuk olabilir.

Zaman zaman kayboluyoruz. Kime, neyi savunduğumuz, kime niye kızdığımız konusunda bazı problemler yaşadığımızı düşünüyorum. Ne taraftan bakılsa kolayca başkasının haklı olabileceği durumlarda kendimizi cansiperane ortaya atıyoruz. Neyi savunduğumuzu, kimi savunmak için yola çıktığımızı yolda bir yerde unutuveriyoruz.

Oysa yetişkinler kaybolma konusunda iyi değil. Rebecca Solnit’in “Kaybolma Kılavuzu” kitabını okuyana kadar bu konuyu eni konu düşünmediğimi fark ettim. Dağın tepesinde bir yerde bir seminer yapıyor Rebecca Solnit orada yürüyüşe çıktığında arama kurtarma ekibinde uzun zamandır çalışan bir kadınla tanışıyor. Ekibin doğa yürüyüşlerinde çocukların kaybolmasına ilişkin yorumu hayli ilginç. Çocuklar diyorlar, kaybolmak konusunda iyidirler çünkü hayatta kalmanın yolu kaybolduğunu bilmekten geçer. Onlar uzun süre avare avare dolaşmazlar, korunaklı bir yere kıvrılıp geceyi orada geçirirler. Çünkü yardıma ihtiyacı olduğunun farkındadırlar. Diğer taraftan yetişkinler için durum aynı değildir. Yetişkinlikte bilinmezliği kabul etmek zordur.

#erkekyerinibilsin mesajları akışta ardı arkasına belirince bazı erkeklerden yine aslında bunu nasıl yapılması gerektiğine dair yorumlar okudum. Hikayelerin anlatılmasına, insanların kendilerini yaşanılanları paylaşarak daha güçlü hissetmesine tahammülleri yoktu. Çünkü kaybolmayı istemiyorlardı. Bugüne kadar enini boyunu, önünü arkasını bildikleri her şeyin bir anda ortasında çırılçıplak kalakalmak belli ki onları korkutuyordu.

Kaybolmak bilinmezlik midir?

Kaybolmak biraz da bilinmezlikle mümkündür Solnit’e göre. Bana göre aynı andalık da bilinmezliğin korkutucu dünyasına bir kalkan görevi görüyor. Sevdiğim biriyle birbirimizden uzakta bir radyo programını aynı anda dinliyor olmak bana iyi gelmişti. E-posta yoluyla bir mesaj ilettiğimde cevabı hemen gelirse yüzümde bir gülümseme oluşuyor örneğin. Bu aynı andalık duygusunu kimseyle paylaşmadığında ise derin bir özgürlük, köksüzlük duygusu.

Ortak hashtaglerle bir konu hakkında onlarca mesajı takip etmek de bu dünyadaki yerimi kaybetmediğime dair bir dayanak. Oysa zaman zaman kaybolmaya ihtiyaç da duyabiliriz. Dünyanın yeniden baştan başlamasına, ters yüz edilmesine ve bu yeni düzen içinde kaybolmaya olan ihtiyaç en insani olan.

Kadınlar ve kadınlık halleri ile ilgili dile yerleşmiş kalıpların ters yüz edilmesi ile başlayan harika eylem #erkekyerinibilsin mesajları da bana biraz yalnız olmadığımı, o anda istediğim mesajı attığımda anlık bir etkişelim oluşabileceğini düşündürdü. Ama günün sonunda ben yine de yalnız olduğumu düşünüyorum aslında. Bu kolektif bilince saygı duymamakla ilgili değil, bu haddime bile değil. Ama o aynı andalığın, ortak anlık paylaşımın etkisi geçtiği an, hayat normale döndüğü an yaşadığımız her şeyde hepimizin aslen yalnız olduğunu bilmek. Dövülürken, sokağa atılırken, korkudan titrerken yalnız olan tüm kadınlar gibi.  Zaten tam ta bu sebeple değil mi ki ezileni, mağdur olanı eşit şartlarda değerlendirecek, haklıya hakkını verecek, yargısız bir infazı onaylamayacak bir yapıya ihtiyaç duyuyoruz.

Başarılı insan nasıl olur buldum!

Yazardan bir alıntıyla anlatırsam, John Keats 1817 kışının ortasında bir gece arkadaşlarıyla doğru eve yürüyor. Anlattığına göre aynı anda aklında birden çok tilki dolaşıyor. Ve buldum diyor bir anda Keats. Başarılı bir insan özellikle de edebiyatta başarılı bir insan nasıl olur anladım. “İnsanın bilinmeyenler ve gizemli, şüpheli durumlar karşısında gerçeğe ve mantığa ulaşmak için huzursuz edici bir dürtü hissetmeden kalabilme kabiliyeti”. Okuyunca uzun süre düşündüğüm bir cümle daha. Yazarların kaybolma ve kendini bulma anlatımları çoğunlukla bir kendini bulma yolculuğu, kaybolan benliğin peşinden gitme. Fiziksel kayboluş halinden bahsetmiyorlar. Ama ikisinin birbirine benzemediğini iddia etmek hatalı olacaktır.

Yine Rebecca Solnit’in ünlülerin ünlüsü kitabını hatırlama zamanı olabilir. Çoğu kişi için yeni bilgi değil biliyorum. “Men Explain Things to Me” veya Türkçe çevirisiyle “Bana Bilmişlik Taslayan Adamlar” kitabı ve onun ilk çıkış noktası olan makale neredeyse mensplaining teriminin yaratıcısı. Kendisi öyle olmadığı iddia ediyor olsa da onun makalesinin ilk yayınlanmasının ardından olaylar birbiri ardına gelişiyor. Şu an kelime birçok dilde kullanılıyor. Kitabın ardından kadınlar konuşmaya ve anlatmaya başlıyor. Hatta “Academic Men Explaining Things to Me” isimli bir site açılıyor ve bu siteye gelen mesajlar o kadar oluyor ki ardından buraya gelen mesajların @everydaysexism hashtagiyle twitterda paylaşılması isteniyor. Anlatmak, konuşmak, paylaşmak insana kaybolmadığını hissettiriyor. Anlatılmayan hikayeler boşluğa düşüyor gibi demiştim ya, anlattıkların da aslında seninle beraber hemen yanı başında ayaklanarak yürüyorlar. Bana kalırsa yalnız olmamanın tek yolu bu hikayeleri anlatarak paylaşmak. Ne kadar çok hikaye varsa aslında o kadar çok özne var. Anlatılanlar yaşanılanlara benzemiyor. Onlar bir kere ağızdan çıktıktan, bir kere kendine dinleyici bulduktan sonra kök salıyor, güç alıyor, güç veriyor. Zaman zaman onları yine saklamak ve kaybolmak istiyor, zaman zaman göğsünü gere gere onları tanıştırıyor ve onlarla var oluyorsun.

#erkekyerinibilsin mesajları akışta ardı arkasına belirince bazı erkeklerden yine aslında bunu nasıl yapılması gerektiğine dair yorumlar okudum. Hikayelerin anlatılmasına, insanların kendilerini yaşanılanları paylaşarak daha güçlü hissetmesine tahammülleri yoktu. Çünkü kaybolmayı istemiyorlardı. Bugüne kadar enini boyunu, önünü arkasını bildikleri her şeyin bir anda ortasında çırılçıplak kalakalmak belli ki onları korkutuyordu.

Napolyon’un egosu

Yüksek egolu hükümdar Napolyon Josephine ile evlidir. Josephine tahta çıkacağı zaman Napolyon, Jacques Louis David’e bir resim ısmarlıyor. 1807 tarihli bu resimde aslında amaç Josephine’inde tahta çıkması gibi görünüyor olsa da resmin adı Napolyon’un Taç Giyme Töreni. Törene Napolyon’un annesi katılmasa da resimde yer alıyor. Dahası Papa 6.Pius’ta törene katılmıyor ama Napolyon papanın törene katılmış gibi çizilmesini özellikle istiyor. Çünkü bu güçlerin onun yanında ve hatta arkasında görünmesi çok önemli. Resmin tam merkezinde kendisi var, resme ismini veriyor. Napolyon kaybolmaya korkuyor, izin vermiyor. Kendini resimde kaybedebileceklere inat daha da görünür olmak için var gücüyle uğraşıyor.

Bu ego Napolyon’un resme bakanın gözünde fiziken bile anlık kaybolmasına izin vermemişti. Biliyorum çoğu erkeğe de vermiyor.  Örneğin Nusret’in çektirdiği o çirkin fotoğrafta merkeze konumlanmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Kendinin bu denli önemli olduğunun altını çizme baskısına çoğu sosyal bilimci ne der? Bir şey ne kadar konuşuluyorsa o kadar yoktur.  Ne tarafından baksan çirkin, hadsiz, kusurlu, ne tarafından baksan korkakça. Oysa herkes yerini bilse dünya ne güzel olurdu.

Kaybolmak isteyen ama bilinmezlikten korkanlarınız olursa bilin ki çoğumuz yardıma hazırız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aslı Kotaman Arşivi