Kriz Dönemlerinde Yükselen Milliyetçilik ve Edebiyatta Temsili: Stelyanos Hrisopulos Gemisi ve Çıkılmayan Öyküleri-1

Dünya siyasi tarihine bakıldığında görülecektir ki, milliyetçilik ve türevi ideolojiler, kriz dönemlerinde güçlenmekte ve kendilerine daha fazla taraftar bulabilmekteler. Bu krizleri savaş, büyük göçler gibi olgular yaratabilirken, en büyük krizleri her zaman ekonomik bunalımlar yaratmıştır. Örneğin 1929 Ekonomik Buhranı sonrası İtalya’da ve Almanya’da ortaya çıkan, aşırı milliyetçiliğe dayanan faşist ideolojiler, kaynağını bu büyük ekonomik bunalımdan almışlardır.

Milliyetçilik, orta ve alt sınıfların ideolojisi olmuştur çoğu zaman. Çünkü bu ideolojiye erişmek her zaman zahmetsiz ve ekonomiktir. Doğar doğmaz sahip olunan vasıflarla bir dünya görüşüne sahip olmak elbette bulunmaz nimettir. Orta ve alt sınıflar kendilerinden esirgenen refahı, eğitim hakkını ve onurlu yaşamı; damarlarında dolaşan kanla perdelemiş ve asıl onurlu yaşamın bu olduğuna ikna olmuşlardır.

İktidarlar belirli bir para karşılığında vatandaşlık satarken, değerli arazilerini ‘zengin yabancılar’a kolaylıkla tahsis ederken; ‘şehit kanıyla sulanmış bu topraklar’, ‘damarlarda dolaşan asil kan’ gibi söylemleri topluma inandırıcı kılmak için elbette rasyonallikten daha fazla şeye ihtiyaçları vardır. Burada devreye müphem hedefler girer. ‘Kutlu yürüyüş’, ‘Ulu dava’, gibi içeriği hiçbir zaman net açıklanmayan fakat söylemi şiir etkisi yaratan, bu akılcılıktan uzak hedefler, kitleler üzerinde etkili olabilmektedir.

Tavşanlar ve Fareler

Bauman, Kapımızdaki Yabancılar eserinde, orta ve alt sınıfların nasıl milliyetçilik ideolojisine sahip olduklarını, dünyaca ünlü bir masaldan çıkarımlar yaparak açıklamaktadır. Ezop’un Tavşanlar ve Fareler adlı masalındaki tavşanlar diğer hayvanların zulmüne öyle maruz kalırlar ki nereye gideceklerini bilemezler. Ne zaman yanlarına bir hayvan yaklaşsa hemen bulundukları alanı terk ederlermiş. Bir gün kalabalık bir at sürüsünün üzerlerine doğru koştuğunu gören tavşanlar, artık yaşamanın bir manasının olmadığını düşünerek göle doğru koşmaya başlarlar. Amaçları boğularak hayatlarına son vermektir. Fakat göle yaklaştıklarında kendilerinden korkan kurbağa sürüsünün panik halde suya atladığını gören tavşanlar, hayatın o kadar da kötü olmadığına hükmeder ve yaşamaya devam ederler.

Her kesim tarafından ezilen tavşanları, bu hayata bağlayan şey elbette ezecek bir toplumsal tabaka bulmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerinden daha zor şartlarda yaşayan bir grubun varlığı onlarda bir tatmin yaratır. Kendilerinden esirgenen refahın ve onurlu yaşamın eksikliğini ancak bu biçimde duyumsamayacaklardır.

Sanırım milliyetçiliğin haznesindeki tatmin de buna benzer bir duygudur. Amerika’nın güney eyaletlerindeki White Trash’lar (fakir, beyaz Amerikalı) ekonomik açıdan berbat durumdadırlar fakat tenlerinin beyaz olmasını mükemmel bir avantaj olarak görürler. Fransa’da Ulusal Cephe’nin ekseriyetle yoksullardan oy alması da ancak ‘Fransızlar için Fransa!’ sloganıyla açıklanabilir. Türkiye’de de ekonomik krizlerle güçlenen bir milliyetçilik ve bu krizleri perdeleyen doğal düşmanlar her daim vardır.

Kriz dönemlerinde artan milliyetçilik ve toplumsala etkisini tartışmak için elbette birçok yöntem vardır. Yazımızın da konusu bu olmakla birlikte, edebi eserler üzerinden karşılaştırma yaparak, bir değerlendirmeye varabilme iddiası taşımaktadır. Bu hedefle Sait Faik Abasıyanık’ın Stelyanos Hrisopulos Gemisi ile Yusuf Atılgan’ın Çıkılmayan adlı öykülerini ele almaya çalışacağım.

Stelyanos Hrisopulos Gemisi

Sait Faik’in 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayınlanan öyküsü Stelyanos Hrisopulos Gemisi, aynı yıl yayınlanacak olan ilk öykü kitabı Semaver’de de yer almaktadır. İhtiyar balıkçı Stelyanos ile torunu Trifon’un, yoksul ve yalnız hayatı ele alınmaktadır bu öyküde. Kış mevsiminin başlamasıyla ada sakinlemeye başlamış ve balık mevsimi açılmıştır. Fakat kışın sert geçmesinin yanı sıra deniz bomboş gibidir. Stelyanos, torunu Trifon’u evde bırakarak balığa çıkmaktadır fakat sürekli eli boş dönmektedir. Böylelikle tuttuğu balıkları satıp eve gazyağı, torunu Trifon’a pantolon, yün yelek kendisine kasket alma hayali de suya düşüyordu.

Öykünün başında yer alan mekân tasviri ve adanın korkunç kayalıklar ve kuşlarla kaplı arka tarafından bahsederken Kalpazankaya’dan bahsedilmesiyle, hikâyenin Burgazada’da geçtiğini anlayabiliyoruz.

Stelyanos ailesindeki herkesi kaybetmiş ve torunuyla baş başa kalmıştır. Büyük kızını dokuz sene önce kaçırmışlardır. Oğlu ise Yunanistan’da yaşamaktadır ve ne iş yaptığı, nasıl olduğu meçhuldür. Trifon’un babası yani Stelyanos’un damadı Stavro ise yılar önce ölmüştür. Balığa çıktığı bir gün kayığı batmış, güç bela kurtarılmış fakat yakalandığı zatürreden sıyrılamamıştır. Trifon’un annesi ise kocasının ölümüne dayanamamış vereme yakalanarak hayatını kaybetmiştir.

Annesi ve babasını kaybettiğinde sekiz yaşında olan Trifon, şimdi on iki yaşındadır. Yoksulluktan okula gidememiştir. Dedesinin aldığı kitap ve defterlerle kendi kendine çalışmaktadır. Trifon son derece efendi bir çocuktur. Dedesi ve babası gibi deniz tutkunudur. Toprağı pek sevmez fakat ona hürmet eder. Zira tüm sevdikleri onun altındadır. Trifon denize girmeyen çocuklarla arkadaşlık dahi etmezdi. Zaten kendisi zamanını ya denize girerek ya da oyuncak gemi yaparak harcardı.

Vatansız Bir İnsanın Gemisi

Trifon bir gün evlerinin yakınındaki çam ağacının altında büyükçe bir gemi yapmaktadır. Bu on iki yaşında bir çocuğun yapacağı gemi de değildir üstelik. Sanki kaptanı olacağı ve çok uzaklara gideceği gemiyi inşa ediyor gibidir Trifon. Bu gemi hür, serbest ve vatansız bir insanın gemisiydi. Gemiye evvela annesinin adını yani Yovana’yı vermeyi düşünmüş fakat dedesinin duygulanmasını istemeyerek, Stelyanos Hrisoplus adını vermiştir. Trifon, tam bir metre uzunluğunda yelkenli bir gemi yapmıştır. Her gün hazırladığı kızaklardan suya indiriyor ve rüzgârı arkasına alarak pupa gidişini seyrediyordur. Gemisi adeta onun için mavi gözlü bir kız gibidir. Trifon’u hiç sevmeyecek mavi gözlü kızların aksine gemisi onu seviyordur.

Bir gün çam ağacının altında toplanan on altı çocuk, Trifon’un gemisini batırmaya karar verir. Hatta nasıl yapacaklarını tartışmışlar, aralarında mühendisler peyda olmuş, toplar tüfekler hazırlanmış, bir köşeye taşlar yığılmıştır.

Olacaklardan habersiz Trifon, dev yelkenlisini suya indirdiğinde, gemisinin etrafına taşların düştüğünü görür. Anlam veremez bu olanlara. Yalnızca şok içerisinde taşları takip eder. Ellerinde taşlar olan on altı çocuk Stelyanos Hrisopulos gemisini batırırlar.

Sait Faik öykülerinde sıklıkla toplumun alt kademesinde yer alan bireylerin hayatlarını işler. Balıkçılar, işçiler, avareler, hamallar Sait Faik’in kahramanlarıdırlar. Fakat bu öyküsünde madun olma durumunu farklı bir şekilde ele almıştır. Evet, Stelyanos ve torunu yoksullardır fakat aynı zamanda Rumlardır da. Öyküdeki küçük nüanslara ve bu öykünün yayınlanma serüvenine bakınca madunluklarının yalnızca balıkçı ve yoksul olmakla değil, Rum olmalarıyla da ele alındığı göze çarpacaktır.

Fazla ‘Kozmopolit’ Bir Öykü

Sait Faik ilk olarak bu öyküsünü Yücel Mecmuası’na göndermiştir. Fakat dergi, öyküyü yayınlayamayacaklarını, fazla ‘kozmopolit’ bulduklarını söyler. Kısacası öyküdeki Rum isimleri bu mecmuayı rahatsız etmiştir. Bunun üzerine Sait Faik, Varlık Dergisi’nden Yaşar Nabi’yi arayarak bu yazının lütfen yayınlanmasını ister. Yaşar Nabi’ye;

“…Rum olmakla Türk olmamaları ve isimleri Hrisopulos olmakla insan yerine konmamaları lazım gelmeyeceğini benden âlâ takdir edersiniz”

ifadelerini içeren bir mektup yazar. Öykü elbette Varlık Dergisi’nde yayınlanır.

Bu noktada kısaca 1930’lar Türkiye’sinden bahsetmek yazıya katkı sunacaktır. Bilindiği gibi 1929 Ekonomik Buhranının ertesinde Avrupa ülkelerinde aşırı milliyetçi ideolojiler egemen olmaya başlamıştır. İspanya’da, İtalya’da ve Almanya’da faşist diktatörler iktidara gelmiş ve çevresindeki ülkeleri de aşırı milliyetçilikleriyle etkilemişlerdir. Türkiye bu gelişmelerin uzağında gibi dursa da, ülke içinde yapılan birtakım çalışmalarla, dönemin milliyetçi rüzgârından nasibini aldığını söyleyebiliriz. 1931 yılında kurulan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’nin, Türklerin tüm ulusların atası olduğu tezi buna bir örnektir. Yine 1932’de kurulan Türk Dil Tetkik Cemiyeti’nin tüm dillerin Türkçe’den türediğini savunan tezi ‘Güneş Dil Teorisi’ de buna örnektir. Beri taraftan 1930’larla birlikte ülke genelinde ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyasının yürütüldüğünü, ‘Türk Malı Kullan!’ denildiğini ve Müslüman olmayan vatandaşların normal nüfus kütüklerine değil ‘Yabancılar Defteri’ne kaydedildiğini belirtmek gerekir.

On Altı Sayısı

Sait Faik işte böyle bir ortamda kaleme almıştır öyküsünü ve bana kalırsa madunluğu ilk defa milliyet üzerinden işlemiştir.

Trifon’un yaptığı gemi ile uzaklara gitme isteği ve kendisini vatansız görmesi de buna bir örnek sayılabilir.

Edebi eserleri ele alırken birçok sözcüğün, sayının, ismin, yer adlarının tesadüf seçilmediğine inanırım. Misal Trifon’un gemisini batıran çocuk sayısı neden on altıdır? Öyküde iki defa geçen bu sayı neden özellikle vurgulanıyor olabilir? Belki de tarihteki on altı Türk devletine vurgu yapıyordur Sait Faik. On altı Türk devletinin bakiyesini taşıyan Türkiye’nin, gayrimüslimlere pek de sıcak bakmadığını mı dile getiriyor acaba?

1930’lardaki gelişmelere bakarsak bunun aşırı bir yorum olmadığı görülecektir.

Haftaya, büyüyen bu on altı çocuğun, 6-7 Eylül’de nasıl serpildiğini, Yusuf Atılgan’ın Çıkılmayan öyküsü içerisinde ele alacağız. Şimdilik hoşça kalın ve iyi okumalar.

Başlık Spotu: Kriz dönemlerinde artan milliyetçilik ve toplumsala etkisini tartışmak için elbette birçok yöntem vardır. Yazımızın da konusu bu olmakla birlikte, edebi eserler üzerinden karşılaştırma yaparak, bir değerlendirmeye varabilme iddiası taşımaktadır. Bu hedefle Sait Faik Abasıyanık’ın Stelyanos Hrisopulos Gemisi ile Yusuf Atılgan’ın Çıkılmayan adlı öykülerini ele almaya çalışacağım.

Spot1: “…Rum olmakla Türk olmamaları ve isimleri Hrisopulos olmakla insan yerine konmamaları lazım gelmeyeceğini benden âlâ takdir edersiniz”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sinan Tepe Arşivi