Kötülüğün Gölgesinde Ezelden Ebede Bir Mücadelenin Öyküsü: Gökdelen

Her şeyin çiçek-böcek olduğu ilk zamanlarda gökdelen burada oturanlar için bir güven ve gurur kaynağıdır. Ancak bin kişilik bu dev organizmanın işleyişinde ortaya çıkan sorunlar sakinlerin içindeki kötülüğün ortaya saçılmasına da neden oluyor.

                O an’ı bekliyor. 

                Etrafa dağılacağı, en kuytulara nüfuz edip yerleştiği bünyeyi kara, kapkara bir kan gibi dolaşacağı; kılcal noktalarına kadar sızıp ele geçireceği o an’ı. 

                Kimilerinde yaşananların bıraktığı izler suluyor toprağını; kimisinde bir cinnet anında yahut ihtirasların ateşinde patlayıveriyor.

                Kötülüğün sıradanlığına uyandığımız sabahlarda üçüncü sayfa haberlerden, Müge yahut Esra Ablamızın acı pornografisi kıvamındaki yayınlarından kanıksadık sanırım insandaki kötülüğün ne acı meyveler döktüğünü. İnsanın kötülükte sınır tanımayacağını biliyoruz da, ne zaman karşımıza çıkacağını kestiremiyoruz sadece. “İnsan bir iptir, hayvan ile Üstinsan arasında gerilmiş bir ip ki uzanır bir uçurumun üzerinde” diyen Nietzsche, Hitler’in Holokost’unu, Stalin’in Holodomor’unu yahut modernitenin umutlu vaatleriyle sıçrayıverdiğimiz (yoksa düştüğümüz mü demeliyim) postmodern dünyayı görseydi ne derdi acaba? Bir atın kırbaçlanma sahnesiyle aklını yitiren filozof daha iyiye ulaşmak adına maddi imkanlara bunca malikken insanoğlunun kötülüğe teslimiyetini nasıl yorumlardı?

                İnsandaki kötülüğe dair çalışmalar epeyce. Amerikalı psikolog Philip G. Zimbardo literatüre giren bu tür deneyleriyle ünlü. Stanford Hapishanesi Deneyi, üniversite bünyesinde oluşturulan hapishane ortamında  öğrencilerden bazılarına mahkum bazılarına da gardiyan görevi verilmesi üzerine kurulmuştu mesela. Görevli öğrenciler kısa sürede rollerini özümseyip içselleştirdiler ve sonuç Zimbardo dahil kimsenin beklemediği bir şiddet ortamına evrildiği için deney beklenenden çok daha önce, altıncı günde sonlandırıldı. Sonrasında filmlere de konu olan bu deneyin etkileri, bugün dahi tartışılır. 

Salt katlar, orta katlar, üst katlar…

                Hapishane Deneyi kadar ünlü bir başka deneyinde de Zimbardo, plakası bulunmayan iki otomobili Bronx ve Palo Alto'da bulunan mahallelere bırakmıştı. Eğitim ve gelir seviyesi düşük, suç oranı yüksek olan Bronx'taki araba, terk edildikten kısa süre sonra saldırıya uğradı. Yirmi dört saat içerisinde ise araç artık kullanılmaz hale gelmişti. Bu süre zarfında bir haftadan daha uzun süredir yüksek gelir ve eğitim seviyesine sahip, sakinlerinin pek çoğu beyaz yakalılardan oluşan Palo Alto'da bulunan aracaysa kimse dokunmamıştı. Bu beklenen bir sonuçtu. Ancak Zimbardo’nun test etmek istediği başka şeyler de vardı. Bunun için Zimbardo kasıtlı bir şekilde aracın camlarından birini kırdı. Kısa bir süre sonra bu parçalama işlemine diğer insanlar da katıldı. Zimbardo’nun bu çalışmasını makalelerinde inceleyen sosyal bilimciler James Q. Wilson ve George L. Kelling’a göre; toplumda, Bronx gibi bir mahallede terk edilmiş bir haldeki mülkiyetin daha hızlı sürede parçalanacağı veya çalınacağı inancı yaygındır. Karşılıklı nezaket ve saygı yükümlülüklerinin daha fazla bulunduğu yerlerde ise terk edilmiş haldeki bir mülkiyetin -kimsenin umurunda olmayacağı - düşünülür. Ancak benzer olaylar herhangi bir uygar toplumda da oluşabilirdi.

                Nobel ödüllü Rus yazar Svetlana Aleksiyeviç “İkinci El Zaman” kitabında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber uzun yıllardır çok iyi geçinen komşuların bile akşamdan sabaha ne çabuk değiştiğine ve ne tür katliamlar yaşandığına dikkat çeker. Kötülük patlaması yılların dostluklarını bir anda sıfırlayıvermiştir.

                Şanghay doğumlu İngiliz yazar J. G. Ballard ise insandaki kötülüğün patlama anını distopik bir atmosferde sunduğu Gökdelen kitabında anlatır. Olaylar Londra yakınlarında, kitabın yazıldığı zamana göre son derece gelişmiş ve konforlu, kırk katlı bir apartmanda/gökdelende geçer. Ballard kötülüğün ortaya çıkışını ve ne sonuçlar doğurabileceğini anlatırken konuyu sınıf çatışmaları penceresinden sunar okuyucuya. Zira gökdelenin alt katları diğerlerine nisbetle daha alt grup ailelere ev sahipliği yaparken ara katlar orta sınıfa, üst katlar ise zengin/seçkin sınıfa aittir. Teorik olarak gökdelen tüm sakinlerine aynı konforu sunacağını vaat etse de otoparkta da asansörlerin kullanımında da seçkinlerin önceliği mevcut. Her şeyin çiçek-böcek olduğu ilk zamanlarda gökdelen burada oturanlar için bir güven ve gurur kaynağıdır. Ancak bin kişilik bu dev organizmanın işleyişinde ortaya çıkan sorunlar sakinlerin içindeki kötülüğün ortaya saçılmasına da neden oluyor. Alt katlarda oturanların birbirleriyle olan çatışmaları başlayan sınıf mücadelesinde onların organize olmalarının da önüne geçiyor. Orta katta oturanların mevcut statülerini korumak adına mümkün olduğunca etliye sütlüye karışmamaları ve konformist tavırları; üst katta yaşayanların ise alt katlarda yaşanan aksamalara (elektrik kesintileri, havalandırma arızası vb..) karşı duyarsızlığı farklı olaylarla okuyucuya aktarılmış.

                Ballard esasında medeniyetin beşiği kabul edilen ve modernizmin kalesi sayılabilecek seçkin bir gökdelende kötülüğün gün doğumunu ve kanla sulanan sınıf mücadelesini okuru üç ayrı karakterin hikayeleri arasında dolaştırarak sunuyor. Üst sınıfı gökdelenin mimarı Anthony Royal; orta sınıfı doktor Robert Laing ve alt sınıfı (aynı zamanda güçlü bedeni ve üst katlara tırmanma azmiyle bu alt sınıflara liderlik de etmeye çalışan) televizyon programcısı Richard Wilder temsil ediyor. 

                Bilim kurgu edebiyatında teknoloji tapınmacılığını eleştiren “Yeni Dalga” akımının önemli temsilcilerinden olan Ballard “Asıl yabancı gezegen dünyamızdır.” diyerek insanoğlunun doğaya ve kendine yabancılaşmasına da tepkisini net olarak ortaya koyuyor. Kitapta ise Londra şehir merkezine oldukça yakın mesafedeki kırk katlı, bin nüfuslu bu dev binada akan onca kana, yitirilen onca yaşama ve yaşanan kıtlığa rağmen hiçbir gökdelen sakinin dışarıdan yardım talep etmemesi ile bu durum anlatılmak istenmiş.

Bizimkiler

                Son dönemde izleyicilerle buluşan The Parasite, The Platform gibi yapımlarla ortaya konan sınıf mücadeleleri esaslı yapımlar her dönem ilgi çekmiştir. Bizde başrolünü Kemal Sunal’ın oynadığı Kapıcılar Kralı ve pek tabii aynı kalemden çıkan efsane dizi Bizimkiler’de bu sınıfsal ayrım ortaya konmuştur (Kapıcılar Kralı ve Bizimkilerin çok daha yumuşak bir anlatımı olduğunun da altını çizelim).

                Farklı dillerde gök kazıyan, bulut yırtan gibi anlamlara gelen gökdelenler aydınlanma felsefesiyle doğaya hükmedebileceğine inanan insanlığın yarattığı ilk modern yapılardan biri. Temeli ABD’de atılan, asansörün ve çeliğin yaygın kullanımıyla beraber tüm dünyaya yayılan, Arap Dünyasında büyüklük takıntısıyla zirveye ulaşan gökdelenler, ihtişamlı yapılarının yanı sıra arka odalarında insanlığın en eski ve en acı mücadelelerini de barındırıyor çoğu zaman. Ballard ise Hong Kong’da olduğu gibi insanların dikey mimaride varolma mücadelesi verdiği, kafes evlerde, kapsül dairelerde yaşamaya çalıştığı modern dünyayı bu kitabıyla birlikte en acımasız haliyle okuyucunun önüne serivermiş.

                İster Ballard’ın Gökdelen’inde ister Platform’un rahatsız edici karelerinde, isterseniz de Zimbardon’un deney raporlarında…Değişmeyen iki şey karşınızda olacaktır her zaman:

                Biri hiçbir zaman kana ve gözyaşına doymayan sınıf mücadelesi diğeri ise insanın kuytusunda saklanan ve patlayacağı uygun an’ı bekleyen kötülük.

                O an’ı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi