İbrahim Turhan

İbrahim Turhan

Mahsus Ağustos’ta yapıyorlardır

2018 Ağustos’unun ikinci yıldönümünü anarcasına piyasalar yine karıştı. İki ihtimal görüyorum; ya her seferinde benim tatile çıkmamı bekleyip tatilimi zehir etmek isteyen bir derin odak var veya ekonomiyi vurmak için her seferinde mahsus “zaferler ayı”nı bekleyen, Malazgirt’in öcünü almaya yeminli dış mihraklarla karşı karşıyayız.
İnanmadınız mı? Oysa bu ve benzeri komplo teorilerini –2000’lerin başında televizyonların ünlü dizisindeki– “Heredot Cevdet”in kıssalarını dinler gibi dinlemeye hazır bir dünya insan var. Lozan Anlaşmasının 2023’te açığa çıkacak gizli maddelerinden Merkez Bankasının gizli sahiplerine, zengin doğal kaynaklarımızı bizden saklayan yabancı şirketlerden Koronavirüs salgınını bütün insanlara çip takmak için uyduran güçlere kadar bir sürü zırvaya kesin bir imanla inanan insan sayısını görseniz ürkersiniz.
‘Canım herkes istediği şeye inansın, batıl inanç da inanç özgürlüğü içindedir’ diyeceğiz ama sonuçları bazen bütün toplumu etkileyebiliyor. Örneğin; geçen yıl Kızamık vaka sayısı dünya çapında 2018 yılına oranla üç kat arttı. Malezya’da 27, Filipinler’de 19 yıl aradan sonra yeniden Çocuk Felci vakaları görüldü. Türkiye’den silinmiş olan Kızamık ve Çocuk Felci gibi hastalıkların yeniden görülmeye başlanmasının tek sebebi aşılarla ilgili komplolar yüzünden çocuklarına aşı yaptırmayan aileler.
Aynı sorunla ekonomi yönetiminde de karşı karşıyayız. Aslında bu bir hastalık ve belirtileri uzun süredir açıkça görülüyor. Olgusal/nesnel gerçekliği kabul etmemekte direnip kafalarda oluşturulan kurgusal gerçekliğe inanmak. Rasyonel aklı, bilimi değil dogmatik kanaatleri esas almak ve doğruluğu kanıtlanmış bilgiye, somut verilere dudak bükmek. Kararların orta-uzun vadedeki sonuçlarını umursamayarak sadece günü, hatta ânı kurtarmaya odaklanmak. Deneyimi küçümsemek, kurumsallıktan nefret etmek. Ve bütün bunların sonucu olarak komplo teorilerinin şekillendirdiği paralel bir evrende yaşamak.
Son dönemde bu hastalığın üç yansımasına tanık olduk. İlk örneğimiz kur artışı. Aylardır duyarlılık ve sorumluluk sahibi bütün iktisatçılar rezervlerin böylesine saçılıp savrulmasıyla ilgili ekonomi yönetimini uyarıyordu. Kurla ilgili soruna koyulan teşhis yanlıştı, uygulanan yöntem zararlıydı, yapılan iş anlamsızdı. Sonuçta kuru belli seviyelerde tutmak adına 60 milyar dolar rezerv yakıldı. Rezervlerin tehlikeli biçimde erimesi yetmezmiş gibi bir de inanılmaz para ve kredi genişlemesine gidildi. Talep zıvanadan çıktı, ithalat artışa geçti, riskler büyüdü. Biz böyle bir durumdayken, 27 Temmuz’da dünyadaki bütün kırılgan ekonomileri etkileyen bir satış dalgası başladı. Aslında Bayram tatilinden iki gün sonra hâlâ TL, Arjantin, Brezilya ve Güney Afrika paralarına göre nispeten daha az değer kaybetmişti. Ama tabii derhal komplo teorileri devreye girdi. Bütün riskli piyasaları etkileyen bir gelişme bize yönelik saldırı vehmedilerek panik halinde tutarsız ve piyasadaki güveni bozan açıklamalar yapıldı. Merkez Bankası ‘faizi artırmadan TL fonlama maliyetini yükseltmek’ gibi dolambaçlı işlere, ekonomi yönetiminin çok sevdiğini artık öğrendiğimiz arka kapı operasyonlarına kalkıştı. Sonuçta hem faizler fiilen 200 baz puan (yüzde 2) kadar arttı hem de TL 2020’nin en fazla değer kaybeden ikinci parası haline geldi. En çarpıcı olan ise TL’nin değer kaybında diğer kırılgan ekonomilerin paralarını geride bırakmasında en etkili unsurun 12 Ağustos’ta bir TV kanalında yayınlanan programdaki mesajlar olmasıydı.
İkinci örneğimiz yurt içi yerleşiklerin davranışlarıyla ilgili. Merkez Bankası 20 Ağustos’ta “Haftalık Para ve Banka İstatistiklerini” yayınladı. 2019 sonuna göre gerçek kişilerin döviz mevduatlarında 14,1 milyar dolar artış görünüyor. Çarpıcı olan ise bu artışın 10,4 milyarlık (3/4’lük) kısmının Temmuz ayında ve Ağustos’un ilk 2 haftasında kaydedilmiş olması. İktidar yanlısı koro, 8 ay önce mevcut ABD Başkanını eleştirirken Türkiye ile ilgili densizlik yapan başkan adayının –hem de adaylığının henüz kesinleşmediği bir dönemde– söylediklerine mal bulmuş mağribi gibi sarılır ve “muhalefet dış mihrak diye dalga geçiyor, dış mihrak kim diye soruyor, kuru artırmak için dövizi dış mihraklar alıyor” yavelerini vird edinirken açık, olgusal, nesnel, somut gerçek bambaşka. Ekonomi yönetiminin yanlış politikaları sebebiyle TL’ye güveni sarsılan ve kurun yüzde 8’den fazla arttığı bir süreçte bile milyarlarca dolar döviz alan, Türkiye’de yaşayan bizim insanlarımız. Ayrıca bir başka sorun da var. Varıp baksanız yabancılar kötü niyetli ve ekonomi yönetimi ekonomin güvenliğini sağlamak için yabancıları cezalandırıyor. İyi de, yılbaşından bu yana 13,5 milyar sermaye piyasasından, 12 milyar para piyasasından çıkan yabancıya dövizi ucuz satabilmek için milyarlarca dolar rezervi harcamış olmadılar mı?
Bu dış mihraklara suçüstü yapmaya kafayı takmışlar. İktidar partisinin bir yöneticisi, Fitch kredi derecelendirme kuruluşunun Türkiye’nin görünümünü olumsuza çevirmesi karşısında; “üst aklı bulmakta zorlananlar için işte size bir suçüstü hali daha” diyerek kredi notu açıklamasının zamanlamasını doğalgaz rezervi keşfinin olumlu etkisini gölgeleme niyeti ile izah etmeye çalıştı. Oysa zahmet edip Fitch’in İnternet sitesine baksaydı bu tarihin ta 19 Aralık’ta (inanmayacaksınız ama yine 8 ay önce) duyurulduğunu görecekti.
Son örneğimiz Cumhurbaşkanına “salgından güçlü çıkış yöntemi olarak” sunulan esham modeli. 18’inci yüzyılda Osmanlı maliyesi çok zor durumdayken borçlanma imkanlarını artırmak için geliştirilmiş bir borçlanma yöntemi bu. Ama yüksek maliyeti sebebiyle riskli görüldüğü için ilk fırsatta tasfiye edilmeye çalışılmış. Osmanlı döneminde uygulanan her şeyde bir hikmet olduğu gibi bir zanları olsa gerek, önünü arkasını incelemeden ezbere ‘parlak fikir’ diye önermişler. Geçmişteki her şeyi kutsal görmek, dönemsel koşullara bağlı uygulamaları bugünün karmaşık dünyasında uygulanabilecek model sanmak ciddi bir zihniyet zaafı. Ayrıca anlamadıkları bir şey daha var; sorunumuz finansal ürün kıtlığı değil tasarruf kıtlığı!..
Gerçekten bilmiyorlar… O kadar edebiyatını yaptıkları, hamaset nutuklarında kullandıkları tarihi bile öğrenmek gibi bir dertleri yok. Zihinlerinde inşa ettikleri kurgu onlar için daha önemli. Sosyal medyada viral olan fotoğraflarda kendinden geçmiş biçimde, çakma tarihi dizi izleyenler gibi yönetiyorlar ekonomiyi. Bize de tasası düşüyor.
Not: Rahmetli dedem, Kafkas Tümeninde Sakarya’da, Dumlupınar’da Gazilik mertebesine ermişti. Ben 30 Ağustos’u ondan bilirim. 30 Ağustos milletin uyanış bilincidir, damarında atan nabızdır. Zafer Bayramını protokol için düzenlenen dayatılmış resmi törenlere, militarist gösterilere indirgeyebileceğini sananlar yanıldı, kutlamayı yasaklayıp bu ruhu unutturabileceğini sananlar da yanılgı içindedir. Bayramımız kutlu olsun!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Turhan Arşivi