Kof Otoriterlik

Depremden sonra ortaya çıkan manzaranın özel olarak gösterdiği bir şey var: Bürokrasinin kimi uzuvları izah edilemeyecek kadar etkisiz, tahmin edilenin de ötesinde koflaşmış. Ağırlıkla inisiyatif alma, işbirliği ve koordinasyonla iş gören kimi uzuvlar, muhtemelen gerçekten de tek adam rejimi sebebiyle, eskisinden de beter, eskisinden de etkisiz hale gelmiş.

Şehirlerimizi, kasaba ve köylerimizi yerle bir edip on binlerce insanın hayatına mal olan depremin siyaseti ilgilendiren taraflarıyla alakalı hemen her şey konuşuldu, daha da konuşulacak, konuşmamız da lazım. ‘Asrın felaketi’ denilerek siyasi sorumluluktan kaçılacak, enkaz altında binlerce beden varken düzenlenen bağış kampanyalarıyla üstü örtülebilecek bir yıkım değil yaşadığımız. Beklenen İstanbul depreminde tekrar etmesi beklenen, siyasetçiler, iktidarlar eliyle örülmüş, etkileri onlarca sene sürecek bir felaketle, gerçek bir beka meselesiyle karşı karşıyayız. Depremde yıkılmayan bir ülke olabilmenin yollarını bulmak için konuşmak, daha fazla konuşmak zorundayız.

Depremde yıkılmayan bir ülke olmanın yollarını bulmak için olduğu gibi deprem olduktan sonra doğrusunu yapmanın yollarını bulmak için de konuşmak zorundayız. İktidarın, iktidar medyasının, iktidar entelijansiyasının depremden sonra yaptıklarını yapmamanın, bunlarca yapılanları yaptırmamanın yollarını bulmak için de konuşmamız gerekiyor. İktidarın, iktidar medyasının, iktidar entelijansiyasının yaptıkları derken ilk elde kastettiklerim şunlar: Toplumun dayanışma enerjisini büyütmek yerine bastırmak, her durumda iktidarda kalmaktan başka bir şey düşünmemek, en dar zamanda bile olguların hakikatine sadakatsizlik, giderek koflaşan türden bir otoriterlik. İktidarın ve çevresindekilerin yaptıklarına bakınca ilk elde gördüklerim bunlar.

Müsadere
Depremden sonra iktidarın ısrarla ve istikrarla yaptığı bir şey var: Toplumun dayanışma ve yardımlaşma enerjisini büyütmek ve etkili kılmak yerine bastırmak, etkisizleştirmek ve yer yer gasp ya da müsadere etmek. Devletin, iktidarın toplumun enerjisini soğurması, bastırması, müsaderesi ne bugüne ne de bize özgü elbette ama bugün ve bizde olan bitende özel bir taraf var: Bu kadar büyük bir felaketin ortasında ve herkes çokça çaresizken, bunu en kaba biçimde yapmaya kalkışmak. Toplumun dayanışma enerjisi bastırılmayıp doğru yönlendirilse belki üç beş kişi daha enkazdan sağ çıkarılabilecek, belki birkaç kişi biraz daha erken yemek, barınma gibi imkânlara kavuşabilecekken bunu engelleyen bir iktidarla, bir devletle karşı karşıyayız. Bize, bugüne özgü olan bu ve tahammül edilebilir bir tarafı yok.
Tabii bu bastırma işini yürütenlere bakılacak olursa, yaptıkları toplumun dayanışma ve yardımlaşma enerjisini bastırmak değil, yönlendirmek, hale yola sokmak. Ama kimse kör, kimse ahmak değil. Yapılmak istenen belli ki şu: “Aman toplum kendi enerjisiyle ayağa kalktı denilebilecek bir manzara oluşmasın”. Devlet ya da iktidar tarafından ayağa kaldırılmış, hiç olmazsa devletin yönlendirmesiyle ayağa kalkmış bir toplum manzarası oluşsun. Normal zamanlarda anlaşılır bulunabilecek ve hatta işlerin olağan seyrinde farkına bile varılmayacak topluma dair bu şüphecilik bu türden felaket zamanlarında gerçekten çekilmez hale geliyor.

Hiperseküler ‘İslamcılık’
Müslümanların, muhafazakârların sekülerleşmesi, toplumsal hayatımızın giderek sekülerleştiği bildiğimiz, konuştuğumuz şeylerdi. Lakin, depremle birlikte, bir zamandır bir dozuna aşina olduğumuz bir durum zirve yaptı: İslamcıların ‘aşırı sekülerleşmesi’. Elimizde kimin iç dünyasında ne yaşadığını gösterecek, kimin neyi nasıl yaşadığını tartabilecek bir terazi yok elbette. Ancak depremin hemen ardından kaleme alınan yazılara, verilen mesajlara, atılan tweet’lere baktığımızda görünen şu: İslamcıların iktidara yerleşmişlerinin neredeyse tek derdi iktidarda kalmak, daha doğrusu iktidardan gitmemek. Aşırı sekülerleşme dediğim bu. Her şeyi iktidar merceğinden görmek, her şeyi “bu iktidarda kalmamıza yarar mı” perspektifinden görmek, her şeye, ‘asrın felaketine’ bile, “bu iktidarımıza zarar verir mi” perspektifinden bakmak. Hipersekülerlik, aşırı dünyevileşme derken bunu kastediyorum.
Halbuki, yarattığı felakete biraz sükûnetle bakıp, depremi iktidardan edeple ayrılmanın vesilesi kılmak ‘İslamcılar’ için de iyi bir yol olabilirdi. Bu büyük felaketten sonra biraz dinlenmek, “neyi, nerede yanlış yaptık üzerine” düşünüp, kadroları tazeleyerek yeniden iktidara hazırlanmak, İslamcılıktan geriye bir şey kaldıysa eğer, ‘İslamcılar’ için de iyi olabilirdi. Ne var ki, kurdukları yerli ve milli rejimle beraber ‘İslamcılar’ ve yedeklerine aldıkları, kendilerini hükümetlerden bir hükümet, iktidarlardan bir iktidar olarak görmeyi unutmuş belli ki. Aksine, kendilerini, deyim yerindeyse, iktidara mahkûm görüyorlar. Hipersekülerliğin, her şeyi “bu iktidarda kalmamıza yarar mı”, “bu iktidarımıza zarar verir mi” merceğinden görmenin ardında bu hal var.

Hakikate Sadakat
İktidardakilerin iktidardan gönderdiklerine benzedikleri, bir dönemin 28 Şubatçıları ne yaptıysa bugün iktidarda olanların da aynısını yaptığı da uzun zamandır bildiklerimiz, üzerine konuştuklarımızdandı. Hele de iktidar medyası ve entelektüellerinin. 28 Şubatçı medya, dönemin İslamcı muhalefetine karşı nasıl aslan kesildiyse, bugünün iktidar medyasının da uzun zamandır bugünün muhalefetine karşı aslan kesilmiş olduğu malumumuzdu. 90’ların anaakım medyası, 90’ların seküler okumuşlarının büyük kısmı Kürt meselesinde nasıl iktidarın güdümünde olduysa, bugünün anaakım medyası, bugünün okumuş muhafazakârlarının büyük kısmı da Kürt meselesinde iktidarın güdümünde, epeydir görüyorduk.
Ne var ki deprem, 28 Şubat’ın iktidar medyasıyla bugünün iktidar medyası, 28 Şubatçı okumuşlarla bugünün iktidarperest okumuşları arasında en azından bir açıdan önemlice bir fark olduğunu gösterdi. Hakikate, depremin hakikatine sadakat açısından. Eğri oturup doğru konuşmak lazım: 99 depreminde dönemin iktidar medyası depremin hakikatine daha fazla sadakat göstermişti. Bu sadakatin 28 Şubatçılığın 2002 seçimlerindeki tasfiyesine katkısı ne oldu, tespit etmek zor. Ama depremin hakikatine sadakat açısından iki dönem medyası, iki devrin okumuşları arasında epey bir fark var, burası kesin. Esef verici ama günümüzün iktidar medyasının ve okumuşlarının depremin hakikati karşısında tutumu, görebildiğim kadarıyla çoklukla utanç verici boyutlara varan bir sadakatsizlikten, bazen de çocukça bir korkudan ibaret.

“Gücüm yok ama…”
Bir de depremden sonra devletin otoritesini, iktidarın gücünü ‘sahaya’, yerine taşıyanların yaptıklarının gösterdiği bir şey var: Otoriterleşmek koflaştırıyor. Türkiye devletinin kaba güç kullanımı söz konusu olduğunda cevval; maharet ve beceri içeren teknik güç kullanımındaysa o kadar cevval olmadığı bilmediğimiz bir şey değildi. Ancak depremden sonra ortaya çıkan manzaranın özel olarak gösterdiği bir şey var: Bürokrasinin kimi uzuvları izah edilemeyecek kadar etkisiz, tahmin edilenin de ötesinde koflaşmış. Bürokrasinin, ağırlıkla inisiyatif alma, işbirliği ve koordinasyonla iş gören kimi uzuvları, muhtemelen gerçekten de tek adam rejimi sebebiyle, eskisinden de beter, eskisinden de etkisiz hale gelmiş. Çokça dendiği gibi, 10 kişilik basın açıklamasına anında yüzlerce polisle müdahale edenler, deprem sonrası müdahale ve yardım işinin örgütlenmesinde aciz kaldı. Gördüğümüz bu.
Ancak koflaşmanın bir de trajik bir boyutu var. Otoriterleşerek koflaşanlar, herkesten, hatta deprem felaketine doğrudan maruz kalanlardan bile koflaşmanın açığa vurulmamasını, yok gibi davranılmasını, mış gibi yapılmasını istiyor. Depremden sonraki bütün o “deftere yazıyoruz”, “kimsiniz siz” heyheylenmeleri, “cezası varmış da ödememiş” gerekçesiyle depremin ikinci gününde Twitter kapatmalar vs., hepsi “depremin yol açtığı felaketle baş etmeye gücüm yetmiyor farkındayım, ama gücüm yetiyormuş farz edin” talebinden başka bir şey değil.
Kof ama talepkâr, hem kof hem talepkâr bir rejim. Neyse ki, çok değil bir zaman sonra bir tercih yapacağız. Çok değil, birkaç ay sonra bu kof ama talepkâr rejimden razı olup olmadığımıza karar vereceğiz. Tercih bizim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mesut Yeğen Arşivi