KESİK BAŞLAR BİZE NE ANLATIYOR? (2)

KESİK BAŞLAR BİZE NE ANLATIYOR? (2)
“Baş kesme” eylemin hem faili ve mağduru, hem de sonrasında eylemle bir şekilde temas eden izleyici açısından radikal bir öldürme biçimi. Tarafların tümünün üzerinde bir şok etkisi yaratıyor. Bu şok olma hali infaz ve öldürme...

“Baş kesme” eylemin hem faili ve mağduru, hem de sonrasında eylemle bir şekilde temas eden izleyici açısından radikal bir öldürme biçimi. Tarafların tümünün üzerinde bir şok etkisi yaratıyor. Bu şok olma hali infaz ve öldürme yöntemi olarak konunun tarihsel popülerliğini de açıklıyor.

            “Bir Başkadır” fırtınasıyla kesintiye uğrayan “Kesik Başlar” konusuna geri dönelim.

                Konuya şu ön kabulle yaklaşmak gerekiyor.

                “Baş kesme” eylemin hem faili ve mağduru, hem de sonrasında eylemle bir şekilde temas eden izleyici açısından radikal bir öldürme biçimi. Tarafların tümünün üzerinde bir şok etkisi yaratıyor. Bu şok olma hali infaz ve öldürme yöntemi olarak konunun tarihsel popülerliğini de açıklıyor.

                Bugün devlet eliyle bir infaz yöntemi olarak sadece Suudi Arabistan’da kullanılan kafa kesme, Fransa’nın meşhur giyotinini de konuya dahil edersek (ki Fransız İhtilali giyotin kullanımında infazı gerçekleştirileni soylular ve halk olarak ayırıyor, idam yöntemi de mi sınıfsal?) yöntemin tercih edilmesinin arkasındaki motivasyon üzerinde düşünmeyi gerektiriyor? Fizyolojik nedenler mi? (Temiz, ani ve acısız bir ölüm) Belki biraz ama tercihi tam açıklamıyor. Peki ya Foucault’nun tanımıyla “...sadece medeniyet, kısıtlama ve ceza hukuku mentalitesiyle merkeziyetçi devletlerin ortaya çıktığı devrin öncesindeki tarihsel bir çağın yan ürününden mi ibaret?”  Olabilir, ama yine de biraz indirgeyen bir yaklaşım. O halde bu eylemin bir ölme, öldürme, intihar yöntemi olarak tercih edilmesi nasıl açıklanabilir?

            “Seppuku” sadece intihar değildir

            Japon yazar Yukio Mişima’nın (1925-1970) dünyaya bıraktığı son eseri kendi kesilmiş başıydı.

                Duygusal ve siyasi iniş çıkışlarla dolu hayatı ona (babaanne elinde büyüme, anne problemleri, eşcinsel kimlikle uzlaşabilme krizleri, neden yapıldığı belli olmayan tuhaf bir evlilik ve elbette Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda aldığı ağır yenilgiyle Japon toplumunun geçirdiği derin sarsıntının izleri ve en sonunda sağalmanın ancak geleneklere ve Hirohito’ya dönülmesiyle mümkün olduğuna dair  fanatizme varan inancı) kısa ama etkili bir son gösteriyle “Perde!” dedirtti.

                “Seppuku” onur, irade, kararlılık simgesi bir intihar ritüeli olarak değerlendirildiğinde, eylemi gerçekleştiren kişinin hemen ardında onun kafasını kesmek için bekleyenin güvenilir ve sadık bir dost olması gerekiyor. Japonya’da sadece kafa kesme şeklindeki bir ölme veya öldürme “itibarsızlık ve küçük düşme” ile birlikte anılıyor. Eylem sadece seppukunun bir parçası olarak anlamlı.

                Mishima’nın son günü olan 26 Kasım 1970 ile ilgili yaygın haberlerin içinde yer almayan ancak “dışarı sızan” bir kaç detay da yok değil. Onun sağ omuz başında bekleyen en güvenilir dostunun elinin titremesi “seppuku” tamamlayan kafa kesme eylemini sekteye uğratıyor. O an bu beceriksizlik bir başka seppukuya dönüşürken, orada bekleyenlerden biri hızla atılıp keskin kılıcı kapıyor ve Mishima’nın kafasını bedeninden ayırıyor.

                Her ne şekilde olursa olsun bu eylem adeta bir kaç saniye için tüm dünyanın nefesini tutarak izlediği bir kanlı tiyatroya dönüşüyor. Sonu ölüm olan en gerçek sanat eseri...!

                Bana onun kellesini getirin!

            Radu Umbreg, “Güvenilir Bir İletişim Aracı Olarak Kafa Kesme” adli şaşırtıcı makalesinde “anlık ve kitlesel iletişimin olmadığı geçmiş toplumlarda kafa kesmenin kanıt niteliği taşıdığından” bahsediyor. Birini infaz etmiş olduğunun en güvenilir kanıtı, infaz şüpheye yer bırakmamalı!

                17. yy Transilvanya’sında (şimdinin Romanya toprakları) yaşayan Sekel Türkleri Eflaklı, cesur Mihai’ye bir savaştan sonra öldürdükleri Kardinal Andrew Bathory’nin kafasını getiriyor. Bundan daha sağlam delil olur mu? Mihai ise kafayı gömmek için bedene dikmeden önce Paplık elçisine gösteriyor.

                Kesilmiş başın kanıt (ve aynı zamanda bir mitin sonlandırılması) için kullanıldığı başka tarihsel anlar da yok değil. Çoğumuzun Mel Gibson ve onun Cesur Yürek filmiyle özdeş hatırladığımız ve İskoçya’nın İngiltere’ye karşı verdiği özgürlük mücadelesinin önderi William Wallece da kafasını kaybedenlerden.

                Sayıca kendilerinden epey üstün İngiliz askerleriyle giriştiği çarpışmadan zaferle çıkmasının bedelini hızla ödüyor. Önce bir pazar yerinde bir at tarafından sürükleniyor, ardından elleri iple bağlı ve ayakları atın üzerinde olacak şekilde darağacıma asılıyor. Karnına kesici bir alet batırılıyor, vücudu dört parçaya ayrılıyor ve kafası kesiliyor. Vücudunun her bir parçası İngiltere’nin farklı yerlerine gömülüyor (tekrar bir araya gelmesi ya da canlanmasından duyulan bilinç dışı korku) Ancak kafası Londra Köprüsü’ne asılarak uzun süre sergileniyor. (Doğru kişinin öldürüldüğünün arkada kalanlara ispatlanması, sergilenme yeri olan Londra Köprüsü ise kraliyet gücünün mnerkezini temsil ediyor)

                Böylelikle bir mitin sonlandırılması ve tekrar “hortlamaması” garanti edilmiş oluyor.

                Balıkhaneye İndirilmek!

            Kanıt olarak kafa kesme pratiği Osmanlı’da da oldukça uzun bir dönem karşılık bulmuş. Öyle ki bu iş bir meslek ve hatta kurum haline dönüşmüş.

Döneminde Bostancı Ocağı’na bağlı olan ve yaklaşık 20 kişiden oluşan saray cellatları Çingene ve Hırvat’lardan seçiliyor. Bunun dışında bazı gizli ve belki siyasi infazları gerçekleştirmek üzere sağır ve dilsiz cellatlar da istihdam ediliyor. Bu işin icra edildiği mekanların en bilineni halen Topkapı Sarayı’nın Balıkhane Kapısı’nın hemen ardında bulunan Balıkhane Kasrı. Sarayın en gizemi, en ürkütücü ve iç saraya en ücra noktası olan kasır adını hemen önünde saray muftağı için balık tutanlardan almış, ancak “balıkhaneye indirilmek” “öldürülmek anlamına geliyor.

Görevi yerine getirecek cellat son ana kadar infaz edilecek olana kibar davranıyor, teselli edici sözler söylüyor, saraydan gelecek haberi bekliyor. Bu haber bazen bir af haberi olabiliyor, bu durumda ölümü bekleyen kişiye soğuk şerbet ikram ediliyor. Ama sonuç genellikle infaz oluyor. Kişiye koyu kırmızı “Ecel Şerbeti” ikram ediliyor. Ardından hızla boğuluyor ve kafası “şifre” denilen çok keskin bıçakla bedeninden ayrılıyor. Baş saraydan görülebilecek bir noktada konumlandırılmış “İbret Taşı” nın üzerine yerleştiriliyor. İnfaza karar veren kişi (padişah) taşın üzerinde başı görerek infazın tamamlandığına ikna olurken bir yandan da kesik baş birkaç gün kamuya açılmış oluyor.

İşlerini bitiren cellatlar aletlerini Cellat Çeşmesi’nde temizleyerek görevlerini tamamlamış oluyorlar.

                Peki ya onca başsız bedenini akıbeti? Başsız bedenler Sarayburnu’ndan denize atılıyorlar. Öyle ki zamanında boğazdan geçen yabancı tüccar ve seyyahlar denizin üzerinde yüzen başsız bedenlerden söz ediyor.  (Bilmem ne düşünürsünüz bu konuda ama Sarayburnu’nun o karanlık, can sıkıcı ikliminin bu yaşananlarla bir ilgisi olabilir mi?)

                Dönemin en ünlü celladı Kara Ali’den de bahsetmeliyiz.

                Evliya Çelebi onun için şunları yazmış. “Sokağa çıktığında, sağ omzunda çaprazlama asılmış bir yalın kılıç sallanır, kuşağının bir kenarında da yağlı kemendi görülür. Bazen bu korkunç görünümü, kerpeten, burgu, çivi, buhur fitili, deri yüzecek ustura, demir tas ve ayak kıracak çekiçler gibi işkence aletleri tamamlardı. Ustura ile kazınmış başında kırmızı keçeden cellat külahı bulunurdu.”

                Kara Ali acımasızlığı ve ustalığı ile tanınıyor, diğer cellatlardan da bir farkı var. İnzaf ettiklerinin içinde onlarca vezir ve sadrazam hatta bir de padişah var. (Sultan İbrahim) Hiç bir infazında kılını bile kıpırdatmadığını, boğup kafasını kestiği kişinin kim olduğunu hiçbir zaman sormadığını ancak Sultan İbrahim’in infazının onu sarstığı belirtiliyor.

                Mezadlar ve Mezarlar

            Uygulamada infaz edilecek kişinin üzerindeki eşyalar da cellada kalıyor. Birazdan ölecek olan özellikle değerli eşyalarını celladına kalmaması için etrafındakilere dağıtıyor. “Bunları takıp beni hatırlayın, bir Fatiha okuyun” diyerek. Eğer bu eşyalar cellada kalmışsa “Cellat Mezadı” denen bir organizasyonla yok pahasına satılıyor. Toplanan para Cellat Ocağı’nda paylaştırırlıyor.

                Ancak genel kanı bu yolla elde edilen eşyaların uğursuzluk getireceği yönünde.

                Cellatların mezarları da ölümlerinden sonra zarar verilmemesi için isimsiz ve kimliksiz oluyor. Şu a nda İstanbul’da bilinen iki cellat mezarı var.

                Batı’nın kesik başlarından haftaya bahsedelim.

                Aklınızı başınızda, başınızı omuzlarınızın üzerinde tuttuğunuz bir Pazar günü dilerim.