MORTUİ VİVOS DOCENT (ÖLÜLER YAŞAYANLARA ÖĞRETİR)

Giovanni Batista Morgagni, Padua Üniversitesi’nde 56 yıl boyunca, onlarca ülkeden binlerce tıp öğrencisine insan vücudunu öğretmiş İtalyan bir anatomi profesörü. Morgagni’nin anatomistler ve adli bilimcilerin çoğu otopsi ve diseksiyon salonunun duvarına asılı olan bu çok iyi bildiği sözü, -Ölüler yaşayanlara öğretir- geriye dönüp bakmanın, yok olmuş olandan ders çıkarmanın, tekrarlamanın ve bilimin en temel ilkelerinden olan gözlemin özeti.

Bilim de din de dünyayı anlamlandırmaya çalışmak için kullanılan kavramlar, varoluşsal kaygılarımızın tepe noktasına çıktığı bu günlerde, her iki kavramdan da medet umabiliriz. Seçim bize ait, sonuçları göğüslemekse sorumluluğumuz. Peki, hangisini seçeceğiz?

Bilim karşıtlığı, komplocu düşünce sistemleri ve inanç üzerine yapılmış bir çalışma, bize kişisel kontrol eksikliğinin yarattığı boşluğun genellikle “inanç” ile doldurulduğunu ve bu gibi durumlarda kişinin birbiriyle alakasız uyaranlar arasında bağlantı kurma eğilimi olduğunu söylüyor ve ekliyor: Kişisel kontrolün kaybı kaygı yaratır, kaygı kontrolsüzlüğü komplo teorilerine yer açar.

Benzerlerini defalarca gördüğümüz felaketlerin – unutma, unutturma demek bu topraklarda pek işe yaramıyor, her gün yeni bir felaket ve felaket sonrası ruhsal travmayla yaşamak, hayatta kalmaya devam edebilmek için unutuşu çağırıyor, ah insanoğlunun her şartta yaşamda kalma güdüsü – belki de en ağırlarından birini yaşadığımız bu günlerde, muktedirliğe içkin kaygı bir anda görünür oluyor, yaldızlar döküldü, takke düştü, kaygı ortada artık.

İnsanların, çevrelerindeki değişimleri anlama ve anlamlandırma gereksinimi duydukları anlar, bu anlara neden olan olaylara niyet atama eğilimini de beraberinde getiriyor. İnsan olarak çok özeliz biz, bu dünyaya gelmemizin bir anlamı, yaşamda olmamızın bir nedeni var. Bizi bütün kılan ruhumuz gibi bedenimiz de çok biricik. Bizi oluşturan küçük parçalar, onların içindeki moleküler yapılar pek bir özel. Genetiğimiz zaten bir başka güzel, buna inanarak yaşıyor dünyayı hala kavrayamayan insanoğlu.

Oysa canlı bile olmayan bir protein, adına “virüs” dediğimiz, gelip dağıtıveriyor bu çok özel yapıyı. Yoğun bakımlarda sürüm sürüm sürünüp sonra ölüveriyoruz. İnsanın kafası bir anlığına karışıyor. Hani benzersiz, biriciktik? İşte tam bu an komplo teorisi üretmenin, üretilmiş teorilere inanmanın zamanı. Virüse karşı geliştirilen aşının içinde zararlı, zehirli maddeler, domuz dokusu, at kanı, tavşan beyni olduğuna, aşının otizme neden olacağına, aşıların aslında ilaç şirketlerinin para kazanması için kullanıldığına, Bill Gates’in aşı yoluyla hepimize çip takacağı safsatalarına sımsıkı sarılma günü. (Burada Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) aşı karşıtlığını 2019’da küresel sağlığa tehdit oluşturacak 10 olgudan biri olarak gösterdiğini de hatırlatalım).

Aksi halde arkada kurulmuş zihinsel sistem bir anda çökecek. Kişisel kontrol neredeyse yok olmuştur ve bu yaşanan ancak “Tanrı’nın İşi” olarak açıklanırsa kişi, sistem ya da iktidar mevcut düşünsel yapılanmasına geri dönebilecektir. Tam da yaşadığımız şeydir bu aslında, olan biten her şey ya “Kader Planı” dır ya da “Mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan bir olay” gibi gelmektedir kimilerine.

Çaresizlik arttıkça, komplocu düşünme eğilimi de artar, hatta inanılmaz şekilde adının içinde “Bilim, Uzay, Ajans” olan yerleri yönetenler bile hezeyan eşiğini aşar, neredeyse psikotik denebilecek sularda yüzmeye başlarlar. Titanyum alaşımlı 10 metre çubukları uzaydan dünyaya istediği hedefe gönderebilen, yeryüzüne değdiğinde yerin beş kilometre derinliğine nüfuz ederek 7-8 şiddetinde deprem oluşturan ve ne hikmetse saptanamayan savaşçı uydular mı dersiniz, The Simpsons adlı şahane çizgi filmde Kahramanmaraş Depremi’nin bilindiğini mi? Komplocu zihniyet çalışmaya başladığında dur durak bilmez.



SAYILARI SEVMEYEN İKTİDAR
Sayılarla başımız hoş değil, başımıza gelen hiç bir şeyi bu yüzden anlamlandıramıyoruz.

Hangimiz Marmara Depremi’nde gerçekten kaç kişinin öldüğünü biliyoruz?

Daha iki yıl olmadı Marmaris’teki yangın çıkalı. Kül olup gitmişti ağaçlar, hatırlıyor musunuz? Hani dönemin Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, 14 Ağustos 2021 tarihinde “Yıl sonuna kadar 252 milyon fidan dikeceğiz” demişti. İklimbilimciler, doğa bilimciler yangın alanlarına dokunulmaması gerektiğini, ormanın kendini yenileyeceğini, insan elinin yanmış alanlardan uzak durması gerektiğini söylüyordu yırtınarak. Bense hesap yapmaya karar verdim o gün, bilimin sesinin duyulmayacağını biliyordum ama dört işlem bildikleriyle ilgili hala umudum vardı. Pakdemirli açıklamayı yaptığında yılın bitmesine 140 gün kalmıştı, basit bir hesaba göre her gün 1 milyon 800 bin fidan dikilirse tutuyordu hesap ancak.

TÜİK Covid-19 nedeniyle ölenlerin “gerçek” sayısını daha iki gün önce açıkladı. Üç yıl sonra! Şu işsizlik sayılarını, enflasyon oranlarını açıklayan TÜİK. Ona inanmayı bırakalı çok olmuştu zaten. İktidarın küçük ortağının her fırsatta kapatılmasını istediği TTB, Pandeminin İkinci Yılı Değerlendirme Raporu’nda, 11 Mart 2020 – 15 Mart 2022 tarihlerinde 274 bin kişinin öldüğünü söylemişti, aynı dönemde Sağlık Bakanlığı sayıları ise 97 bin ölüm bildiriyordu.

Ağustos 2021’de Bartın’ı sel basarken de bilmiyorduk ne olduğunu. Çevre ve Ulaştırma Bakanı, kendi iktidarları döneminde yaptıkları ulaştırma ve alt yapı unsurlarının doğal afetlerden “pek” etkilenmediğini söylüyordu. Sadece 17 ay sonra yaşanacak Kahramanmaraş merkezli depremde havaalanı kullanılamaz duruma gelecekti oysa. Zaten ”pek” ifadesi bilimin diline de ait değildi.

İktidar sayıları sevmiyordu. Onların sayılarına göre karnımızı doyuruyor, işimize gidiyor, mutlu sayılıyorduk. Cesetler suya kapılıyor, enkaz altında kalıyor, turkuaz power point sayfalarına yalan yanlış sıkışıyordu.

Ölülerimizin sayısını hiç bilmedik biz.

Bugün de bilmiyoruz.



ÖLÜLERİMİZE NEDEN İHTİYACIMIZ VAR
Kayıplarımızın ardından iyileşmeye başlamamızın tek şartı var, o da sağlıklı bir yas süreci. Peki, sağlıklı yas sürecinin şartı ne? Biz hiç iyileşemeyecek miyiz?

Darian Leader, yasın biyolojik ölümden çok daha fazlasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Yasın başlayabilmesi için ölüyü/kaybı hem fiziksel hem simgesel olarak gömmek gerekiyor. Biz simgesel ölüm ve define çok uzağız, çünkü bedenleri olması gerektiği gibi gömemiyoruz bile. Oysa mezarlıklara, mezar taşlarına, ziyaretlere, ölülerimizin başında konuşmaya ihtiyacımız var. İşte budur simgesel ölüm, yapılması gereken yapılmadığında, ölen geride kalan için hiç ölmeyecek, yas hiç bir zaman tamamlanamayacak. Bunu da bilim söylüyor.

Ama buralarda işler öyle yürümüyor. Ölüm siyasal, unutturma toplumsal bilinçdışına müdahale, nasıl öleceğimiz, öldükten sonra başımıza ne geleceği muktedirin iki dudağının arasında. Buralarda hiçbir şey siyaset üstü falan değil, her şey gayet siyasi.

Zeynep Sayın, ölümün siyasiliği ve unutturma hakkındaki örnekleri “Ölüm Terbiyesi”nde bir çırpıda sıralıyor. Böylelikle Taliban’ın Budha Heykeli’ni havaya uçurmasının hemen ardından Necibullah’ı sığındığı Birleşmiş Milletler binasından zorla çıkardıktan sonra işkence ederek öldürüp, cesedini bir jipe bağlayarak sokaklarda sürüklediğini, ardından da başkanlık binası önündeki elektrik direğine iki gün boyunca asarak sergilediğini (ibret-i âlem), Belçika ve ABD’nin desteklediği Mobutu’nun, Kongo’nun demokratik yollarla seçilmiş ilk başbakanı Lumumba’yı kurşunlayarak öldürüp ardından cesedini sülfürik asitte erittiğini (ceset yoksa temsil ettiği kavramlar da yoktur/unutturma) tekrar hatırlıyoruz. (Lumumba’nın cesedinden kalan tek şey olan bir adet diş 61 yıl sonra ailesine teslim edildi) Ölüler, yaşayanlara sadece öğretmiyor, bazen siyasi bir ders veriyor, bazense hafızlarını silmek için araçsallaştırılıyor.

Bugün depremin üzerinden üç hafta geçmişken, apar topar toplu mezarlara gömülenlerin kim olduğunu, “İçeride hala ses var, yıkım yapılamaz” çığlıklarına kulak tıkayıp yıkılan binaların altında kimin kaldığını bilmeden, sadece şu Adıyaman’daki otelin altında kalıp hiç çıkarılamayan ve bedeninin molozların arasına karışıp karışmadığını düşünmeye bile korktuğumuz kayıpların akıbetini anlamadan ve hala kayıp olan çocukların peşinden gitmeden asla iyileşemeyeceğiz.

İyileşemeyeceğiz çünkü, ne bina yaparken, ne afet yönetirken, ne cenazeleri gömerken, ne çocuklara sahip çıkarken ne de yeniden yapılanırken bilimi umursuyoruz. Jeologları, sismologları, inşaat mühendislerini, sosyal hizmet uzmanlarını, psikologları, adli tıp uzmanlarını, afet bilimcileri yok sayıyoruz.

Yok saydığımız sürece ölmeye devam edeceğiz. Hem de öyle bir öleceğiz ki, daha ölmeden başımızda –kendi paramızla- selamız okunacak, tekbir getirilecek, helallik istenecek bizden, gömülme hızımızla övünülecek, ölmeden öleceğiz.

Öleceğiz, ölülerimiz öğretmek için bir yerlerde durmaya devam edecek.

Biz asla öğrenemeyeceğiz.

*Bilim Karşıtlığı, Komplo Teorileri ve Ölüm: Bilim İnkarının ve Komplo İnancının Dehşet Yönetimi Açısından İncelenmesi, Utku Başerdem, Yüksek Lisans Tezi, 2019
**Depresyon Yas ve Melankoli, Darian Leader, Encore Yayınları, 2018
***Ölüm Terbiyesi, Zeynep Sayın, Metis, 2017

Önceki ve Sonraki Yazılar
Anıl Özgüç Arşivi