Nakşilik, Selefilik ve Özcülük

Ne Selefi-Vahhabilik alabildiğine mutlak kötü, ne de bu coğrafyada tarihsel olarak yürürlükteki İslam anlayışı, geleneği, pratiği alabildiğine mutlak iyi, kusursuz ve sorunsuzdur. Bir kere böylesi “iyi” ya da “kötü” şeklinde kategorik bir yaklaşım ya da perspektif bilimsel-tarihsel açıdan kabul edilebilir değildir. “İslam” adı altında kendini dışa vuran bütün söylem ve pratiklere “özcü” değil bağlamsal, ilişkisel, dönüşümsel bir dikkatle “eleştirel anlama” çabası içinde bakmak gerekir.

Cübbeli’nin Selefi-Vahhabilik üzerine önünü açtığı tartışma çığırı ikinci haftasında da dinamizmini sürdürdü. Bir taraftan onun Selefiliği bahane ederek aslında İsmailağa Nakşiliğini kendi uhdesine alma hesapları içinde olduğu zannıyla hareket eden Sadettin Ustaosmanoğlu’nun kaset patlatma resti; diğer taraftan Cübbeli’nin de “pas” demeyip “patlatmayan melundur” çıkışı eşliğinde kendisini en çok borçlu olduğumuz mecraya yönelerek Fatih Altaylı’nın yamacında, Teke Tek’te arz-ı endam etmesi ile zenginleşen bir gündemimiz oldu hafta içinde…

Bu tartışma çığırının tüm medyatik, eğlenceli, şov-yönelimli motifleri ortada olmakla birlikte hemen herkes bir noktada “ciddi bir kaygı” edasıyla Cübbeli’ye hak verdi ama. Bu nokta, ülkede Selefi-Vahhabi örgütlenmenin son dönemde büyük bir ivme katettiği, bunda devletin resmi din kurumu Diyanet’in de dahli bulunduğu ve ciddi çatışma (Cübbeli’ye göre iç savaş) ihtimali taşıyan bu durum karşısında her türlü polisiye, istihbari, idari önlemin alınıp yasal, daha doğrusu yasakçı yaptırımların önünün açılmasıydı.

Herkesi buluşturan bir “lanetli öteki”

Tablo o kadar ilginçti ki on yıllar boyu kendisinin de bir parçası olduğu İslam anlayış ve pratiğine dönük yasakçı yaptırımların mağduru Cübbeli, şimdi bir başka İslam anlayış ve pratiğinin Türkiye’de kendini ifade etmesine, kitlelerle temasta olmasına denetim, kısıtlama, yasaklama getirilmesi için adeta vaveyla koparıyordu. Öte yandan Cübbeli’den de onun bir parçası olduğu İslam anlayış ve pratiğinden de hiç mi hiç haz etmeyenler ya da onu eğlenceli bir figür olmaktan öte pek ciddiye almayanlar bile Selefilik kaygı-korku-nefretinde onunla buluşuyor, bu bakımdan onun söylediklerini ciddiye almak gerektiğini ifade ediyorlardı.

Heyhat, bir anda hava nasıl da dönmüştü böyle!..

Selefilik, tarikatçıyla solcuyu, milliyetçiyle sosyalisti, dindar-muhafazakârla seküler-moderni, Osmanlıcıyla Cumhuriyetçiyi, Atatürkçüyle Abdülhamitçiyi buluşturan-birleştiren bir “lanetli öteki” olarak işlerlik arz eder hale gelmişti.

Selefi fobisi

Evet, aranan “şeytan” bulunmuştu ve Selefi fobisi bir “ortak değer” olarak sağlı-sollu herkesi “ittihat ve tesanüt” içine soktu.

Tabii bir anlaşmazlık, kimin daha çok şu Selefi-Vahhabi “cadıların” karşısında olduğuydu. Öyle ki Diyanet, Cübbeli’nin Teke Tek’te Altaylı ve Bardakçı ile karşılıklı “kah gidi kah kah” sergilediği temaşa esnasında temsilcilerinin gönderdiği mesajlarla Cihatçı-Selefi oluşumlara ne kadar da karşı olduğunu belirtmek için çırpındı durdu. Sonrasında da daha net bir resmî açıklama geldi zaten:

“Son günlerde bazı medya mecralarında yer alan ve Başkanlığımızı Selefi-Vahhabi fikir akımlarının ülkemizde yaygınlaşmasına hizmet etmekle suçlayan haber ve paylaşımlar gerçeği yansıtmaktan uzak olup son derece rahatsız edici ve üzücüdür. (…) Zahiri, parçacı, ayrıştırıcı ve tekfir edici yorumlarla gelişen ve İslam’ın rahmet dini olduğu gerçeğini göz ardı eden yaklaşımların bilhassa gençlerimizi ve geleceğimizi tehdit ettiğine dair Başkanlığımızın yayımları ve üst düzey açıklamaları olduğu malumdur.”

Yani Diyanet diyor ki Selefiliğe karşı uyanıklığı sizden öğrenecek değilim. Ben de o “zahiri, parçacı, ayrıştırıcı, tekfir edici” anlayışla hanidir mücadele ediyorum. Selefi-Vahhabi karşıtlığında siz benim elime su dökemezsiniz!..

Cübbeli Selefileri neden “öptü”?

Kuşkusuz seküler muhalefet adına konuşan ve yazanların, Cübbeli’nin gayet yerinde buldukları Selefi tehdit uyarısını değerlendirirken tüm bunların sorumlusu olarak AKP ve Erdoğan iktidarını işaret etme noktasında bir farkları var. Burada üzerinde durulan bir nokta ise şimdi mevcut iktidar döneminde sessizleşmiş Cihatçı-Selefi hücrelerin olası bir iktidar değişiminde aktif hale geçerek ülkeyi tam bir iç karışıklığa sürükleme ihtimali…

Peki ama Cübbeli böyle bir çıkışı şu seçim sürecinde neden yaptı, kendisine bu bakımdan imkân alanı “resmen” nasıl açıldı? Tayyibî rejime karşı bir pozisyon alması mümkün mü Cübbeli’nin?..

Hiç ihtimal vermiyorum buna. Zaten bütün konuşmalarında gayet dikkatli ve özenli şekilde Reis-i Cumhur’una karşı hürmet ve muhabbet üzere oldu o.

Kanaatimce Cübbeli bu çıkışı iktidarı yıpratmak için değil konsolide etmek için yaptı. İktidardan ha bire kopan-uzaklaşan dindar-muhafazakâr kesimlere yönelik, kutuplaştırmanın da savaş kartının da artık hiç tutmadığı ekonomik yangın ortamında bir de bu stratejiyle onları iktidardan yana durmaya çağırmak üzere...

Çünkü cemaatçisinden cihatçısına Türkiye’de İslam adına fink atan bir dolu oluşumun ortalığı alt üst etme kaygısı-korkusu dindar-muhafazakâr kesimlerde de mevcut ama orada bu sorun karşısında hep tekrarlana gelen, klişeleşmiş çözüm önerisi de şu: “Ancak Tayyip başa çıkabilir bunlarla…”

Ya da “Erdoğan var olduğu sürece bunların Türkiye siyasetinde etki gücü olmaz”.  

Cübbeli’nin Selefilik ve iç savaş lakırdıları burada anlam ve işlev arz ediyor olsa gerek. Yani satır aralarında saklı mesaj şu: Ey Müslüman kardeşim, eğer Tayyip gider de Allah saklasın “Altılı Masa” falan gelirse, Cihatçı-Selefiler azar. Aklını başına devşir. Altılı Masa’nın yolunu Selefiler gözlüyor karşıcı! Sakın Tayyip’ten şaşma!..  

Selefiliği AKP’ye borçluyuz!

Geçerken belirteyim: Bu yazıyı Selefiliği savunma ya da aklama hedefiyle falan yazmıyorum. Motivasyonuma yönelik böyle bir değerlendirmeyi zül sayarım.

Aksine, seküler “mahalle”de ortalığı şu ara ayağa kaldıran kimilerinin rehavet içinde yerlerinde oturdukları zamanlarda AKP’nin Selefiliğe kapıları nasıl ardına kadar açtığını, “Sekülerlik-Selefilik” karşıtlığı temelinde yıllar önce vurgulamış biriyim.

Söz gelimi 2015 Ocak ayında Charlie Hebdo katliamı sonrası, o zaman yazdığım Radikal gazetesinde; 2011’de Ortadoğu’da sekülerizm dersleri vermiş ve bu çerçevede İhvan’cıları rahatsız etmiş Erdoğan’ın daha sonraki süreçte “neo-Osmanlıcılık” doğrultusunda ve Suriye Savaşı’na etkin angajmanla Selefiliğin oltasına nasıl takıldığını şöyle değerlendirmiştim:

“Hepi topu bir-bir buçuk yıl zarfında İslam ve siyaset bağlamında 180 derece ters bir yere savrulma oldu. İslâm dünyasına liderlik derdi ve tasasına düşülüp sekülerlikten vazgeçildi ve farkında olunsun olunmasın, Selefileşildi. Türkiye’nin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e deneyimlediği İslam temelinde varlık bulmuş bir siyasi hareket [AKP] bu deneyim eşliğinde kendisini Ortadoğu’da ‘emperyalleştirme’ arayışı ve hırsı içerisinde Selefiliğe ezildi.”

Şu da yine aynı dönemde aynı gazetede bir başka yazımdan:

“Bir yandan Ortadoğu-Arap coğrafyasına neo-Osmanlıcı bir motivasyonla İslami liderlik arayışıyla açılıp avucunu yalama noktasına gelinirken, ülke içinde de dindar-laik çatışmasının fitili ateşlendi. Buradan AKP’yi bile ‘gerçek İslam’ iddiasıyla süpürüp atacak bir Selefileşmenin önünün açılması söz konusu oldu. O yüzden Cumhuriyet’i Osmanlı’nın ‘reklam arası’ saymaya yeltenip 2023’te filmin kaldığı yerden devam edeceğini ileri sürenler, izlemeyi murat ettikleri bu ‘film’in ikinci yarısında bir ‘ölü inanç’tan ibaret Osmanlıcılıklarına karşıt şekilde, Osmanlı düşmanlığından doğuş bulmuş ve halihazırda capcanlı bir Selefilik bulurlarsa karşılarında, hiç şaşırmasınlar!..”

Demek ki hem yedi yılı aşkın zaman önceki öngörümüzde hayli isabet kaydetmiş oluyor hem de “Selefiliği AKP’ye borçluyuz” genellemesinde seküler fikir ve kalem erbabı ile buluşuyoruz.

Ne o çok kötü, ne bu çok iyi!

Ancak bugünkü tabloda sorunsallaştırılması gereken çok önemli bir boyut daha var. Bu, “özcü” bir yaklaşımla, söz konusu Selefileşme ve Selefi İslam düşüncesi alabildiğine olumsuzlanıp kötülenir ve lanetlenirken, “Bizim Eller”in İslami pratiğinin de tarihselliği ve “sentetikliği”nin unutularak eleştirellikten uzak bir övme, yüceltme, eşsizleştirme cihetine gidilmesidir.

Halbuki ne Selefi-Vahhabilik alabildiğine mutlak kötü, ne de bu coğrafyada tarihsel olarak yürürlükteki İslam anlayışı, geleneği, pratiği alabildiğine mutlak iyi, kusursuz ve sorunsuzdur. Bir kere böylesi “iyi” ya da “kötü” şeklinde kategorik bir yaklaşım ya da perspektif bilimsel-tarihsel açıdan kabul edilebilir değildir.

“İslam” adı altında kendini dışa vuran bütün söylem ve pratiklere “özcü” değil bağlamsal, ilişkisel, dönüşümsel bir dikkatle “eleştirel anlama” çabası içinde bakmak gerekir.

Mevlit’in özü nerde saklı?

Özcülük (essentialism), “bizmerkezcilik” (etnosantrizm) ile hemhal vaziyette, “Biz”e ait sayılanın; ister din, ister dil, ister kavim, ister ırk, ister millet, ister tarih olsun, temelde en saf, en temiz, en bozulmamış, en katışıksız, en iyi, en doğru, en güzel olduğu kanısı, iddiası, inancı… Ve işte halihazırda Selefi-Vahhabi fobisi üzerinden de dinî (ve elbette ona da eşlik eden millî) temelde muazzam bir özcülük şu ara hayli revaçta, işlerlikte, dolaşımda.

Çok detaylandıramıyorum ve pek çok önemli hususu da eksik bıraktığımın farkındayım bu sınırlı yazı çerçevesinde… Ama Cübbeli’nin “Teke Tek” denilen eğlence-şov programındaki bir vurgusundan hareketle özcülük nasıl bir şey, örneklemeye çalışayım. Peygamber’e “tazim”de bulunmanın, ondan şefaat dilemenin Selefi-Vahhabilikçe şirk sayılması üzerinden Cübbeli, “Gelirlerse ortada ne Mevlit kalır ne kandil kalır” dedi (ki doğrudur, IŞİD Musul’da mevlidi yasaklamıştır). Ardından Mevlit’in değerinden-faziletinden, “Şefaat ya Resulullah” dileğinin de olmazsa olmazlığından bahsetti.

Dolayısıyla Peygamber’e bir sevgi-muhabbet sağanağı olan “Mevlid-i Nebi”ye laf eden şeytanî ve cehennemî Selefilik karşısında Mevlit’e laf ettirmez, onu dokunulmaz, tartışılmaz, “kutsal” kılıyorsunuz.

Bu “özcülük”, Mevlit’in İslam tarihinde (Süleyman Çelebi’nin bizde bilinen ve okunan 1409’da yazılmış manzum eserinden çok daha geriye giden) ortaya çıkış sürecine dikkat yöneltildiğinde;

Bunun aslında Müslüman-Hıristiyan etkileşimi temelinde, İsa’nın doğumuna yönelik Noel’den etkilenmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış, bağdaştırmaya dayalı “sentetik” bir kutlama olduğuna;

Özellikle de Fas ve Müslüman İspanya’da Hıristiyan etkisini karşılama ve “tartma” yolunda icat edildiğine ilişkin görüş ve iddiaları konuşulamaz, tartışılamaz yapar.

Mevlit, öz be öz “bizim İslam”ımızın parçası, canımızın cananıdır çünkü.

Burada tasavvufun ve tarikatların ortaya çıkış sürecinde çok daha bariz olan yabancı inanç gelenek ve pratikleri ile etkileşim, bağdaştırma ve “sentezlenmeler” konusuna hiç girmiyorum. Ama işte “ehl-i tarikat” için de aynı özcülük işlerliktedir: “Tarikat İslam’ın canıdır; tarikat yoksa İslam da yoktur.”

Hangi Selefilik?

Özcülük hem “Biz” sayılanı onda mevcut farklı, yabancı, dışarlıklı olan her şeyi yok sayarak yekpareleştirir; hem de bunu “Öteki” saydığı her ne ise onun için yapar. İşte Selefilik de yekpare bir bütünlük olarak, onun kendi içinde mevcut ara renkler, farklı tonlar, hatta birbirine aykırı pozisyonlar yok sayılarak “tu kaka” edilir.

Halbuki bugün veryansın edilen, korkulan, nefretle lanetlenen, aslında “Cihatçı Selefilik” olarak kategorize edilen pratiktir (ki o da kendi içinde yekparelik arz etmez). Buna mukabil Selefilik, özellikle Sünni İlahiyat bünyesinde öyle kolayından sırt dönmenin kimsenin harcı olmadığı Hanbeli fıkıh okuluna ve onun kurucusu Ahmed b. Hanbel’in Abbasilerde Mutezile’nin “Kur’an mahluktur” iddiasının resmi kabul gördüğü “Mihne” döneminde bu anlayış karşısında ısrarla savunduğu “Ehl-i Hadis” geleneğine kökenlenir.

Sonra 14’üncü yüzyıl İslam âlimi ve yine öyle bir çırpıda silinip atılamayacak bir isim olan; Haçlı ve Moğol saldırıları karşısında yıkım yaşayan İslam dünyasına kendince bir çıkış yolu olarak doktrinini geliştirmiş İbn Teymiyye ile irtibatlanır.

Daha sonra 18’inci yüzyılda modern Batı karşısında İslamiyet’in vahim durumundan sorumlu olarak Osmanlı’yı işaret ederken gerek Ahmed b. Hanbel’den gerekse İbn Teymiyye’den beslenerek fikriyatını oluşturmuş ve Suudileri aşiretten devlete bir sıçramaya uğratmış Muhammed b. Abdülvahhab ile güncellenir.

Tüm bunlar da çok uzun hikayedir ve ayrıntılara giremiyoruz. Bununla birlikte kaydetmek gerekir ki sıraladığımız her bir dışavurum farklı konfigürasyonlarla ve süreklilikler kadar, belki daha da çok farklılıklarla kendini gösterir.

Ayrıca 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda Batı modernitesi karşısında Müslüman dünyanın hali pürmelali üzerine fikir üretmiş savunmacı ya da tepkisel, reformist ya da aktivist pek çok isim de; Afgani’den Abduh’a, Reşid Rıza’dan Hasan el-Benna’ya, Seyyid Kutub’dan Mevlana Mevdudi’ye kadar, Selefi ya da Vahhabi etiketi üzerlerine yapıştırılarak anılır. Gel gelelim bunlar fikirleri bire bir örtüşen değil, ayrışan hatta zıtlaşan isimlerdir. “Köklere (Selef’e) dönüş” vurgusu belki bir ortak noktadır ama bunun yolu-yordamı, ölçüsü-oranı, nazarı-nispeti konusunda ortaya çok karmaşık ve çetrefilli bir tablo çıkar.

Kime neye göre Selefilik, kim kime göre Selefi, bunu belirlemek hiç kolay değildir.

Çok yakın bir örnek olarak Mısır’da kurucu Hasan el-Benna’dan itibaren Selefi fikriyata bünyesinde yer verdiği söylenebilecek Müslüman Kardeşler iktidarına karşı 2013’teki askeri darbeyi alkışlayıp tam destek verenler arasında başı çeken Suudi destekli ve “Selefi” Nur Partisi’ni burada kaydedelim.

Nakşiler de “Vahhabi” damgası yer!

Bir de kendi alan çalışmamdan çok daha sarsıcı bir örnekle tamamlayayım.

1990’ların başında Londra’da Şeyh Nâzım Kıbrısî’nin Nakşibendi çevresi üzerine araştırma yaparken “Vahhabi” atfının “İslam-içi öteki” sayılan pek çok çevre ve isme yönelik işlerliğe sokulduğunu fark ettim. Yukarıda sıraladıklarım; Afgani, Abduh, Rıza, el-Benna, Kutub, Müslüman Kardeşler, Suudiler ve Hint Altkıtası’nda da Mevdudi Cemaat-i İslamî, Bareliler ve Deobandiler…

Ancak bir başka “Vahhabi” oluşum daha vardı ki bu, Türk göçmenlerin yoğunlaştığı Kuzey Londra’da bir cami çevresinde bu göçmenlere hitap etmek üzere mevzilenmiş olup, Cübbeli’nin de içinden çıktığı Mahmut Hoca’nın İsmailağa Nakşi Cemaati’yle irtibatlı idi.

Şeyh Nâzım çevresi için, kendilerinin daha esnek, açık ve müsamahakâr pratiğine karşı kınama içinde olan daha mutaassıp ve talepkâr Mahmut Hoca çevresi, her ne kadar Nakşi geleneğin içinde de olsa, “Vahhabi” idi.

Vahhabi yok, “Muvahhid” var!

Böyledir ve Nakşilik de Selefilik de Vahhabilik de bağlamsal, ilişkisel, müzakeresel, dönüşümseldir. Nerede, hangi zaman kesitinde olduğunuza, hangi dış ve iç politik, kültürel, ekonomik, teknolojik, psikolojik dinamikler karşısında, kimlerle ilişkilendiğinize, müzakere içinde olduğunuza bağlı olarak kimliğiniz belirlenir.

Öyle ki siz kendinizi “Nakşi” sayarsınız, ama birileri için “Vahhabi”sinizdir.

Ya da siz birilerine “Vahhabi” diyerek kendi kendinize gelin güvey olmaktan öteye gitmiyorsunuzdur; tıpkı kendilerine “Vahhabi” denilenlerin bu isimden hiç mi hiç hoşlanmayıp kendilerini “Muvahhidun”, yani “vahdaniyet taraftarları” (Allah’a eş koşmayan, onun “bir”liğine inanan, hakiki müminler) olarak isimlendirip takdim etmeleri gibi…

Demek ki herkesin Nakşiliği kendine…

Ve herkesin Selefi-Vahhabilikten nasibini alma ihtimali de kimlerle beraber ve nelerin neresinde olduğuna bağlı.

(Kaynaklar: Selefilik üzerine çok doyurucu ve güvenilir bir derleme olarak bkz. Tarihte ve Günümüzde Selefilik, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı Bildirileri, Ensar Yayıncılık, 2014; Tayfun Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği, Berfin, 2011 [2. Baskı]; Parti, Cemaat Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can, 2020 [3. Baskı]; Din Hayattan Çıkar: Antropolojik Denemeler, İletişim, 2021 [9. Baskı].)  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi