Kürşat Ayvatoğlu’nun hikâyesinin düşündürdükleri

Hayatımın hiçbir döneminde fiziksel ve psikolojik olarak bu kadar kısıtlandığımı hatırlamıyorum. Bir taraftan Covid19 kısıtlamaları ve getirdiği ekonomik zorluklar, diğer taraftan hızlı olduğu kadar tuhaf bir şeklide cereyan eden siyasi ve sosyal olaylar… Bir olay oluyor, doğru mu yanlış mı tartışamıyoruz çünkü önemli olan olayın bizatihi kendisi değil kimin tarafından gerçekleştirildiği.
Toplu tepkiler, toplu sevinçler arasında kaybolan insan gibi hissediyorum. Her şey o kadar yüksek perdeden yaşanıyor ki söyleyeceklerim boğazımda düğümleniyor.
Her konuda kırıp dökmeye, yıkıp yok etmeye kaptırmış bir şekilde gidiyoruz.
İzninizle; hızlı bir şekilde gündeme geldiği gibi gündemden düşen, fakat düşmeden önce son günlerin çok konuşulan isimlerinden Kürşat Ayvatoğlu’nu yazmak istiyorum.
Ayvatoğlu’nu, AK Parti’deki yükselişi, lüks hayat görüntüleri ve kokain çekerken yakalandığı görüntüleri “Pudra şekeriydi” savunmasıyla hatırlayacağız.
Ayvatoğlu’nun DW Türkçe’den Nevşin Mengü’yle söyleşisini izlemeye çalıştım. “Çalıştım” diyorum çünkü adeta bir metinden ezberlenmiş olan sözleri ve sık sık tekrarladığı babasının ölümünü anlatan sözlerini samimi bulmadım.
Kürşat Ayvatoğlu’nun hikâyesini yazmak istememin sebebi, AK Parti’nin geri getirmeye çalıştığı ‘94 ruhunun’ gelemeyeceğinin delili olması sebebiyledir.
Nedenini anlatayım;
Siyasete ilk girdiğimde Ayvatoğlu’ndan daha küçük yaşlardaydım. Refah Partisi’nde İlçe Kadın Kolları Başkanıydım. Arkadaşlarım ve ben orta hâlli ailelerin çocuklarıydık. İlçeye minibüsle gelir giderdik. Minibüs ücretlerimizi de kendimiz öderdik. Temizliği kendimiz yapar, evimiz gibi sahiplenirdik. Yemeğimizi de kendi imkânlarımızla yerdik. O zamanlar cep telefonları bu kadar yaygın değildi mecburen ev telefonlarını kullanırdık. Rahmetli babam, telefon faturalarından bunalırdı ama davanın yanında faturanın lafı olmazdı. Hiç unutmuyorum, Ankara’ya gitmem gereken bir toplantı için harçlığımı yiyecek satarak karşılamıştım.
Biz bir davaya inanmıştık; iktidar olacaktık, kazanacaktık. Kazanınca da Türkiye kazanacaktı, dünyadaki mazlumlar kazanacaktı.
Orta hâlli insanlar olmamıza rağmen “kazanmayı” hiç şahsi düşünmedik. Kendimiz için hayaller kurmadık. Önce belediye seçimlerini kazandık, ardından iktidar olduk… İhtiyacımız olmasına rağmen hiçbirimiz, “İşe ihtiyacımız var” demedik.
Güzel evler, güzel arabalar bizim zamanımızda da yok değildi ama iyi bir yaşamı kendimiz için düşünmek hiç aklımıza gelmedi.
Yaşlarımız genç olmasına rağmen bir siyasi partinin mensubu olmanın ağırlığıyla hareket ettik hep. Hava atmak, güç elde etmek gibi şeyleri bilmedik.
Ne parti liderimizi gücü için sevdik ne de babalarımızın ölümünün ardına sığındık.
İyi bir hayat yaşamadık (Kürşat’ın deyimiyle) belki ama onurlu ve temiz bir geçmişe sahip olduk… Sanırım bunda onurlu ve gözü tok anne babalarımızın ve Yeşilçam çocukları olmamızın etkisi vardı.
Kürşat’ı izleyince bir kez daha anladım ki; “Hayat, ne kazanmak istiyorsanız onu sunuyor size…”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Baykal Arşivi