Ne Kitaplı Ne Kitapsız (1)

Son Güncellenme Tarihi: Şubat 15, 2021 / 23:52

İnsanlar pandemi koşullarında üretilen “Hayat Eve Sığar” sloganına göre hareket ederken kendilerine duvarları kitaplardan örülmüş evler inşa etmeye başladılar. Bunun bana göre birçok nedeni var: Dışarıdaki dünyanın artan kötülüklerinden, hayatın gittikçe daha fazla acı veren gerçeklerinden, toplumun ayrışarak dağılmış bir sürü haline gelince vahşileşmesinden kaçan insanların bir kısmı kitaplara sığındı. Sosyal hayat dijital mecralarla sınırlanınca, arkadaşlarla görüşmenin, konuşmanın yerini kitap okumak aldı.

 Kamusal alan sanal dünyaya indirgenince, yapılabilecek tek etkinlik olarak okumak kaldı. Doğa talan edilip çevre çirkinleştikçe, bazı insanlar evlerini köşeden köşeye kitaplık raflarında dizili kitaplarla güzelleştirme gayretine girdi. Bunların hepsine tamam. Ama bu özel durumun dışına çıkarıp genele taşıdığımızda neredeyse her entelektüel ya da okuryazarın yakalandığı kitap biriktirme “hastalığı”nın ölümcül risk taşımamakla birlikte yaşamı zorlaştırıcı olduğunu da kabul etmek gerekir.

Bir süredir üniversite öğrenciliğimden itibaren dinmeyen bir tutkuyla biriktirdiğim kitaplarımı azaltmaya çalışıyorum. Kitaplarla ilk karşılaşmam ağabeylerimin kütüphanelerine dadandığım ortaokul çağımda oldu. Mütevazı birer öğrenci kütüphanesiydi, ama sayesinde birçok klasik ve önemli kitapları o yaşlarda okuma fırsatı buldum: Ömer Seyfettin’den, Peyami Safa’ya, Tarık Buğra’dan Faruk Nafiz Çamlıbel’e kadar; tahmin edebileceğiniz gibi milliyetçi sağın düşünce ufkuyla sınırlı bir yazın dünyasının kapılarını aralamıştım, her kitabın kapağını çevirdiğimde. Ama aralarında Aziz Nesin de vardı, Ahmet Hamdi Tanpınar da. Gelgelelim, doğal olarak, çocuk yaşımda beni okumaya en çok davet eden kitaplar Muhittin Sevilen’in derlediği Karagöz oyunları ile Kelile ve Dimne gibi masal kitaplarıydı. Bugün fantastik edebiyata ilgi duyan çocuklar gibi döne döne onları okuyordum, sonra hayaller kurarak yaşıyordum okuduklarımı.

Lise çağım oldukça haylaz geçti. Kitaplar hayatımdan çıktı, yerini spor, bilardo, atari gibi oyunlar ve “kötü” arkadaş gruplarıyla takılmalar aldı. Neyse ki uzun sürmedi bu ergenlik krizi ve son sınıfta üniversiteye hazırlık disipliniyle toparlandım. Lâkin öyle işi sıkı tutan arkadaşlar gibi yoğun bir çalışma disiplinine girmeye karşı da direnmeyi ihmal etmiyordum. Zaten sözel sorulara odaklanmıştım ve orta karar bir çalışmayla yetiniyordum. Hatırlıyorum; Orhan Pamuk kitaplarıyla lise son yılımda tanışmıştım ama kendisini hiç anlamamıştım. Sola meylettiğim yıldı o; İnce Memed okuyor, Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya dinliyordum. Nasıl keşfettim hatırlamıyorum, bir de Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin fasiküllerini alıp okuyorum. Demek ki Bakırköy Meydanı’ndaki sahaflardan alıyordum. Böylece üniversitede okumak istediğim bölüm tercihleri de kafamda netleşiyordu: Siyasal bilimler veya sosyal bilimler.

Derken sınavlara girdim ve aldığım puan Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne girmemi sağladı.ü

Bir serendipity sonucu…

İnsanın hayatında şans veya kaderin belirleyici olduğuna inanırım. Mimar Sinan Üniversitesi’nin sosyoloji bölümüne girmek benim için iyi bir şanstı. Hayatımın en önemli karşılaşmaları orada oldu. Sosyoloji, sanat ve felsefeyi sevdiren ve hiç yorulmayacak bir ilgiyi uyandıran hocalarımla, hâlâ düşüncelerini anlamaya çalıştığım, metinleri hayretimi arttıran ve bilme istencimi güçlendiren filozof ve kuramcılarla, yedi yıl çıktıktan sonra evlendiğim eşimle ve okuduklarını anlamayı, bir düşünceyi olgunlaştırmayı, bilginin doğruluğunu ve yanlışlığını sınamayı sağlayan yegâne ortamı sohbetin sağladığını öğreten arkadaşlarımla orada tanıştım.

Kitap almanın, en haz veren alışveriş biçimi olduğunu da arkadaşlarımla keşfettim. Özellikle içlerinden biri, Mehmet, süper “bulaştırıcı” gibi hediye ederek kitap yayıyordu etrafına. Birçoğu dirençli çıktı ama benim gibi immün sistemi zayıf olanlara kolay bulaştırdı! Üniversite yıllarımda Tepebaşı’nda açılan TÜYAP Kitap Fuarı benim sadık bir kitap müridi olmamı sağladı. Fuar süresince aksatmadan bir mabede gider gibi fuara gidiyor, huşu içinde ibadet eder gibi kitapları inceliyor, cebimdeki para bitene kadar kitaplar alıyordum. Derken, düzenli olarak dergileri ve yeni çıkan kitapları takip etme alışkanlığını kazandım. Doğrusunu söylemek gerekirse, artık derslerden çok ilgimi dergilerin dosya konuları çekiyordu. Ve o dosya konularının yönlendirmesiyle oluşan ilgi alanlarına göre tematik kitap arayışları başladı. Dolayısıyla sadece yeni çıkan kitapları değil, sahaflardan eskiden çıkan ve bulunmayan kitapları da aramaya başladım. Gittikçe kitaplarla aramda bilme istencine değil de daha çok mülkiyet arzusuna dayalı bir ilişki yaşanmaya başladı. İstencimi zaten kaybetmiştim, istencimin dışında bir bağımlılık ilişkisine dönüştü kitap sevgim. İlgi alanlarımla ve çalıştığım konularla ilişkili olsa da olmasa da her konuda kitap alıyordum; sırf konusunun merak uyandırması yetiyordu. Sonsuz bilgiye sahip olamayacağımın bilinci, sonsuz kitaba sahip olma istencine dönüştü.

Zamanla kitap sevgimin yerini kitap fetişizmi aldı. Bugün kitaplara olan aşırı ilgim bir sapkınlık türü olarak geliyor bana ve bu konuda terapiye gereksinimim olduğuna inanıyorum. Kitap sevgisine bibliyofili diyorlar ki o da bana pedofiliyi çağrıştırıyor artık!.. Her şeyde olduğu gibi bunda da aşırılık iyi bir şey değil. Hangi yazar ve akademisyen yoktur ki kitaplarını teşhir etmekten ve onların önünde poz vermekten zevk almasın?! Bu konu pandemi nedeniyle internet üzerinden öğretime geçildiği daha ilk günlerde gündeme geldi. Her hocanın çalışma odasındaki kütüphanesinin önünde ders anlatması eleştiri ve alay konusu edildi. Kesinlikle, son zamanlarda Türkiye’de nâdanlığın kirli bir sis gibi toplumun üzerine çöküp kültürel âfakı sarmasının bir dışavurumudur bu tavır. Ama diğer taraftan kitap biriktirmenin eleştirilmesi gereken bir davranış olmadığını da savunmak bağnazlık olur.

Bir içe kapanma biçimi

Birçoğumuz özellikle pandemi döneminde daha fazla kitaba yöneldik. Kitabın, yaşam biçimlerinin ayrılmaz bir parçası olduğu insanlar, pandemi koşullarında üretilen “Hayat Eve Sığar” sloganına göre hareket ederken kendilerine duvarları kitaplardan örülmüş evler inşa etmeye başladılar. Bunun bana göre birçok nedeni var: Dışarıdaki dünyanın artan kötülüklerinden, hayatın gittikçe daha fazla acı veren gerçeklerinden, toplumun ayrışarak dağılmış bir sürü haline gelince vahşileşmesinden kaçan insanların bir kısmı kitaplara sığındı. Ayrıca sosyal hayat dijital mecralarla sınırlanınca, arkadaşlarla görüşmenin, konuşmanın yerini kitap okumak aldı; kamusal alan sanal dünyaya indirgenince, yapılabilecek tek etkinlik olarak okumak kaldı; politik davranış sadece sosyal medyada mesaj paylaşmaktan ibaret olunca, teori pratikten koptu ve bunun sonucunda dünyayı değiştirmek yerine yorumlamak geçti. Doğa talan edilip çevre çirkinleştikçe, bazı insanlar evlerini köşeden köşeye kitaplık raflarında dizili kitaplarla güzelleştirme gayretine girdi. Bunların hepsi elbette haklı gerekçelere dayanıyor. Ama bağlamı içinde bulunduğumuz özel durumun dışına çıkarıp genele taşıdığımızda neredeyse her entelektüel ya da okuryazarın yakalanması kaçınılmaz olan kitap biriktirme “hastalığının” ölümcül bir risk taşımamakla birlikte yaşamı zorlaştırıcı olduğunu da kabul etmek gerekir.

Bir kere büyük bir kitaplığınız varsa öyle göçebe, yersizyurtsuz olamazsınız. Hadi inat ettiniz, sırtınızda o yükle hareketliliğinizi de sürdürmeye çalışacaksanız hem kendinize hem kitaplara eziyet edersiniz. Her hareketinizde daha ağırlaşırsınız, ağrılarınız artar, kitaplar yere düşer, kirlenir, kırışır, yıpranır. Bir kitaptaki yaşanmışlık denen deneyim, insanın alın çizgileri gibi, satır altlarındaki çizgilerde ve sayfa kenarlarındaki notlarda görülürdür. Okunmamış bir kitabın kenarındaki kıvrım, kapağındaki kırılma, sırtındaki bozarma ise sadece yıpranmanın izleridir. Bir yaşanmışlıktan ziyade yaşlanmışlığın belirtileri denebilir onlara. Ve yaşanmışlık bir birikimken, yaşlanmışlık bir tüketimdir; ömrün tükenmesidir.

Kitabın nesneleşmesi

Tüm nesnelerin kaderidir bu. İnsan da bir nesnedir; bu gerçeği inkâr etmek için özneyi icat etmiştir. Aslında nesneyi de özneyi icat ederken üretmiştir. Ondan sonra kendini sonsuzluk olarak tanımlanan varlıkla özdeşleştirmeye çalışmıştır. Oysa insan nesne olmadan önce şeyler arasında bir şeydi ve her şey hiçlikten doğmuştu ve hiç olmaya yazgılıydı. Hz. Ali’ye isnat edilen, “Bilgi bir noktaydı, onu bilgisizler çoğalttı” sözü insandaki bilme istenci ile güç istenci arasındaki ilişkiyi düşünmeye bir çağrı gibi gelir bana. Kapitalizmin doğuşundan itibaren bilgi, “kendi”nin bilgisi olmaktan çıkıp, başkasının bilgisi olmaya ve böylece egemenlik kurmayı sağlayan bir güç kaynağı olmaya başladı. Kitaplar da artık hikmetin kaynakları olmaktan çıkarak bilginin ürünleri oldular. Güç-bilgi özdeşliği meta-kitap özdeşliğini doğurdu.

Bilge Karasu, nesne-kitap ve metin-kitap ayrımı yapar. Onun bu ayrımını sahiplendiğim gibi, kitaplarla ilgili tutumunu da benimsedim. “Ne kitaplı, ne kitapsız”. Gelin bu bahsi haftaya bırakalım. Çünkü Bilge Karasu’nun kitaplarla ilgili düşüncesine satır arasında öyle değinip geçmek istemiyorum. Çok büyük ayıp olur. Her bir sözünü ilmik ilmik açarak okumak gerekir Karasu’nun. Kendisini yazıya adamış dil tutkunu bir edebiyatçının dünyasına da girmek için bir vesile olur böyle bir yakın okuma.

Süreyya Su

SÜREYYA SU, 1971’de doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Birikim, Cogito, Doğu Batı, Felsefelogos, Sanat Dünyamız, Toplum ve Bilim dergilerinde estetik ve sanat sosyolojisi alanlarında makaleleri yayımlandı. Radikal gazetesi, Radikal İki ekinde, Milliyet gazetesi, Popüler Kültür ekinde, Star gazetesi, Açık Görüş ekinde ve Cumhuriyet gazetesinde siyaset, din, kültür ve sanat konularında yazdı. Hurafeler ve Mitler: Halk İslamında Senkretizm (İletişim Yayınları, 2009) başlığıyla yayımlanmış bir kitabı vardır. Sakarya Üniversitesi, Sanat, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisidir. Okan Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi ve Eğitim Fakültesi’nde Sosyolojiye Giriş dersleri vermektedir.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top