KORKU..

Otoriter rejimlerin alâmet - i fârikası tebaalarından duydukları korkudur. Tarih boyunca baskıcı yönetim anlayışının yarattığı vahşetin, hukuksuzluğun, yasakların, anti – demokratik uygulamaların ve kesif tahammülsüzlüğün alt metninde bu duygu yatar. Beka söylemleri ve vatan millet edebiyatı ile toplumda yaratılmaya çalışılan tehdit algısının ve kamplaşmanın arka planında, tedirgin muktedirlerin alışılagelmiş reflekslerini görürüz.
Selahattin Demirtaş, kısa bir süre önce Şirin Payzın ile yaptığı mülakatta, “Ben tutuklu değil, siyasi rehineyim. Erdoğan’ın benden bir hayli korktuğunu, çekindiğini net biliyorum” diyor. Demirtaş’ ın tahlili; kendi ismi ile müsemma anılamayacak kadar genel, dönem siyasetine ve Erdoğan’a özgü olmayan ve nasıl başlarsa başlasın bir süre sonra otoriterleşen tüm rejimlerin normal davranış biçimi dahilindeki bir vakıadır.
II. Abdülhamit’in tarihimizdeki ilk anayasanın ilanı sonrasında meclisi lağvetmesinin ve istibdat rejimi ile polis devletinin temellerini atmasının sebebi de; tahtı kaybetme ve isyan ile alt edilen bir hükümdarın makus talihine uğrama endişesidir. Kaygıları öyle ileri düzeydedir ki; kurduğu jurnalcilik sisteminin, toplumun iç hesaplaşması için bir araçsallığa dönüşmesine göz yumacak kadar ileri gidebilmiştir.
Tek parti döneminde de bu anlayış sürmüş; SCF, Türk Kadınlar Birliği, Mason Locaları, Spor Kurulları, hatta feminist örgütlerin dahi, CHP’ nin ilke, ülke ve icraatları ile farkları olmaması gerekçesiyle kapatılmasının(1), kentleşme gibi modernizasyon akımlarından duyulan kaygı ile “köy” merkezli projeler üretilmesinin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mahmut Şevket Esendal gibi edebiyat adamları ile rejim yanlısı bir külliyat yaratılarak hiçbir alanda boşluk bırakılmamaya çalışılmasının nedenleri, olası muhalefeti pasifize etme anlayışının tezahürleridir.
Büyük ozan Nazım Hikmet’in hayatının önemli bir bölümünü hapiste geçirmiş olması, eserlerinin 25 yılı aşkın süre yasaklı olması ve vatandaşlık hakkının ölümünden 46 sene sonra verilmiş olması, Sebahattin Ali’nin kaçmaya çalışırken milliyetçi hezeyanlarla öldürülmesi, darbe dönemlerinde mahkum edilen aydınlar, siyasi kamplaşma zemininde sönen hayatlar ve faili meçhul olan veya olmayan cinayetler; rejimi hukuk dışı yollarla tahkim etme stratejisinin üzücü sonuçlarıdır. Söz konusu insanların ve eserlerinin günümüzdeki polülaritesi, beyhude bir romantizmdir.
Bugün; TTB Başkanı ve Nobel ödüllü yazarımız başta olmak üzere birçok siyasi terörist olmakla itham ediliyor. Hurafelerle örülmüş iddianameler ile, kanıt olmaksızın “TC Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” gerekçesiyle insanlar hapis yatıyor. Üstünden seneler geçmiş soruşturmalar kapsamında siyasiler tutuklanıyor. Tehdit altında olduğu düşünülen Anayasal Düzenin hukuki temel taşı olan Anayasa Mahkemesi muktedirlerin hedefi oluyor. Müesses nizam; tarihi korkularından arınamayarak ve toplumda tehdit algısı yaratmaya çalışarak, yeni tarihi trajedilere menfez açıyor. Gerçek dışı ithamlarla yaratılan suni gündemler, siyasi şov malzemesi olarak kullanılıyor ve temel politik açmazların görmezden gelinmesi için çaba sarf ediliyor.
Konuyu Türkiye’nin son yirmi yılına hapsetmek ve bunun üstünden retorik yapmak, tarihsel gerçekliği göz ardı ederek, bundan aktüel siyasi malzeme çıkarmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. “Dün savaştan çıkmıştık, öyle olmak zorunda idi” kalıbı ile başlayan tahliller, asırlık meseleyi halının altına süpürmek ve dünün hatalarına siyasi kılıf uydurmaktır. Bu minvalde yapılan analizlerin, bugünün hukuk ihlallerini “iç ve dış beka tehditleri” ile gerekçelendirmekten hiç bir farkı yoktur ve aydın duyarlılığı ile bağdaşmaz.
1 Tanıl Bora - Cereyanlar

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi