Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“MESLEĞİMİ YAPARKEN YAŞAMA ARTI DEĞER KATMAYI, KATABİLECEĞİMİ HAYAL EDİYORUM”

Kendisiyle uzun sohbetler etme şansım oldu ve yaşamın bir sanat olduğunun farkına onun sayesinde vardım. İnsanın zihnini açan ve çok şey öğrendiğiniz değerli bir isimle sohbet edebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Tam yarım asırlık bir yolculuğun içinde kendisi 50 yıldır yaşamı sanata dönüştürerek üretimlerde bulunuyor. “Sanata Evet” diyerek hayatın içinde yolculuk yapıyor. Tamer Levent ile sizler için uzun bir sohbet gerçekleştirdim sayfamız yettiğince aktardığım röportajımızla sizleri baş başa bırakıyorum. İyi ki varsınız Tamer Levent nice yıllarınız olsun!

50. sanat yılınızı kutluyorsunuz tebrikler kutlu olsun daha nice yıllara. 50 yıl yarım asır ne hissediyorsunuz?

Biraz şaşırıyorum çünkü ben hiç yılları böyle saymamıştım. Vedat Akdamar bir hesaplama yapmış konservatuara girdiğim günden beri dolayısıyla 50 yıl çıkmış ortaya. Bunun ortaya çıktığına gerçekten şaşırdım çünkü bekleyemiyordum, hiç düşünmemiştim kaç yıl oldu diye. Yıllar geçince insan bir takım gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalıyor demek 50 yıldır ben bu işleri yapıyormuşum, oldukça çalıştım diye düşünüyorum. Ayrıca 1993 yılında “Niçin Tiyatro” bir kitabım çıkmıştı. sevgili Vedat Akdamar kitabı uzun bir önsözümle “Niçin Tiyatro”dan “SanataEvet” adıyla yeniden bastı. Kendi samimiyetimle yaptığım işi estetik felsefe manasında severek hâlâ da severek ve heyecanla yapıyorum. Hâlâ bu mesleği yaparken yaşama artı değer katmayı, katabileceğimi hayal ediyorum. Rol model olabileceğimi hayal ediyorum. Bunlar bana psikomotor enerji veriyor, güç veriyor ama sırf para kazanmak için bunları yapıyor olsaydım, sırf kariyer kazanmak için yapıyor olsaydım belki bir noktada artık vazgeçecektim, yok olmuyor canım bu memlekette bu, bir yere kadar filan diyecektim demiyorum. Hep umutluyum ben.  

Tiyatronun ne işe yaradığını sor birçok kişi tarif edemez

Geriye dönüp baktığınızda Tamer Bey nasıl geçmiş yıllar ve neler düşündürmüş size?

Vallahi şimdi yaşadığım her şeyden bir şey öğrendiğimi düşünüyorum. Ben iyimser bir insanım. Tabii hayatta karamsar olabilecek birçok şey var ama bunlara bile çözüm bulmak gerektiğini düşünüyorum. Çözüm bulunamıyorsa da zaten nereden inceldiyse oradan kopar. Bu da bir gerçek değil mi yani! Dolayısıyla bunlar da zamanı ve durumu belirliyor. Ama insan kendini yetiştirme sorumluluğu ile hareket ederse bir takım şeyleri öğrenmek, değiştirmek, anlamak ve sonra da onları uygulamakla uğraşırsa hem zaman çok hızlı geçiyor hem de çok iş yapmış oluyor. Bu kendim üzerinde tecrübe ile sabit, çok iş yaptım haliyle. Yeni bir şey öğrenmek onu uygulamak içindir. Uluslararası alana çıktım orada atölye çalışmaları yaptıktan sonra birçok uluslararası çalışmadan davet aldım. Sonra o davetlerin hepsine onların da davetlisi olarak icabet ettim, oralarda yaptığım çalışmalarda başarı görünce onlar da başka davetlere sebep oldu. Ders verirken, ders alıyordum, ders alırken de öğreniyordum. Mesela Türkiye’de bazı kavramları çok kendimize ait tarzla anlamışız, sanatsal kavramını evrensel bir dilde anlamamışız. Tiyatronun ne işe yaradığını sor birçok kişi tarif edemez. Bunları bilmeden peki biz bunlardan nasıl yararlanacağız! Kendi kendine mi oynuyoruz? O zaman ne diyoruz ağabey tiyatro bana para kazandırıyor mu? Boş ver. Sanat, “bana ne ya ben sanatla ilgilenmem ben işime bakarım.” Şimdi bunları yapabilmen için aslında hem sanatla ilgilenmek hem tiyatro izleyebilmen lazım ki hayata dair farkındalığın gelişsin. Ama sanat ayrı bir kavram, tiyatro ayrı bir kavram. Atatürk diyor ki; tiyatro bir memleketin kültür seviyesinin aynasıdır. Bunu tiyatro ile ilgili söylüyor ama sanatla ilgili söylediği laf ayrı. Diyor ki; sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuştur. Niye tiyatrosuz kalan demiyor da sanatsız kalan diyor. Tiyatro bir memleketin kültür aynası diyeceğine sanat bir memleketin kültür seviyesinin aynası diyebilir. Hayır. Orada tiyatro lafını kullanıyor orada sanat lafını kullanıyor. Demek ki bunların farklı kavramlar olduğunu Atatürk biliyor.

Eğitimin sanatsallaştırılması gerekiyor

Böyle bir ülkede 50. Sanat yılını kutlamak zor mu?

Türkiye’de sanat kültürünün gelişmesi konusunda ve sanat kültürünün bütün bağlamlarda kullanılması konusunda bir farkındalık oluşmuştur. Hatta sanat kavramını böyle mistik bir kavram zannetme eğilimi ağırlıkta olmuştur. Dolayısıyla böyle yani dalgın, enginlere bakan, sessiz duran insan müthiş bir sanatçı gibi anlatılıyor. Yaşayan, konuşan, kendini ifade etmeye çalışan sanki bu işten anlamıyormuş gibi gözüküyor değil mi? Hâlbuki birisi bildiklerini ve düşüncelerini paylaşmaya çalışıyorken iyi niyetliyken öbürü hesap yapıyor. Ama bu toplumda farklı şeyleri söyleyenler de dünyada da öyle olur, farklı şeyleri yeni şeyleri söyleyenler önceleri kabul görmedi ama sonra haklı çıktılar. Sanat işte bu gelişmelere neden olan düşüncenin insandaki varlık halinin adıdır. Şimdi ben bunu anlamaya ve kendimi tartmaya çalıştım. Kendimi nasıl dahil edebilirim? Aile yapımda yaşadıklarım ve öğrendiklerim benim kimliğimin gelişmesinde ne kadar etkili oldu? Evet şu şu konularda çok etkiledi onu anladım. Almış olduğum eğitimde eleştirilerim var. Çünkü uluslararası alana da bu eğitimleri alırken gidip geliyordum ve karşılaştırma yapıyordum. Orada insanın gelişmesi için onu teşvik etmek var. İnsanın gelişmesi için farklı şeyler söylediğinde şaşırmak “aaa ne dedin ne kadar ilginç dedin” durumları var. Bizde farklı bir şey söylediğin zaman “kapa çeneni, deli misin? saçmalama” dendiğini gördük değil mi? Ama şimdi bunlar kimi insanları etkiledi ve hakikaten o insanlar esasından doğuşlarından itibaren beyinlerinde var olan o gelişme isteğine hasreti dumura uğradı. Çünkü toplumun istediği gibi sıradan insan olmayı seçti. Öbür taraftan aile kültürü içerisinde belli bir düşünme kültürünü elde etme şansı olan insan ise “neden ben düşündüklerimi yapamıyorum” diye düşünüyor. “Neden ben gelişmiş bir insan olmak istemeyeyim” diye düşünüyor. Bunlar hep çatışma halinde olan şeyler toplumlar için. Hâlâ daha bu çatışma devam ediyor. Ama şu var ki eğer Türkiye’de çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmak hatta onları geçmek istiyorsan bu bir ülkü değil mi? O zaman gelişmiş insanlar yetiştirmek isteyeceksin yani eğitimin sanatsallaştırılması gerekiyor. Sonra bu söylediklerimi kanıtlayacak etkinlikler, festivaller, buluşmalar, atölye çalışmaları, yazınlar, kitaplar gibi oynadığım oyunlar, yönettiğim oyunları yönetmeler, bunların hepsi bunlara yansıdı bunların içinde oldu. Hiç boş vaktim olmadı çok çalıştım.

“Sanatların en yücesi yaşama sanatıdır”

Siz sanatın diğer alanlarında her anlamda üretim yapıp aslında yaşamı bir sanata çevirmeyi tercih ettiniz.

Çünkü dünyanın en önemli tiyatro adamı gibi gördüğümüz adamlarından birkaç taneden biri Bertolt Brecht, sadece oyun yazarı sadece rejisör mü hayır! Aynı zamanda bir düşünür aynı zamanda bir filozof, aynı zamanda bir estetik bilimci, aynı zamanda bir hikayeci, aynı zamanda şair, aynı zamanda tiyatro yöneten, idareciliğini yapan birisi. Bakın ne çok disiplinin içinde. Brecht şunu diyor; sanatların en yücesi yaşama sanatıdır. Türkiye’deki birçok insan esasında sanat büyük bir şeydir öyle anlatılmaz gibi kendilerine has birtakım terimlerle anlatabilirler ama bu işte koskoca Brecht bunu söylüyor, sanatı o da tiyatrodan ayrı bir şekilde değerlendiriyor değil mi?

Sanatçı diye bir meslek olabilir mi?

Sanatçı tanımı bizim ülkemizde çok kullanılan bir kavram.

1949 yılında çıkan 5941 sayılı kurul kanunu esasında bir kurumun kuruluşunu anlatıyor ama bu kurumda çalışan kişilerin meslek tanımlarını yapmıyor. Meslek tanımları yapılmadığı için bu insanlar kendilerine de oyuncu tanımı yapmaktan utanıyor. Utandıkları için de kendilerine sanatçı diyor ve bu kelime yerleşiyor. Böyle bir şey olabilir mi? Sanatçı diye bir meslek olabilir mi? Ne iş yapıyorsun sanatçıyım!  Ama ne iş yapıyorsun? Sanat yaptığın işi özenle yapmak düşüncesinin, felsefesinin, sorumluluğunun, disiplininin adıdır işin adı değildir.

Ben Brecht’ten feyz alıyorum

Biz herkese sanatçı diyoruz aslında bilmeden

Bazı programlarda mesela tiyatro sanatçısı Tamer Levent diyorlar. Diyorum ki;  “lütfen tiyatro sanatçısı demeyin tiyatro oyuncusu olmakla gurur duyuyorum.” Ama oyunculuğu da sanat düzeyinde yapabilmek için çok uğraşıyorum. Bilmeye, öğrenmeye ve bilmediğim şeyler varsa onları keşfedip onlara cevap bulmaya ve bunları oyunculuğumda da, yaşamım içinde de kullanmaya çalışıyorum. O zaman bu araştırma nedeniyle sanata yaklaşıyorum diye düşünüyorum. Bu düşünme biçimim de tıpkı Brecht’ten feyz aldığım gibi. Ben Brecht’ten feyz alıyorum.

Oyunculuğun meslek tanımı yok

Oyunculuk popüler oldu ama bir taraftan da yine içi dolmayan bir şey mi hala aynı algı devam ediyor mu sizce?

O görü hâlâ oluşmadı çünkü oyunculuğun hukuku yok bizde. Oyunculuğun meslek tanımı yok. Zaten ne iş yapıyorsun dendiğinde sanatçıyım dersen ki dediğim gibi o bir meslek değil. O bir anlayış, vizyon, bir işi yapmadaki düşünce ve tutarlılık anlayışı. İşin adı beceri, senin yaptığın iş yani. O işin bir tanımının olması lazım, kullanmazsan nasıl bir tanımı olacak? Değil mi işin adını kullanmıyoruz, o zaman kim nasıl tanım yapacak. Bu yüzden de Türkiye tiyatro yasası oluşamıyor. Bir ülkede bir mesleğin ve bir alanın yasası oluşmadığı sürece o kültür yüzeysel kalır. Suyun üzerindeki nilüfer yaprakları gibi kökü olmaz. Tiyatro kültürünün çok gelişmiş olduğu ülkelere bak o ülkelerde oyuncu meslek tanımları vardır. Hatta bu oyunculuk meslek tanımlarına göre ne kadar ücret alacakları, hastalandıklarında nasıl tedavi görecekleri, işsiz kaldıkları zaman nasıl devletten destek alacakları hepsi belirtilmiştir.

Denemek istedim ve kazandım

Siz tiyatrocu, oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz, çok istediğiniz bir şey miydi?

Yok, annem benim hariciyeci olmamı, siyasal bilgilere gitmemi istiyordu. Ben de ikna olmuştum ama okuduğum lisede tiyatro kolunda aktiftim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni yedek listeden kazandım kayıt yaptırmak için Ankara’ya geldiğimde Devlet Konservatuarı’nı keşfettim. O zamanlar Türkiye’de tiyatro eğitimi yaygın değildi Ankara Devlet Konservatuarı evrensel manada oyunculuk eğitimi veren tek okuldu. Sonra sınavlara girmeye karar verdim ancak benim yaşımın birkaç ay geçtiği ancak üstün yetenek sınavına girersem okula kabul edileceğimi öğrendim. Bir girip denemek istedim ve kazandım.

Kazandığım sınav insanı çok etkileyen bir sınav

Bir tarafta siyasal var bir tarafta konservatuar ikisi arasında seçim yapmak zor olmadı mı?

Ama kazandığım sınav insanı çok etkileyen bir sınav ‘Üstün Yetenek Sınavı.’ Vay be demek ki bende böyle bir şey varmış diyerek onore oldum, çok etkilendim. Üstelik  Bakanlar Kurulu kararıyla sınavı kazananlar konservatuara alınıyordu, atılma yoktu ve bütün masrafları devlet tarafından karşılanıyordu. Yeme-içme-yatma-kalkma giyinme de dahil, ayakkabı, çorap, eşofman dahil ve mezun olduktan sonra da Devlet Tiyatrosu’nda 10 yıl mecburi hizmet vardı.

35 yaşından beri “Sanata Evet” diyoruz

Umudunuzu hiç kaybetmiyorsunuz, daha yaşanabilir bir dünya için ya da daha yaşanılabilir nasıl olur dünya, nasıl iyileşebilir şeklinde de bir bakış açınız var değil mi?

İşte onun için ‘Sanata Evet’ diyoruz 35 yaşından beri. Neden sanata evet diyoruz, sanatın sadece resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlıkla ilgilenen kişilere ait olmadığını toplumda resim, heykel, müzik, mimarlık gibi bir alanda çalışma ve bu mesleğin içinde çalışma durumu olmayan insanların sanattan bir haber olduğunu mu düşünüyoruz, hayır. Bu meslekleri yapanlar, bu meslekleri talep edenler esasında bir bütündür. Çünkü o mesleklerin ürünlerini talep edenler olmasından kaynaklanıyor. O talep edenlere de deneyimci diyoruz biz. Yani tiyatroya gelen izleyici esasında bugün için deneyimcidir. Tiyatroda izlediği bir oyundan deneyim kazanmaktadır. Oyunu izlediği için yaşamda on senede kazanacağını, bir düşünme biçimini tiyatroda bir gecede düşünmeye başlıyor değil mi? Toplumda pek çok insan ancak resim, heykel, tiyatro, mimarlık gibi işlerle ilgilenirse sanatçı olacağını zannediyor. Kendi yaptığı işi sanat olarak yapmayı, sanat kavramına göre felsefesini bilmediği için bu meslekleri yapanlar da kendilerine sanatçı dediği için sanatçı kelimesini toplum kendinden uzakta tutuyor.

Sanat kavramı insanların ortak noktası olmalı

Peki “Sanata Evet” dediğimiz bu oluşumda ne kadar sanata evet yaygınlaşabildi ve ne kadar çoğalabildik?

Çoğaltmak için çok uğraşmıyorum ve kendime ait yani patenti bende bir kavram olarak da kalmasını istemiyorum. Bunu anlayan insanın, yaratıcının, din, dil, ırk, siyasi görüş farkı gözetmeksizin sanat kavramı insanların ortak noktası olmalı. Yani efendim ormanlar yandığı zaman dil, din, ırk ayrımı gözetiyor muyduk? Siyasi görüş farkı gözetiyor muyuz? Ne yapıyoruz o ormanların yangınlarını söndürmeye çalışıyoruz değil mi?

Eğitim sanatını yaygınlaştırmak gerekiyor

Ya biz gözetmiyoruz, gözetenler var maalesef de.

O zaman o gözetenlerin de esasında bu ortak bilince ulaşmasını sağlamak sanatın elindedir. Çünkü eğer kafan bir sanatçı gibi çalışıyorsa, o zaman böyle tuhaf şeyleri kriz anlarında farklılık olarak düşünmezsin ve birleşirsin değil mi? O birleşmenin hedefi gelişmiş, standartları yükselmiş, yaşam kalitesi artmış bir toplum için olmalı. Ve bu ortak bir bilinç olmalıdır. Yani biz Leonardo Da Vinci’nin bir tablosunu beğeniyorsak, o tabloyu beğenirken ki bilincimiz yaşamın içinde olmalı. Ama birisi de şey diyebilir Leonardo Da Vinci’nin tablosu için “Bu ne ya, ben de yaparım bunu kardeş, bunun ne anlamı var diyebilir. O zaman ona, onunla diyalog kuramazsın ama o insanın da bir suçu yok, belki ona da öyle bir eğitim verilmedi. Ne demişti İbrahim Tatlıses “Urfa’da Oxford vardı da gitmedik mi?” Oxford tabii İbrahim Tatlıses’in gözünün çok yukarıda olduğunu gösteriyor ama en azından üniversite olmadığını ifade etmiş yani olanakların sınırlılığı. Türkiye’nin hayal edilen gelişmişliğe ulaşması konusunda eğitim sanatını yaygınlaştırmak gerekiyor. Bu anlamda Anadolu insanı o kadar yetenekli bir insan ki, bak uluslararası alana gidenlerin hiç biri sıradan kalmıyor hepsi sıra dışı oluyor.

“Sanata Evet” bu anlayışın çıkış noktası

Aslında bizim topraklarımızda o malzeme ve insan var. Bunu dediğiniz gibi sadece işlemek gerekiyor ve eğitimle birlikte keşfetmek, fark etmek gerekiyor.

“Sanata Evet” bu anlayışın çıkış noktası eğer yurtseverlikse yurtseverlik bu. Bu anlayışla insanlar farklı dil, din, ırk ve siyasi görüşlerde bile olsalar ortak noktaları bu anlayış olur.

Sanata Evet Enstitüsü kurulmasını istiyorum

Kitap yazdınız, tiyatro yönetmenliği, yöneticilik, sanatın her alanında üretimde bulundunuz. Bundan sonra şunu yapmak istiyorum, böyle de bir hayalim var dediğiniz bir şey var mı?

Var var var olmaz mı? Yani biter mi insanın böyle hayalleri. Öğrendikçe daha çok şey, yaptıkça daha çok şey istiyor insan. Türkiye'de bir “Sanata Evet Enstitüsü” kurulmasını istiyorum. Bütün disiplinlerin çağımıza uygun bir şekilde nasıl güncellenebileceğine dair yol haritaları, düşünceler, fikirler üretmelidir. Ve bir tür danışma kurulu olmalıdır siyasilerin ve bilim adamlarının içinde olduğu. Ben zaten bilimi de sanat olarak görüyorum. Bilmek sanattır çünkü bildiğiniz zaman üretirsiniz. İkincisi bu milenyumda 1453'te çağ değişimine neden olan İstanbul'da bu milenyumun bir festivalinin kurulmasını hayal ediyorum. Bu bir ay sürecek bir dünya festivali olmalıdır ve “Sanata Evet” bakış açısıyla dünya insanları bu festivalde buluşmalı ve uygulamalı çalışmalar yapmalıdır. İşte “Sanata Evet Enstitüsü” ile bu çağa uygun İstanbul Festivali’nin yapılması bence birbirini tamamlayan iki hayal benim kafamda.

Camdaki Kız çok izleniyor, inanılmaz ilgi görüyor. Biraz bu projeyi sormak isterim.

Camdaki Kız ondan önce İstanbullu Gelin vardı. Bir de Doğduğun Ev Kaderindir vardı, Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı bu projelerin hepsi çok izlendi, izleniyor bu bir tesadüf mü?

Değil elbette.

Türkiye insanı yaşanmış hikâyelerden yapılmış ürünlere daha çok ilgi gösteriyor mesajını vermiyor mu?                    

Kesinlikle              

Kaliteli iyi kadrolarla oluşturulmuş prodüksiyonların daha çok izleneceği izlenimini vermiyor mu?      

Gülseren Hanım’a Allah ömürler versin                    

Veriyor. Samimi, sıcak ve gerçek.                         

Bu net değil mi, bu anlaşılıyor. O halde biz neden hala yani yaşanmış hikâyelerden yola çıkan senaryolar yazmıyoruz. Formatlar hala Kore formatı ya da başka ülkelerden uyarlamalar. Formatın ne olduğunu biz anlayamayacağız herhalde. Dolayısıyla ben Türkiye insanını, total izleyicisini küçümseyen bazı yapımların, total izleyicisinin sadece böyle efendim daha acıklı, daha mafyamsı işlerden hoşlandığını zannediyor. Yo, işte bu söylediğimiz projelerin hemen hemen hepsini total izleyicisi de izliyor. O halde Gülseren Hanım’a Allah ömürler versin.

Gülseren Hanım’ın yaptığı bir düşünme biçimine sebep olma

Gülseren Hanım çok önemli bir şeyi başardı ve izleyiciyi hikâyeleriyle etkiledi.

Gülseren Hanım’ın yaptığı bir düşünme biçimini sebep olma. Ama mesela şunu diyenler var; “Ooo  Gülseren Hanım da  televizyonları işgal etti.” Şimdi bu laf nasıl laftır durup dururken mi Gülseren Hanım kanalarda bu kadar etkili oldu? Sebebini araştırmıyor kimse böyle düşünememek de sanatsız kalmışlıktır. Yani sanatsız kalan bir toplumun hayat damarları böyle böyle kopuyor işte. Mesela İstanbullu Gelin'de Adem karakteri psikoloğa gitmeyi reddeden bir karakterdi. Ama psikoloğa gittikten sonra kendisi ve hayatı değişti ve bu noktada “İstanbullu Gelin” psikoloğa gitmenin  insanlar için normal bir şey olabileceğini kabul ettirdi. Camdaki Kız’da yaşanan hikayeler bir annenin kızına eziyet etme biçimi. Eziyet korkudan, kaygı bozukluğundan kaynaklı peki böyle anneler yok mu, var.

Bu diziler psikoloji kavramının gelişmesine katkıda bulundu

Toplumsal farkındalık yaratması açısından da çok değerli artık yüzleşme yaşamamız gerekiyor

Benim drama öğrencilerim var Türkiye'nin her yerinde ve onların hepsinden haber alıyorum. Buna benzer pek çok hanım var Türkiye'de. Komşusu, alt katta oturan, üst katta oturan. E demek ki bizim yaşamımızda ne kadar etkili olduğunu bile yeni yeni öğreniyoruz. Dolayısıyla bu sanat aynı zamanda insana değer katmaktır, insanın gelişmesini sağlamaktır karşılıklı. O halde bu diziler psikoloji kavramının gelişmesine katkıda bulundu ve farkındalık yarattı. Mesela biz Nalan karakterini dışarıda gerçek hayatta görsek ne kadar cici bir kız diyeceğiz sokakta görsek onun ailesiyle öyle bir hayat yaşadığını bilebilir miyiz? Tahmin edebilir miyiz? Hatta gıpta ederiz şu kız gibi olamadık diye. Hâlbuki kızın arkasında ne trajedi var. İşte insanların birbirini tanıması için de bu tür yaşanmış hikâyeleri bilmesi lazım. Kimsenin hayatı tozpembe değil ne dramlar var ve bunları görmek açısından bu diziler çok önemli. Yani bu tuhaflıkları kabul edip ama burada yaşanmış hikaye olduğu altında da yazıyor, bunların hepsi yaşanmış hikayedir deniyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi