Kriz Dönemlerinde Yükselen Milliyetçilik ve Edebiyatta Temsili-2

Stelyanos Hrisopulos Gemisi ve Çıkılmayan Öyküleri

Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ni batıran on altı çocuk, yıllar içerisinde herhangi bir toplumsal müeyyideye ya da en azından küçücük bir kınayan bakışa uğramış değildi. Bu durumu öyküde olmasa da, meydana gelecek olan toplumsal olaylarda maalesef görebilmekteyiz.

Sait Faik’in mahut öyküsünün yayınlanmasından neredeyse çeyrek yüzyıl sonra, Yusuf Atılgan Bodur Minareden Öte adlı öykü kitabını 1960 yılında okuyucunun nazarına sunmuştu. Aylak Adam gibi Yunus Nadi Roman Ödülü’nde ikinciliğe layık görülmüş bir romandan sonra yayınladığı ikinci eserdi bu Atılgan’ın (Birinci olan eser Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ydü).

Bodur Minareden Öte; Kasabadan, Köyden ve Kentten olmak üzere üç bölümden oluşmakta. Yazımızın da konusu olan Çıkılmayan öyküsü, Kentten bölümünde yer almakta ve oldukça kapalı bir anlatım anlayışına sahiptir. Öykü içerisindeki savrulma, koşuşturma ve tedirginlik, okuyucu üzerine öyle etkili oluyor ki, nerede olduğunuzu, hangi zaman diliminde yaşadığınızı soracak fırsatı dahi bulamıyorsunuz.

Çıkılmayan Öyküsü

“Para tomarı kırık tezgâhın ardında, yerdeydi. Elindeki kutuyu bıraktı. Eli baltalılar, kocaman gözlüler, sarı yüzlüler hiçbir şey görmüyorlardı; kırıp yırtıyorlardı yalnız. Eğildi tomarı avuçladı. Yağlımsı, kirli paralar. Cebine koydu.”

Çıkılmayan, bir yağmayı anlatan bu paragrafla başlamakta. İsimsiz kahramanımız, kendisini orada nasıl bulduğundan bihaber, eli baltalı, kocaman gözlülerden oluşan kitlenin peşinden dükkân dükkân sürüklenmektedir. Hatta bir ara bulunduğu âna ve kendine öyle yabancılaşır ki hiçbir şey yapamadan donakalır. O esnada kalabalıktan birisi “Hey sen! Neden kırmıyorsun?” diye çıkışır kendisine. Kitle içerisinde hareket eden, sürüklenen bir birey olarak onlarla yağmaya devam eder.

Öykünün başlangıcıyla birlikte, kendisine ait olmayan, yağlı ve kirli bir paraya el koyduğunu okuruz, isimsiz karakterimizin. Bundan sonra da kitleyle devam edecektir kuşkusuz, fakat el koyduğu paranın sıcaklığıyla bir an önce onlardan kurtulup evinin yolunu tutmak isteyecektir. Çünkü bu para, ona bir özgürlük sağlayacaktır. Milli Piyango’dan medet ummaya gerek kalmadan, hayalini kurduğu otomobili alabilecektir örneğin.

Kalabalık ellerinde baltaları, sarı yüzleriyle oradan oraya koştururken, polisin gelmesiyle birlikte şehrin sokaklarında kaybolurlar. Kahramanımız da çürük azı dişinin sancısıyla, cebinde sıcacık parasıyla evinin yolunu tutar. Eve gidene kadar tedirgin bir biçimde sürekli etrafına bakar. İzlenmekten, takip edilmekten korkmaktadır. Buna rağmen, o sefil hayatını değiştirecek parayı, yatağının arasına saklar.

Ertesi gün çalıştığı daireye gittiğinde, herkes dün akşamki ‘olaylardan’ bahsetmektedir. Hatta Cevdet diye bir arkadaşı ona; “Sanki dün kalabalıkta seni gördüm” diyecek fakat karakterimiz bunu tabii ki inkâr edecektir. Dairedeki arkadaşları ona garip gelen bir biçimde, hiçbir şey yaşanmamış gibi espriyle anlatacaklardır her şeyi.

Tüm bu tedirginlik halleri, suçluluk psikolojisi, yakalanma korkusu gibi nedenlerin de etkisiyle, isimsiz karakterimiz evine gittiği vakit, para tomarını ateşe atıp yakacaktır. O andan itibaren acıktığını, susadığını duyumsayacak ve bir rahatlama gelecektir üzerine. Para tomarını ateşe atmadan evvel, içinden iki yüzlük aldığını da belirtmek gerek. Kendi deyimiyle işte bu kadar, üç yüzlük bir adamdır o.

Öykünün gelişimi aşağı yukarı bu şekildedir. Görüldüğü gibi yazarımız herhangi bir tarih ya da yer adı belirtmeden, toplumsal bir olayı failin zihninden aktarmıştır. Kabul etmek gerekir ki ilk okunduğu an kendisini ele veren bir öykü değildir bu. Sıradan bir hırsızlık, yağma gibi gelebilmektedir anlatı. Fakat Yusuf Atılgan’ın toplumsallık anlayışını az çok tecrübe etmiş okur, bu anlatıdaki küçük detayların peşine düşecek ve büyük bir katliamın zihni yapısının anlatıldığını görecektir.

Atılgan’ın İmgesel Toplumsallığı

Yusuf Atılgan, öykülerinde ya da romanlarında kurduğu dünyalarda, toplumsal gerçeklerden birebir bahsetmez. Belki de yaşadığı dönem, onu bu kapalı ve imge dolu anlatısına mecbur kılmıştır. Anayurt Oteli romanından birkaç örnekle bu anlayışı açıklamaya çalışalım.

Anayurt Oteli romanının hemen başında bir tarihten bahseder Atılgan. Eski bir han olan bu yapının duvarında, Anayurt Oteli tabelasının hemen yanında ‘bir iki iki delik Keçecizade Malik’ yazmaktadır. Bu ifade Arap ebcediyle 1255 tarihine tekabül etmektedir. Yani miladi takvimle 1839 yılına denk gelir. Eskiden doğumlar ya da önemli olaylar bu tarz vurgularla tarihe nakşedilirdi. Benzer bir vurguyu Abdülmecid’in tahta çıkışında da görürüz. Abdülmecid tahta çıktığında ‘bir iki iki delik Abdülmecid oldu melik’ gibi bir nişane konmuştur tarihe. Tabii bu aynı zamanda Türkiye’nin modernleşme tarihine yani Tanzimat Fermanı’nın yayınlandığı tarihe de bir vurgudur. Romanın sonunda da Zebercet kendisini dokuzu beş geçe asacaktır. Görüldüğü gibi Atılgan, kapalı bir anlatım ve gizli duran bir imgesellikle Türkiye’nin modernleşme tarihini Tanzimat ile başlatmış, Atatürk’ün ölümü ile de sonlandırmıştır.

Yusuf Atılgan’ın bu anlatımına şahitlik eden okuyucu, bu yağmanın 6-7 Eylül Olayları’nı anlattığını açık şekilde görecektir.

Atılgan’ın karakteri ekseriyetle sıra dışı bireyler olmuştur. Aylak Adam, Anayurt Oteli gibi romanlarda bunu tecrübe edebilmekteyiz. Fakat Çıkılmayan öyküsündeki isimsiz kahramanımız oldukça sıradan bir bireydir. Milli Piyango’dan medet uman, küçük bir memuriyete sahip, tek hayali bir otomobil satın almak olan bir bireydir. Bu bireyi iyi analiz edebilmek için dönemin iktidarına ve siyasi atmosfere yakından bakmamız gerekir.

Dönemin Siyasi Atmosferi

Demokrat Parti “Yeter Söz Milletin!” sloganıyla iktidara gelmiş, muhafazakâr söylemlerle kitleselleşmiş ve liberal ekonomi politikalarıyla toplum içerisinde yeni milyonerler oluşacağını taahhüt etmişti. Fakat ekonomik bunalımlar, Kıbrıs sorunu gibi etkenler neticesinde, giderek otoriterleşmiş ve daha milliyetçi söylemlerde bulunmaya başlamıştır. Dönemin gazeteleri, İstanbul’daki Rum vatandaşların, Kıbrıs’taki çetelere yardım ettiğini belirten yayınlar yapmaya başlamış ve Müslüman olmayan vatandaşlara karşı bir nefret söylemi başlamıştır. Tüm bu gelişmelerin neticesinde 6 Eylül günü, İstanbul Ekspresi Gazetesi, girdiği ikinci baskıda Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığını yazacaktı. Üstelik olay gerçekleşmeden girilen bu haberi yazan gazete, günlük yirmi bin tirajına rağmen, o gün iki yüz doksan bin adet basılacaktı.

Öykü içerinde amaçsız şekilde kitlelerin peşinde sürüklenen ve zengin olma ümidi taşıyan isimsiz kahramanımız işte böyle bir atmosferde yaşıyordu.

Diş Ağrısı

Parayı çalmasıyla başlayan diş ağrısı elbette onun ilkelliğine yapılan bir göndermeydi. Karakterimizin azı dişi çürümüş ve parayı almasıyla birlikte bu ağrı ayyuka çıkmıştır. İnsanın evrimsel sürecinde de yeri olan bu azı diş, kahramanımızın ilkel yanını, henüz evrimleşememiş yanını temsil ediyordu şüphesiz.

İsimsiz kahramanımız, olayın faillerinden biri gibi dursa da, kendine yabancı haliyle bir kurbandır nihayetinde. Zira olayın ertesi günü, iş arkadaşlarıyla her öğlen yaptıkları gibi, Artin’in lokantasına giderler yemek yemeye. Ve ne gariptir kendisinde en küçük bir suçluluk duygusu yoktur. Çünkü o görünmez ellerin hedeflediği gibi, Rumları ya da Ermenileri yok etmeyi düşünmemiştir. Üç yüz liralık her adam gibi tek hedefi bu sefil hayattan kurtulmaktır.

Suçluluk

Atılgan, karakterin parayı almasına müteakip ona bir suçluluk duygusu atfetmiştir. Karakterimiz bu suçluluk duygusundan da parayı yakana kadar kurtulamaz. Kendisinin de dâhil olduğu grubu sürekli ‘eli baltalılar’ olarak tarif etmektedir. Burada görünen o ki; Raskolnikov’un elinden baltayı bırakmasıyla beraber yaşadığı o kahredici, böcekleşme sendromunu yaşamaktadır. Hem de elinde aynı nesneyle.

Görüldüğü gibi iktidarlar, her kriz döneminde adına milliyetçilik dediğimiz aynı enstrümana sarılmakta ve toplumsal olarak büyük yıkımlara neden olabilmekteler. Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ni, ceplerine doldurdukları taşlarla batıran on altı çocuğa gerekli müeyyide yapılmadığından, o çocuklar büyüdü ve Yusuf Atılgan’ın Çıkılmayan öyküsüne karakter oldular. Ne amaçla kimi yakıp yıktıklarından bihaber üstelik…

Baudrillard’ın dediği gibi; “Bir katliamın unutulması da katliam türünden bir şeydir”. Son dönemlerde temelinde milliyetçilik olan şiddet olaylarını anlayabilmek ve dersler çıkarabilmek için sanırım unutmamaya ve bu öyküleri iyi analiz etmeye ihtiyacımız var.

İyi okumalar.

Kabul etmek gerekir ki ilk okunduğu an kendisini ele veren bir öykü değildir bu. Sıradan bir hırsızlık, yağma gibi gelebilmektedir anlatı. Fakat Yusuf Atılgan’ın toplumsallık anlayışını az çok tecrübe etmiş okur, bu anlatıdaki küçük detayların peşine düşecek ve büyük bir katliamın zihni yapısının anlatıldığını görecektir.

Spot: Karakterimizin azı dişi çürümüş ve parayı almasıyla birlikte bu ağrı ayyuka çıkmıştır. İnsanın evrimsel sürecinde de yeri olan bu azı diş, kahramanımızın ilkel yanını, henüz evrimleşememiş yanını temsil ediyordu şüphesiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sinan Tepe Arşivi