Kepçeleri Kenara Çekin, Bizim de Çizeceklerimiz Var

Başlangıçları hiç küçümsememek gerekir. Hele ki bir büyük yıkımın ardından yapılması planlanan yeni bir başlangıcın, kaybettikleri mekânlara, hayatlara ve hafızaya yeniden kavuşabilmenin hayallerini kuran insanlara yabancılaşmış ellerde ve kapalı kapılar ardında, müteahhitlerle pazarlığa girişerek yapılmak istenmesi geri dönüşü olmayan çok kötü sonuçlar doğurabilir. Böyle başlayan bir hikâyenin mutlu sonla bitmesi maalesef oldukça uzak bir ihtimaldir

Şehirlerimizi yerle yeksan eden depremlerin ardından kaybettiklerimizin listesini yapmaya kalksak buradan arşa uzanır sıralayacaklarımız. İnsanımız, kültürümüz, yapılarımız yok oldu. Sevdiklerimizi, bütün bildiklerimizi, birikimlerimizi ve alışkanlıklarımızı enkazların altında bıraktık. Fakat, neyi kaybettiğimize dair daha genel bir tanım ortaya koyacaksak eğer, çarpık yapılaşma modelimiz yüzünden ve asri yolculuğumuz boyunca kamusal insana dönüşebilmenin koşullarından hep yoksun bırakıldığımız için hiçbir vakit tam olarak içselleştiremediğimiz şehir hakkı kavramından ve kent bilincinden artık iyice uzaklaştığımız gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekecek. Depremin dehşet yıkıcılığı bizi insan toplumlarının ilkel durumuna, barınma ihtiyacının yakıcı aciliyetine doğru baya bir gerilere iteledi. Çadır, konteyner, TOKİ kıskacına sıkışmış yeni bir arafta, yapayalnız, sahipsiz kaldık. Kenti bir bütün olarak, yani toplumsal, kültürel, çevresel ve mekânsal bir dizge şeklinde tahayyül edebilecek son bilinç kırıntılarını ve iradeyi de kaybetmiş gibiyiz bugün. Yıkımdan sonra, hayatı normale döndürmek adına ilk aklımıza gelen şey şehirlerimizin yaralı sinelerinde yeni temeller kazdırmak için kepçe ordularını sefere çıkarmak olduğuna göre kent algısına erişmek gene uzak bir bahara kaldı demektir. Zira, bu koşullarda kentleri yeniden ayağa kaldırmak dediğimiz şey, onlara ancak diz çöktürmek olabilir. Yaşanılabilir bir kent meydana çıkarmak için akıl, cesaret, vicdan, iyi niyet, hayal gücü ve yaratıcılık gereklidir. Bu melekelerin bazen güç sahiplerinde, kentlere kol kanat geren iktidar odaklarında zuhur ettiği durumlar vardır elbette ve egemenlerin tarih boyunca yapılı çevre açısından ve işlevsel olarak şahane şehirler yarattıkları da olmuştur. Klasik çağ coğrafyasına yayılan çoğu kent veya bugün hala bütün güzelliğiyle karşımızda duran Mediccilerin yavrusu Floransa mesela, böyledir. Fakat bu meziyetlerin ve bilinç durumunun kentte yaşayan, kent nüfusunu oluşturan geniş halk kesimlerinde de bulunması başka bir şeydir, çünkü şehirler ancak bu koşulda gerçek manada bize, hepimize, yani kent toplumunun bütününe ait olur.

DÜZENLİ VE UYUM İÇİNDE

Toplumsal işbölümü ve hiyerarşi bakımından sofistike bir tarzda gelişen kent yaşamı doğası gereği karmaşık ve öngörülemezdir. Egemenlerin kente bakışını belirleyen anahtar kelime, tam da bu nedenle tarih boyunca hep düzen ve uyum olmuştur. Kentlere hükmedenler dağınıklığa ve kargaşaya asla izin vermek istemezler. Klasik çağın yapıt kültürüyle şekillenmiş gösterişli kentlerinde toplumsal ve mekânsal ağırlık merkezini meydanlar ve bunları çevreleyen diğer kamusal yapılar oluşturur. Böylece, bütün ekonomik, kültürel ve siyasal faaliyetler egemenlerin gözünün önünde cereyan eder. Orta çağda kentler içlerine kapanıp, sıkılmış bir yumruk gibi küçüldüğünde tapınakların ve manastırların merkeze yerleştiği, yabancı unsurların sur dışında tutulduğu yeni bir mekânsal denetim tarzı şekillenmiştir. Modern kentlerse, kıra doğru kat yerlerinden sürekli açılarak genişleyen bir kâğıda benzerler ve uzamda hiç tükenmeyen rant üretme kapasiteleriyle denetimi mülkiyet telaşına düşmüş küçük burjuva toplumsallığının yabancılaşmış yapısına dayanarak kurarlar. 

KAĞITTAN KENTLER YAPMAK

İnsanın hikayesi, kentlerle mekânların tarihsel ve ideolojik yeniden üretiminin organik koşullarına doğrudan müdahale eden, hatta bazen eline kalemi kâğıdı alıp bir kenti baştan ayağa kendi kafasına göre tasarlamaya kalkan tiranlar, çıkar odakları, mülk ve güç sahipleriyle doludur. Mesela, Peru’nun başkenti Lima’nın ızgara modelinde, 16. YY’da İnka İmparatorluğu’na saldıran İspanyol komutan Pizzaro’nun kaleminden izler hala capcanlı okunur. Bugün tarihçilerin ve şehir plancılarının ‘Pizzaro Daması’ şeklinde tanımlandığı bu modeli bizzat kendisinin cetvel ve sicim kullanarak tasarladığını biliyoruz. Daha sonra İspanyol sömürgecilerin Latin Amerika coğrafyasındaki bir çok kentte tekrarladıkları bu model hem gücün merkeziyetçi kullanımını hem de otoritenin kentlerden çevreye sirayetini kolaylaştırdığı için yüzyılları kat ederek başka coğrafyalara yayılabilmiştir. Izgaranın Nirvana’sı diye bilinen New York planı da büyük ölçüde bu mirasın ürünüdür ve üç kişiden müteşekkil bir burjuva komisyonunun masasında çizilmiştir. Kapitalizmin yarattığı sanayi şehirciliğinin bir prototipi şeklinde okunabilecek olan New York ızgarası, arsa sahiplerinin çıkarlarının gölgesinde hazırlanmış rantçı bir parselasyon planıdır ve Manhattan’ı, dağları, akarcaları, çavlanları, gölleri tepeleye tepeleye, bir mülkiyetler nazımı şeklinde sonsuza doğru çekiştirip sündürmüştür. Bugün, gidenlerin geniş ve düzenli caddelerinde gezinmekten çok hoşlandığı Paris’in ise, 19. YY ortalarındaki proletarya ayaklanmalarında barikatlara ev sahipliği yapan dar sokakların bulunduğu eski kent çekirdeğinin patlatılması ve işçi kesiminin buralardan sürgün edilmesiyle meydana çıkarıldığını hatırlatmak gereklidir. İmparator Louis - Napoleon Bonaparte’la, bu büyük mutenalaştırma projesini ihale ettiği Haussmann’ın, önlerine açtıkları Paris haritasının başında birlikte çok zaman geçirdiklerini biliyoruz; kentin eski mahallelerinin kazma ve balyozların altında aylarca inim inim inlediğini de.

BİZİM DE ÇİZECEKLERİMİZ VAR

Bugün, bu adını andığımız kentlerin güzellikleri ve düzenli halleri üzerine pek çok olumlu şeyler söyleyebiliriz. Unutmamak gerekir ki, kentler daima organik bir yapıdadırlar ve zaman içerisinde belirli bir yönde gelişip serpilirler veya cazibelerini hepten yitirirler. Kentlerin yolculuklarına nasıl başladıkları kadar, yola nasıl devam ettikleri de elbette çok önemlidir. Çünkü, kentleri planlamak hiç bitmeyen süreçlerdir ve bu gidişatta kimlerin rol oynadığı o kentin tarih içindeki yolculuğunun nasıl biçimleneceğini belirleyen önemli bir değişkendir. Fakat ne olursa olsun, başlangıçları hiç küçümsememek gerekir. Hele ki bir büyük yıkımın ardından yapılması planlanan yeni başlangıcın, kaybettikleri mekânlara, hayatlara ve hafızaya yeniden kavuşabilmenin hayallerini kuran insanlara yabancılaşmış ellerde ve kapalı kapılar ardında, müteahhitlerle pazarlığa girişerek yapılmak istenmesi geri dönüşü olmayan kötü sonuçlar doğurabilir. Kentlerin gerçek sahipleri olan halkın, yani şehir sakinlerinin denklemin dışına atıldığı hiçbir planlama problemi çözüme kavuşamaz. Önünüze çektiğiniz müsvedde kağıdına iki tane uyduruk çizgi çektikten sonra kepçeleri şehirlerin sinesine saldırtarak kentleri ayağa kaldıramazsınız. O müsveddede hepimizin hakkı mevcuttur; sizin çektiğiniz çizgiler yerinde kalabilir, ama kâğıdı usulca bize uzatırsanız, bizim de çizeceğimiz bazı şeyler muhakkak olacaktır. Parklar, bahçeler, ormanlar, mesire yerleri çizmek isteriz mesela müsveddenize, büyük meydanlar, kent salonları çizmek isteriz.

Eğitim, kültür, sağlık, altyapı
ve ulaştırma hizmetlerini eşitlikçi erişim imkânlarıyla birbirine bağlayan ağlar oluşturabilir, caddelerimizi anıtlarla süsleyebilir ve yoksulluğun fokur fokur kaynattığı dertleriyle insanca yaşamın kıyısına itilmiş gettoların olmadığı, zengin kamusal mekânlarla şenlenecek adil ve coşku dolu dokunuşlar yapabiliriz. Müteahhitleşmiş bir yönetim zihniyetinin önerdiğinden çok daha fazlasını; betona ve demire indirgenen barınma ihtiyacının ötesine uzanan bir yaratıcılıkla, fonunda tarihimizin ve belleğimizin dağlar gibi yükseleceği çok boyutlu çizimler yapmakta mahir nice değerlerimizle birlikte hep beraber başarmak mümkündür. Kentlerimiz ancak bu şartlar altında bize haktır ve bizi bağışlamalarını istiyorsak eğer, gelecek nesillere bırakabileceğimiz yegâne miras tam da bu olmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güney Arşivi