“Muhlis Akarsu, Mahsuni, o insanlar şimdi neredeler? Kim alıyor onların mirasını?”

Türkiye’de müziğe altın çağını yaşatan 70’lerdeki ‘saykodelik yıllar’ın geleneği Umut Adan’ın müziğinde vücut buluyor. Adan, yeni yayınladığı Güvercin Şarkısı’nda, üzerimizden geçen onca karabuluta inat sevgiyi, paylaşmayı, yaşamayı salık veriyor.

Biz de adettendir. Türkiyeli bir ressam yurtdışında en sağlam galeride sergi açar. Bizde, bir elin parmak sayısını geçmeyen kültür sanat servisi olan gazetelerde yalandan bir röportajı çıkar. Bir yönetmen çektiği filmle kralından bir festivalde ödül alır. Filmi Türkiye’de gösterime girmez. Bir müzisyenin albümü Avrupa’nın prestijli müzik dergilerinin yazarları tarafından övgüye boğulur, biz kendisinin Türkiye’de düzenlenen uluslararası bir müzik organizasyonunda konser vereceği saati, gündüz vakti, güneşin kabağında 10 kişinin izleyeceği bir saate koyarız. Umut Adan da bu saydıklarım arasında ‘kendine yer bulmuş’ bir müzisyen.

Türkiye’deki müzik piyasası yüzünden uzun süre kendi tercihiyle Avrupa’da müzik yapan Umut Adan’ın Türkiye’de adını –biraz da olsa- duyurması, 2014 yılında İstanbul’daki The White Stripes’ın has adam Jack White öncesinde sahne almasına rastlar. 2019 yılında çıkardığı Bahar albümü, yine yurtdışında güzel geri dönüşler alır. Umut Adan, geçtiğimiz yıl yayınladığı Eflatun Kardeşler şarkısından sonra, şimdi de Güvercin Şarkısı ile karşımızda.

Söz ve müziği kendine ait olan Güvercin Şarkısı’nda Umut Adan bir geleneği ısrarla sürdürmenin hazzını yaşıyor ve yaşatıyor. Türkiye’de müziğe altın çağını yaşatan ‘saykodelik yıllar’dan daha önceki çalışmalarında olduğu gibi yine uzaklaşmayan Adan, hem sound hem de içerik olarak bildiği yoldan bir milim sapmıyor ve dinleyiciye ‘temcit pilavı’ yerine başka bir şey ‘yediriyor’. Bol edebiyat alıntılı röportajımızla Umut Adan kendini anlatıyor…  

Uzun yıllar İtalya’da müzik yaptınız. Sonra Türkiye’ye döndünüz. Sizi nelerin beklediğini biliyor muydunuz? Ya da kafanızda ne vardı?

Az çok beni neyi beklediğini biliyordum. Bir süre ülkemden uzak kalmıştım ve ülkemdeki müzik dünyasına dahil olmama kararım da bilinçli bir karardı. Ama bu tabii ki beğenmemezlikten değil asla. Üniversite yıllarında çeşitli rastlantılar sonucu hayal ettiğim müzisyenlerle çalışıp kendi adıma büyük tatminler ve mutluluklar üretiyordum ve bu benim için çok önemliydi. Hayallerimi gerçekleştirmiştim, tam istediğim renk ve biçimde bir sanat üretiyordum. Ülkemdeki dinamikleri yakından takip etsem de orada cebelleşmeyi arzu etmiyordum. Benim elimdeki bana değerliydi. Ta ki yaptığım 45’lik The Wire dergisinde “Türk underground delikanlının çok cool çıkışı” adlı yorumla kritik alıncaya kadar. O zaman kendimi mecbur hissettim. Belki de hazır hissettim bunu tahlil etmek benim için kolay değil. Uluslararası otoritelerden sınıfı geçmiştim ve arkasından ne gelirse gelsin kabulümdü. Gözümü kapattım ve döndüm ülkeme ve beni bekleyen bu neredeyse yarı mistik maceraya. Kafamda ne olursa olsun taviz vermeyen bir sanatın hem işçisi hem de kalkanı olmak vardı. Beni yetiştiren insanlar bana böyle öğretip tembih etmişlerdi. Ülkemde bunun ne kadar kabul göreceği ile ilgili hiç bir fikir yoktu aklımda. Aklımda yalnızca yelkenleri açmak ve yoluma gitmek, paylaşmak, ulaşmak vardı. Ama bana öğretilen şekilde. Sevdiğimi seçtiğim şekilde.

2013 yılında Rock’n Coke Keşif Sahnesi’nde, 2014’te de Jack White’ın ön grubu olarak sahne aldınız. Bu iki önemli konser öncesinde Türkiyeli dinleyici sizden haberdar mıydı?

Bir kısım insan evet. Onlar da hala benim değişmez kemik dinleyicilerimi oluşturuyorlar. Pek kendini öne çıkaran biri olmamakla suçlanırım meslek çevremde ama yine de bir kısım fısıltı gazetesiyle beni tanımışlardı. O insanlar tam istediğim şekilde işimi kavrayıp sahip çıkmıştı. Efsanevi Jack White gecesinde de beni tanıyanların bazılarının kim olduğunu anladım. Jack bile tebrike geldi konserden sonra “Ben seni zaten tanıyorum Umut” diyerek. Bazı hazların boyutu değişik oluyor. Zamanında karar vermeyi bilmek gerek, birçok kereler deneme yanılma olmuyor.

Hakkınızda “Yeni keşfettim”, “Bir gün hak ettiği değeri görecek” gibi yorumlar okudum. Türkiyeli dinleyiciyle buluşmanızdaki bu gecikmenin sebebi nedir?

Bu soruyu aslında etrafımıza sormamız gerekiyor. Çünkü ben klasik anlamda yapılması gereken etapların hepsini yerinde yaptım. Sadece iyi iş ürettim. Bunu nasıl PR’a çeviririm kafasında olmadım. Aksi takdirde iyi iş üretemezdim. Hayatta doğru bilgiye çaba harcamadan ulaşmak mümkün olmuyor. Günlük hayatımızda önümüze pop-up şekilde çıkan her türlü imaj, haber, müzik vs. yalnızca boş, içerik barındırmayan, içeriğiyle sizi vuramayan, bunu PR bombalamasıyla telafi etmeye çalışan, yarın hiç bir detayını hatırlamayacağınız abartılı enstantanelerden öteye gitmiyor. Biz de alışkanlıklarımızı, haber alma kaynaklarımızı değiştirmezsek bunu izin vermeye devam ederiz. Beni ülkem tanımıyor da neden sınır ötesi müzik dinleyicileri beni ya da ülkemizin değerli diğer insanlarını bilebiliyor? Geçmişimize bile bizden daha çok nasıl hakimler? Bunları kendimize sormamız gerekiyor. 2019’da dünyaca ünlü Magnet Magazine albümüm ‘Bahar’ı dünyada janrımda yılın albümü seçti. Bu gecikme olsun ya da olmasın benim için esas önemli olan kavramlardan dönüş alıyorsam teknem gidiyor demektir. İçim rahat. Oğuz Atay bile bizim toplumumuzda ne etaplardan geçmek zorunda kalmış. Benim için iyi düşünen herkese teşekkür ediyorum.

Şarkılarınız 70’lerin saykodelik Anadolu Pop formunda. Sözleriniz de yine o döneme ait izler taşıyor. Günümüzde de bir Retro furyası var ancak siz o dönemden hiç şaşmıyorsunuz. Hatta 2010 yılında çıkardığınız Gülerler Bize/Beni Seçtiğin Bu Yerde 45’liğinde 1968 yılından sonra yapılmış hiçbir enstrüman kullanmamışsınız. Neden bu kadar sadıksınız o döneme? Ne ifade ediyor o dönemler sizin için?

O dönem benim için diğer sanat dönemlerinden çok farklı bir şey ifade etsin ya da etmesin elimizdeki insan ve sanatçı kumaşı o yıllarda sanki daha bir derin ve farkındaydı. Muhlis Akarsu, Mahsuni, o insanlar şimdi neredeler? Kim alıyor onların mirasını? İşte benim en azından başlangıç etabı olarak kendime hedef olarak gördüğüm sound o yılların sound’uydu ancak sound dediğiniz yanında ona eşlik eden gerçek bir fikir varsa şayet bir anlam teşkil ediyor. Yoksa ne ses sistemi ve enstrümana sahip olursanız olun öykünmeden öteye geçmeyecektir. Tarih de onu yutar. Tutarlılık benim kıblem. Londra Toe Rag Stüdyoları’nda da kaydetmiş olsam albümümü, prodüktörüm Liam Watson sahibi olduğu stüdyoya fikirler için davet etti beni. Bu bahsedilen vintage duruş yalnızca ona eşlik eden fikirlerin, sözlerin bezemesi. Şu anki retro furyaya imtina ile bakıyorum ben. Birçok konserde Avrupa’da da gözlemledim. Orada boşa dönen bir çark var ve bu da pazarını üretti. Kaç tanesi kalıcı iş olacak bilemem. Erik Fromm’dan söylemek isterim: “Önemli olan sahip olmak değil, layık olmak.” Benim dünyam budur.

Türkpopmüzik.net sitesinde “Anadolu gençliğine ulaşarak, günümüz müziğinde ‘güle güle direnişleri’, ‘hasretten gelişleri’, ‘Mahsuni Şerif’i yaşatmayı amaçlıyor” yazıyor. Bunu ‘anahtar özümüzde’ olarak mı okumalıyız?

Naçizane kesinlikle! Öz eleştiri olmadan mutluluk olmuyor. Günümüz gençliği müzik dünyasının kurallarını koyan insan grubu. Bundan da faydalanmayı bilmek, onlara ulaşabilmek, hiç kimseden kendini iyi görmemek yani tabir-i caiz ise ‘kalbimiz elimizde’ gitmek zorundayız o gençlerin yanına. Burada daha önce faydalanılamamış olan bir tarihi fırsat olabilir. Ben bu fırsatı kaçırmak istemiyorum. Ne kariyerim ne de hastalıklı bir şekilde ilgilenip, bakıp büyüttüğüm mutluluğum adına. Önümüzde çok dinamik zamanlar var ve çok şeyi görüp, paylaşıp, yaşayacağız. Çok sayıda şeyi kotarıp, birçoğunu ise izleyeceğiz.

Ben en öndeki sıradan yerimi, biletimi kapıp, güzel gördüğüm dünya görüşüyle o gençliğin yanında olmak istiyorum. Güle güle direnmeyi bilen cesurlar adına, hasretten dönmenin, ulaşmanın, kavuşmanın hafifliği ile ve tabii ki Mahsuni Şerif gibi o heyecanı inşa etmek istiyorum. Keza ‘Sevdiğimi Seçtim’ benim şahsi manifestomdur.

Gezegen olarak zor bir dönemden geçtik, henüz tam atlatmış da değiliz. Yeni şarkınız Güvercinin Şarkısı da bu zor günlere inat yazılmış bir şarkı gibi… Sound olarak da yine saykodelik Anadolu Pop’tan vazgeçmemişsiniz… Nasıl ortaya çıktı?

Evet inat gibi sanki. İnanın böylesini tahmin edemezdim. Günümüzde yaşadıklarımız uzun zamandır kapının arkasında olan ama bizlerin görmek istemediği şeylerdi. Şimdi hepsi burada. Fakat ben bu şarkıyı ve ‘Bahar’ albümümdeki ‘Bembeyaz Cananım’ adlı şarkıyı Madımak’ta kaybettiğimiz Muhlis Akarsu için yazmıştım. Yukarıdaki soruda da belirttiğim gibi o insanlar ve onların algı-yazım geometrisine karşı büyük hayranlık besliyordum. Şarkıyı yazdığımda hatırlıyorum, İtalya’daydım. Bir akşamüstü şarkı kafamda otomatikman çalmaya başladı. Birçok şarkımı gelsin diye beklerim, üzerine gidip yazmaya çalışmam. John Lennon’dan örnek vermek isterim: “Şarkılar zaten varlar ve havadalar. Yazarın görevi onu havada yakalayıp kapmak.” Güvercin Şarkısı da aynen öyle yazıldı. Sözlerini de, müziği ile birlikte çabuk bir konsantrasyonla bitirdim. Ama o zaman bugünleri göremezdim. Şarkımın insanlığın elinin kolunun bağlı olduğu zamanlarda kanat açmaktan, güneşten sıcak olmaktan bahsederek çıkacağını hiç tahmin edemezdim. Şarkımın böyle zor bir zamanın ardında çıkıp dinleyenlere hizmet etmesinden çok memnunum. Belki de haklısınız, sanki de bugünlerde ortaya çıksın diye yazılmış. İnsan sevince hep bir ötesi oluyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi