KENDİ ZEHRİNDE KIVRANAN AİLE: MİRAS

Aile, her daim onu oluşturan bireye sevgi ve şefkatle kucak açan, onu saran ve sağaltan mıdır? Ya da onu oluşturan bireylerin sıkı sıkıya bir bağla yan yana durduğu, zayıf düşeni, tökezleyeni, kaybedeni bu sıkı bağın sarsılmaz gücüyle elinden tutup kaldıran?
Yoksa her daim içine ve dışına karşı olabildiğince “kusursuz ve hasarsız” görünme çabasında olan ve bu uğurda kendi kendini tüketen, kendi ürettiği zehirle kurduğu o toksik yapı içinde kıvranan mı?
Bu yıl edebiyat dünyasına en önemli armağanlarından biri Kuzey’den Norveç’ten geliyor. Vigdis Hjorth’un “Miras”ı yukarıdaki sorulara cevap ararken yeni sorular da soruyor. “Aileyle ölümden önce hesaplaşılabilir mi?” ve “Aile içindeki o tuhaf suskunluk anlaşmaları neye hizmet eder?” bu soruların başında geliyor.
Roman, her ne kadar merkezine bir suçu, ensesti koysa da, öyküsü ensestle ilgili değil. Bu suçun etrafında ona pek de dokunmadan dönüp durarak, ailenin üzerindeki parıltılı cilayı sağlam bir duruşla kazıyor. Hjorth, aileyi gönül-
lüymüş gibi davranarak kurulan mecburi bir bağ, zımnen kabul edilen gönüllü bir esaret olarak tanımlamaktan çekinmiyor.
Romanın anlatıcısı ve ana karakteri Bergljot’un travmatik hikayesi ise aile söz konusu olduğunda hepimizin sustuğu ama içten içe de bildiğimiz bu zehirli hali yüzümüze çarpıveriyor. Muhtemelen bu tokattan sonra da susmaya devam edeceğiz, ama zehirin adı konduğunda, hastalık dile geldiğinde artık hiç birimiz romana başladığımız biz olmayacağız.
Uğursuz Miras
Bergljot’un elli yaşındayken su yüzüne çıkan ya da aslında hiç iyileşmemiş olan ve çocukluğunda babasının cinsel saldırısına uğramasından kaynaklanan travması, anne ve babasının göl kıyısındaki iki kulübeyi kendisine ve ağabeyine değil de, küçük iki kız kardeşe bırakma kararıyla tetiklenir. Bergljot ve onun neredeyse yirmi yıldır görüşmediği ağabeyine ise kulübenin ederinin –ki bunun çok düşük bir miktar olduğunu düşünmektedirler- dörtte biri bırakılacaktır.
Bergljot’un miras gibi bir derdi yoktur aslında ve hiçbir zaman da olmamıştır, buna rağmen zaman zaman annenin de katıldığı, babanınsa sesinin soluğunun hiç çıkmadığı bir mail, telefon ve mesaj trafiği başlar.
Miras sadece miras mıdır?
Burada duralım ve iki soru soralım.
Aile içindeki bu yakıcı sır neden özelliksiz bir miras meselesi üzerinden anlatılıyor? Ve neden paylaşılması gereken büyük bir ev ya da bir kulübe değil de “iki” kulübe?
Miras acaba son bir hesaplaşma hali midir? Ve miras sadece mirastan ibaret değil midir?
Mirasın özneleri olan “iki kulübe” iki ayrı yüzleşme ve hesaplaşmayı çağrıştırıyor sanki. Anne ve baba temsili için birer kulübe.
Zira babanın Bergljot’a cinsel saldırısı ve onun yarattığı travmayla yüzleşmesi ne yeterli, ne de sağaltıcı. Arkada çok daha önemli bir figür var. Öykünün başından sonuna kadar kocasının eylemini reddeden hatta duymaya dahi tahammül edemeyen anne. Ve anneye inançsızlık konusunda katılmayı seçen, ilk günden ebeveyniyle sessiz bir kabulleniş anlaşması içinde olan iki küçük kız kardeş –ki bu halleri iki kulübenin onlara bırakılmasıyla ödüllendirilmiştir- aileyi bu “saçma” iddiadan korumak ve neredeyse dikkat çekmek için “şımarıkça” davrandığını düşündükleri Bergljot’u duymamaya karar veriyor. Zaten “Geçmişe takılıp kalan bir çocuğu kim görmek ister ki?”
Hjorth, kitabın sorusunun “Kimsenin dinlemek istemediği önemli bir öyküsü olduğunda bir kişinin sesi nasıldır?” olduğunu söylüyor. Yazar Bergljot’unki gibi bir zihnin nasıl çalıştığını da merak ediyor. Bu yüzden Bergljot “Sağlıklı biri olmak, sakatlanmamış biri olmak nasıl bir şeydi bilmiyordum” diyor. Onun kendi deneyimlerinden başka bir şeyi yok elinde. “Kendi içinde kilitli kalmak” olarak tanımlıyor bunu. Bu kilidin açılması imkansız, ortada bir anahtar yok çünkü.
Mirasla ilgili çekişme –her ne kadar Bergljot bunun dışında kalmak istese de bu pek mümkün görünmüyor- ve bu çekişmenin tüm dinamikleri mağdurun çocukluğunu imliyor, her olay geçmişteki travmatik deneyime ait bir anıyı yakalıyor. İyi ve güzel olan her duyguyu suçlamaya çeviren annesinden, onun karşısında savunma yapmak zorunda olan kendisinden, sızlanmalardan, suçlamalardan, tehditkar bakışlardan, özür bulma zorunluluğundan, dinlenmediği halde kendini anlatma çabasından kurtulmaya karar veriyor. Onları görmeme kararıyla rahatlıyor.
Gerçi aile söz konusu olduğunda kararların işlemesi pek nadirdir.

Otokurmaca etik bir sorun mu?

Vigdis Hjorth Norveç’in tanınmış yazarlarından biri, “Miras”ın yayınlanmasının ardından bu ünün altı kalın bir kalemle tekrar çiziliyor, roman edebiyat dünyasında sarsıcı bir etki yaratıyor.
Bu sarsılmanın ardında Karl Ove Knausgaard’ın samimi itiraflarını içeren roman serisi Kavgam” ve onun uluslararası başarısına tepki olarak neden olduğu kutuplaşmış edebi kültür var.
Knausgaard’la birlikte ortaya atılan “Otokurmaca” kavramı, sevgili ya da eşlerin en intim sırlarının romana yansımasını anlatıyor.
Bir ensest mağduru olan Bergljot’u adeta onun zihninin içine girmişçesine anlatan Hjorth, kendisinin de bir ensest mağduru olup olmadığı yönündeki sorulardan yakasını kurtaramıyor. Romanın güçlü diline bir de yazarın annesi Inger’in Bergen’de “Miras”ın bir uyarlamasını sergileyen tiyatroya karşı yasal işlem başlatacağı ve öyküden etkilenen tüm aile bireyleri için 23 bin euro tazminat talep edeceği yönündeki açıklaması ve Hjorth’un kız kardeşi ve bir insan hakları avukatı olan Helga’nın –tıpkı romandaki gibi- romana, “dürüst olmayan” otobiyografik öyküsünün okurdan gelen tepkilerle hayatının travmasını yaşadığını anlattığı “Özgür İrade” adlı bir romanla cevap vermesi, yazarın da bir ensest mağduru olabileceği yönündeki argümanı güçlendiriyor.
Hjorth ise kendi hayatının romanda anlattıklarıyla bir bağlantısı olmadığı yönünde ısrarcı. Ailesi hakkında konuşmayacağını, başının onlarla yeterince dertte olduğunu da röportajlarında sıklıkla ifade ediyor.
Okuraysa travmayla zedelenmiş bir insanın ruhunda ve zihninde dolaşmaya cesaret etmek kalıyor. “Miras” bu zorlu yolculukta mükemmel bir rehber.

Miras,
Vigdis Hjorth, Siren Yayınları, Çev: Dilek
Başak, 2021
The
Guardian, “Vigdis Hjorth: I won’t talk about my family, Tim Adams,
Ocak,
2020

Metinlerarası bir köprü olarak travma: Festen

Thomas Vinterberg’in 1998 yapımı filmi Festen (Şölen), Hjorth’un metni içinde ara ara referansına başvurduğu bir başka pencere açıyor okurun önünde.
İzleyenler anımsayacaktır, neredeyse tamamı bir yemek masasının etrafında geçen film, babanın altmışıncı doğum günü için bir otelde buluşan geniş aile ve yakın dostları ve doğum günü nedeniyle tekrar hatırlanan sevgi dolu bağı anlatarak başlıyor. Ailenin dört çocuğundan biri olan Christian’ın elindeki çatalı kadehine vurarak konuşma yapmak için ayağa kalkmasıyla akış değişecek sanıyor izleyici, Christian babasının çocukluğunda kendisine ve kısa bir süre önce intihar eden ikiz kız kardeşine tecavüz ettiğini açıklıyor. Bir an soluğumuzu tutuyoruz. Ama parti, havada bir kaç saniye için asılı kalan suskunluğun ardından devam ediyor. Christian dikkat çekmek istemekle suçlanıyor. Karga tulumba dışarı atılamaya kadar varıyor gerilim ama Christian inatla ve tekrar masadaki yerini alıyor. İzleyiciye ise kadehe vurulan her çatal sesinde hissettiği yürek hoplaması kalıyor.
Film romanla ortak bir izleğe sahip: Ensest ve mağdurun kendini inandırma sorunu. Ortaklık tek bir noktada bozuluyor. Filmin sonunda romanın aksine işler yoluna giriyor.
Romanın anlatıcısı Bergljot filmin “mutlu” sonunun bir hata olduğunun farkında. Bu hatayı şu cümleyle dile döküyor: “Aileyle yüzleşince aileyi kaybedersiniz”
Roman, neredeyse ilk anından başlayarak okura bir istismar öyküsü okuduğunu hissettiriyor. Annenin, kızının kocası tarafından istismar edilişini istikrarlı ve sarsılmaz şekilde inkar edişi ve mağdurun, travmasına her yaklaştığında uzaklaşmak isteyerek onun etrafında dönen dili adli tıbbi pratiklerimizi de destekliyor. Bu da aklımıza bir soru getiriyor: “Hjorth’un Bergljot’la ortak bir travması mı var?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Anıl Özgüç Arşivi