MİMARLIK VE TASARIM KİMDEN SORULUR?

Geçtiğimiz hafta, bir gazetede bu güne dek karşılaştığım en saçma yazıyı okudum. Daha doğrusu gazeteler bugünlerde pek çok saçma yazıyla dolu da, o fikirler beklenmedik birinden olunca, hala, nedense, kıymet verdim ve şaşırdım diyelim. O günden beri kendimi ateş hattına atmamak için zor tutuyorum. Ama çabam boşuna!

Tasarım benim yumuşak karnım biliyorsunuz artık. Eh hal böyle olunca, “Amaan sende!” diyorum, ve atıyorum kendimi alevlere. Buyrun*

Türkiye’nin önde gelen üç tarihçisini sorsanız hemen akla gelebilecek ilk isimlerden biridir İlber Ortaylı. 21 Mart tarihinde bir gazetede zehir zemberek bir yazı yazdı. Kelimeler bir av tüfeğinden dağılan saçmalar gibiydi. Ne avlanmak isteniyordu orası da  belli değil ya. Saygın tarih profesörümüz, yazısında sözde kent sevgisi ile İstanbul siluetinden girmiş, sanat kurumlarından çıkmış. Gündemin önemli projelerinden biri olan Galataport bölgesi için bitmek tükenmek bilmeyen karalama kampanyasını sürdürürken, ülkenin en önemli mimarlarından biri olan Emre Arolat’a da neredeyse hakarete varan sözler sarf etmiş.

Ortaylı, Arolat’ın Oksijen’de kaleme aldığı ve bir okur olarak bana tebessümler ettiren samimi yazısından hareketle şöyle diyor:

Diğer taraftan devrin çok bilmiş mimarı (Emre Arolat) bu hafta Oksijen’de bir demeç vermiş. “İstanbul mimarisi ister istemez dikey olacak, yatay olması mümkün değil” diyor. Bunu ona sormadılar ve sormazlar da. 

Bu sözler karşısında pek çok meslektaşımız her zamanki gibi politik doğruculuklarını sergileyip susarken, elbette ilk tepkimi Twitter’dan verdim ve hızımı alamayıp buradan da devam ediyorum. Sevgili Ortaylı’ya biri anlatsın lutfen: Mimarlık pekala Arolat’a sorulur. Ödüllü, epey başarılı, yaptığı işlerle bırakın ülkemizde, uzun yıllardır dünyada da dikkati çeken, üstelik daha çok yeni uluslararası Ağa Han Mimarlık ödüllerinin jürisinde yer alarak bizleri gururlandıran, yaptığı her iş ile kendini aşmaya çalışan, hayatımda tanıdığım en çalışkan ve üretken mimarlardan biri olan Arolat’a sormayacağız da kime soracağız mimarlığı kuzum? Tarih profesörlerine mi? Amacım belli bir kişiyi değil;  Arolat nezdinde mimarı korumak elbette, hani ayrımını yapamayan var ise, bunu da not düşeyim.

Anladığım şu ki, herkesin her şey olabildiği günümüz Türkiye’si en çok Ortaylı’nın aklını karıştırmış. Tane tane anlatayım, basitçe:  Mi-mar-lı-ğı,  mi-mar-lar-a  so-ra-rız  sevgili Ortaylı. Hastalığı doktora, ilacı eczacıya, toprağı çiftçiye, bebeyi anaya sorar gibi hem de! Mimarlığı mimara, tasarımı tasarımcıya, modayı modacıya, sanatı sanatçıya, eğitimi akademisyene soracağımız gibi.

Tarihi de size sorarız, sizin kadar güzel anlatanı da azdır zaten memlekette. Üzülmeyin, siz bunca kötülüğün, çarpıklığın, dolandırıcılığın arasında güzel ve iyi niyetli insanları, kurum ve kuruluşları saymasanız da, biz sizi hala sayar, tarih denilen şey oldukça muallak olsa da, biz onu yine size sorarız.

NE MİMARLIK KALMIŞ; NE SANAT!

Ortaylı hızını alamayıp, Tophane bölgesindeki tüm projelere söylenmeye devam etmiş. Türkiye’nin ne kadar gururlansa az olan, Çağdaş Sanat Müzesi de almış nasibini, üstelik bu kurumu ülkemize kazandıran Eczacıbaşı ailesi bile kaçamamış saçmalardan.

İçinde bulunduğumuz toplumda yapılan işi tutarsızca, sorumsuzca olumsuz biçimde  kritik etmek en kolayıdır. Şaşılacak şey şudur ki, çoğunlukla bu hor görme en beklenmedik yerden gelir. Burada da tarihçimiz, hiç anlamadığı sularda yüzerken, gittikçe batmış. Üzüldüm.. Ama hanım kızımıza ekran karşısında ağzının sularını akıtarak “Maşallah…” diye başlayan o anları, başka birileri hala birileri savunduğunda üzüldüğümden daha çok da değil hani. Neyse konumuza dönelim!

Her halde bu ülkede Eczacıbaşı’nın Türkiye’nin kültür, sanat, eğitim gibi alanlarında kazandırdıklarını buralarda sıralamaya gerek yok. Sabancı gibi, Koç gibi Eczacıbaşı da tüm varlıklarını kazandıran ülkelerine, give back denilen bir tür geri verme kültürünü aralıksız sürdüren önemli filantropistlerindendir bu topraklarda. Ortaylı, saçmalarını etrafa savururken, ne koleksiyonerliğini bırakmış bu müzenin ne de ailenin diğer girişimlerini. 2004’teki kuruluşundan sonra yeni binasına geçmeye hazırlanan İstanbul Modern’in, ”sözde” bir müze olduğunu iddia ederken, çağımızın en önemli mimarlarından Renzo Piano’ya tasarlattığı ve büyük bir yatırımla hayata geçirdiği binasının kamuoyundan gizlenerek yapıldığını; oldubittiye getirildiğini belirtmiş bir de.

Kuşkusuz hiçbir kurum, yapı, etkinlik, oluşum kusursuz değil; olamaz da. Diğer yandan, bu tür konuları kritik etmenin de bir adabı, düzeyi, etiği olmalı. Kazanımlar ve eksikler tartılarak yapılan kritiklerin gelişime katkısı olur; böylesi yıkıcısının değil.

Ortaylı’nın hiç bilmediği ve ilgisi olmayan alanlardaki bu cüreti belli ki toplumumuzda sevilen, sayılan önemli bir kişi olmasından kaynaklanıyor. Diğer yandan toplum üzerinde bu kadar etkisi olan bir kişinin bu aymazlığı, bu ithamları da kamuoyunu yanlış bilgilendirmek, insanları yanlış yönlendirmek olmuyor mu? Ne kadar üzücü? Ülkedeki en aydın olan aydının hali bu ise, biz meslek profesyonelleri daha neyleyelim?  

KENT GELİŞİM DEMEK, İSTEMEYEN KAÇSIN

Kapitalizm ve sermaye girişimleri kent yaşamının en büyük çıkmazı. Zaman zaman değiniyorum: Lutfen kabullenebilir miyiz artık? O beğenmediğimiz kapital olmasa, insanlık gelişimi de olmazdı. Bunun sınırlarını çizmek, insan haklarını, doğal yaşamı, iklim dengesini ihlal eden boyutlarını tartışmak asıl değerli bir çaba ve nihayet dönüşümün içindeyiz. İnsanlık olarak sanayi devriminden bu yana yediğimiz her türlü haltı, sınırına geldiğimiz iklim krizi ile belki anladık, virüs marifeti ile sorguluyor ve değişim yaşıyoruz.

Böylesi önemli bir zamanda dünyaya yetişmek için tutacağımız yol, üzgünüm ama ne yatay/dikey ekseninde tartışılan bir mimarlıktan ne de kentte silüet aramaktan geçmiyor.

İstanbul, bir Liege veya Ljubjana değil ve hiç olmayacak…Bu kent tarihi boyunca önemli bir ticaret hattı olmuş, kültürlerce katmanlaşmış bir liman kenti. Gelişecek, büyüdükçe büyüyecek, kalabalıklaştıkça kalabalıklaşacak. Sözde tarihe dayalı bir romantizmle yaşanacak bir “keşke”ler kenti değil burası. Kent gibi bir kent. İçinde beklenmedikleri sunan, karanlık dehlizleri kadar ışıltılı tepeleri olan, yaşayanlarına süprizleri sunan bir insanlık yapısı.Gelişimin , ilerlemenin cayır cayır yaşandığı bir kazan burası. Lutfen istemeyenler medeniyeti ret etsin; kırlara göç etsin, izleyicisi olsun gelişimin. (Tabii gittikleri yerleri bir Bodrum, bir Urla, bir Alaçatı örneğine benzetmesinler! Biraz tutarlı olsunlar di mi ama yani! )

LUDDİTLER

Bir rivayete göre 1779 yılında İngiltere’nin Leichester yakınlarındaki Anstey kasabasında Ned Ludd isimli bir işçi, ona yaşamı zindan eden dokuma tezgahlarını kırarak, gittikçe sanayileşen düzene baş kaldırmıştı. 1810 yılında bir grup isyankar, bu gerçek olup olmadığı belirsiz kişiyi ikonlaştırıp Ludditler hareketini başlattı.

18 yüzyıldan itibaren insanlık ile onun yarattığı yapılar arasındaki gerilim, en uç noktalarında makineleri kırmak olarak ortaya çıktı ve buna da Luddizm dendi.

Bugün bu tanım, genellikle teknolojiyi tümü ile reddedenleri tanımlıyor. Günümüzün Ludditleri hayatlarının her anında, gerçek anlamda çevrim dışı olanlar. Günümüzün dinleri bir bakıma teknoloji kullananlar ve Ludditler arasında kümeleniyor.

Dünya tarihi hep böyle şekillendi; iki ayrı kutupta. Gece ile gündüz, yaz ile kış gibi. Belki de evrensel bir dengesi bu insanlığın. Zenginlerin giydiği ipekleri, çocuklarının kıçına pantolon bulamayanlar dokudu. Sermayenin yapılarını, başının üstünde dam olmayanlar inşa etti. Karıncayı incitemeyecek çocuklar askere gönderilip, savaşlarda başka çocukları katletti. Bu konu çok içli. Düşündüğüm ise hep şu: sermayeye, teknolojiye, yapılaşmaya karşı çıkanlar ve karşı çıkıyormuş gibi görününler sermayeyi ve kapitali gerçekten de samimi bir biçimde, günümüzün Ludditleri gibi reddedebildi mi?  Elbette hayır ! Peki ya, ak ve kara biçiminde karşı çıkmak yerine, onu kabullenerek, daha etik, ahlaklı ve nitelikli olmasına çabalasaydık olmaz mıydı?

Kent de böyle. Ortaylı gibi şuursuzca yapıları, kişileri ya da kurumları aşağı çekmeye çalışmak yerine, insanlığa yakışır biçimde bir nitelik ayrımı yapılsa daha doğru olmaz mı? Kimse kusura bakmasın ama bu dikey mi yatay mı tartışmasını biraz da fallik bir egonun ürünü olarak görüyorum. Dişil beyin bu kavramsal farkı bile anlamıyor, anlamlandıramıyor. İnsanlığın yedi kat göğü aşıp başka evrenlerde yaşamlar kurduğu bir çağda, yapı dikey mi yatay mı olmalı çiğliği, insanı kendinden doğurabilen bir kudrete zaman kaybı olarak görünüyor. Yapı mimar nasıl tasarlarsa öyle olur. Myapıyı nasıl gerekiyorsa öyle tasarlar.

BİLMEMEK AYIP DEĞİL; ÖĞRENMEMEK AYIP

Bu kültür, üreteni, üretkeni taşlamayı sever. Sorsanız Ortaylı’ya sanıyorum son derece değerli mimarların ve tasarımcıların imza attığı Galataport yapılarını detayı ile incelememiştir bile. Hadi inceledi diyelim, bu profesyonel alanla ilgili bir eğitimi ve bilgisi olmadığından oradaki tasarımlarda sunulan niteliği anlayamamıştır.

Bu durum maalesef toplumda Galataport projesi hakkında karalama kampanyası üreten herkes için de geçerli. Biliyorum linç gelecek, gelsin de razıyım. Razıyım çünkü mimarlıkta ve tasarımda, kentsel yapıda nitelikle niteliksizliği ayırt edebilecek donanıma, eğitime, uluslararası görüye sahibim. Projelerin tüm süreçlerini tasarlayanlardan dinledim, öğrendim. Razıyım çünkü, pek çokları gibi iki yüzlü değilim.

Biliyorum ki, bugün bu linç kervanına katılanlar yarın, o sokaklarda cıvıl cıvıl denize nazır kahvelerini yudumlayacak, dükkanlarından alışveriş yapacaklar. Zorlu Center örneğinde olduğu gibi, söylenip söylenip, kaçırmak istemedikleri konserlere girerken ürettikleri haksız söylemleri unutuverecekler.

Sevgili okuyucu, Ortaylı’nın bahsettiği bölgede koparılan yaygaraların tümü, aslında az bilginin, asılsızlığın pek çokça da popülist söylemlerin bir ürünü. Hadi bir kısmı da inançlı bir Marksist söylemin, çaresiz ama bana göre samimi ve naif ütopyasının baş kaldırışı, ki onlar anlıyor ve saygı duyuyorum. Ne varki  İstanbul gibi bir kentte bu düşüncenin bir parçası olamıyorum.

Söz konusu alanlardaki projelerde geçtim yatırımcılardan, pek çok değerli mimar, tasarımcı ve iç mimar kent için bir nitelik ortaya koymak için uzun yıllardır kafa patlatıyor. Siz nasıl her gün işinize gidip emek veriyorsanız onlar da sabah akşam işlerini yapıyorlar; kent için, kentli için. Mimarın, tasarımcının işi sizlerin kullanacağı kamusal alanın, binanın, sokağın, ulaşım aracının, eşyanın daha iyi, daha kullanışlı, daha güvenli, daha kaliteli olmasını sağlamaya çalışmak. Siz bunu fark etseniz de etmeseniz de bu böyle.

Kentte yükselen yapılara çamur atarken, o hiç söylenmediğimiz kalitesiz yapı örüntüsüne de bir bakın derim. Koşa koşa  bakımsız evlerinizin yenilenme umuduna, kat karşılığı hesaplarla dönüşüme verdiğiniz eski binalarınızın yarattığı Bağdat Caddesi’ne , Fenerbahçe semtine bir bakın derim. Dürüst olun yani, önce kendinize.

Ülkenin değil; dünyanın saygın mimarına “Sana mı sorulacak?” diye, ses yükseltirken, öncü sanat müzesini toplum önünde itibarsızlaştırma çabasına soyunurken,  ben neydim ne oldum diye düşünmek, ve bazen konuşmak yerine susmak en iyisi sanki.

Gel gör ki ben Ortaylı’ya karşı, mesleğini sever bir kişi olarak susmayı başaramadım. Dürüst olmam gerekirse, bu ülkenin aydını 18 yıldır içinde bulunduğumuz girdap içinde beni hala şaşırtmaya devam ediyor de ondan.

Başıma geleceklere razıyım. Büyüyünce susmayı da öğrenirim belki, kim bilir !

(*) Baktınız kül olacağım, bu kaç kova su taşırsınız umarım ey beni sevenler?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi