NEYDİK NE OLDUK

Son Güncellenme Tarihi: Aralık 27, 2020 / 00:03

Yılın son yazısında geriye dönüp bir değerlendirme yapmak adettendir. Yıl boyunca tasarım dünyasındaki gelişmelerin düşündürttüklerini zaten her hafta buradan aktarmaya çalıştım. Geleceğimizi tasarlamak ve gelecekteki tasarım problemleri ile baş etmek için daha kavramsal eğilimler çıkarmak istedim bu kez. Geçirdiğimiz bu tuhaf yıla kadar neydik?;

ve bu yılın ardından ne olduk acaba?

Tasarım, nesnelere şekil verme işi değil problem çözme işidir. Tasarım yapılı çevremiz için iyi, vasat ve kötü seçenekler arasından seçim yapabilme becerisidir. Binalar, yollar, mühendislik harikası yapılar, araçlar veya eşyalar.. Tümünün birer varolma nedeni ve fonksiyonu vardır. Tasarım bunları insan ile, doğa ile, evren ile buluşturan yerde devreye giren katma değerdir. Tasarım geleceği inşa etme işidir.

2018 yılında izlediğim bir konferanstan telefonuma not almışım: “ Everything is possible in the world of VUCA; Her şeyin uçucu, belirsiz, karmaşık ve şüpheli olduğu bir dünyada her şey mümkündür “. Malum yıl sonu ve benim için dijital temizlik zamanı. Bu notu gördüğümde, 2020 bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti ve bu deneyimden neleri isteyerek veya istemeyerek çantamıza koyduğumuzu düşünmeye koyuldum.

2020 yılına sanki bir insanmış gibi kötü sözler söylemek, onu aşağılamak, ona lanetler okumak bu günlerde sıkça rastladığımız bir durum. Aynı şekilde gelecek yeni yılı da bir mucize beklentisi içinde karşılayanlar var. Ben, 2020 de yaşadığımız kayıplar için çok üzgünüm, diğer yandan dünyanın bu kırılma anını, dönüşümünü yaşadığım için de bir yaratıcı kişi olarak büyük heyecan duyuyorum.

Gidişat durdurulamazdı ve gittikçe sıradanlaşıyordu; oldukça keyifsiz parçalarla dolu bir deneyim olsa da, içinden pek çok ders çıkarılabilen ve büyük değişimleri zorunlu kılan bir dönem olduğu için 2020 yılını kötü değil; aksine iyi olarak hatırlayacağımı düşünüyorum gelecekte.

GÜVEN VE BİRLİKTELİK

Bu yıl içerisinde pek çok bilinmezle karşılaştık. Doğru bilgiye ulaşmanın önemini anladık. Karşılaştığımız problem öylesine büyüktü ki, araştırmalar uzun süre ve hala pek çok konuda bir sonuç veremedi. Sagan-vari bir yaklaşımla çabalarımızda bulabildiğimiz tek şey boşluk oldu ve boşluğu katlanılabilir kılan tek şey birbirimiz olduk. Belki sosyal yaşam fiziki olarak mesafelendi ama, gerçek olan her şey de iyice birbirine kenetlendi: Gerçek dostluklar, aile birliği ve dayanışması, eğer vardılarsa, bir su yolu gibi zorlu koşullarda da birbirini buldu. İnsan ilişkilerinde, haber kaynaklarında, iş yaşamında güven kavramı en üst noktaya oturdu. Pamuk ipliğine bağlı değerler ve ilişkiler koptu. Buna karşılık fayda sağlayan tüm ilişkiler ve konular zorunlu koşullara ramen kendilerine yeni zeminler buldu. Geçtiğimiz yıl bize hangi kaynağa, hangi insana hangi toplluğa, hangi şirkete  veya markaya, hangi kuruma, hangi siyasetçiye, sanatçıya, organizasyona güven duyup  duyamayacağımızı gösterdi. Yapmacık olanla gerçek olan, içi boş olanla dolu olan net bir biçimde ortaya çıktı.

ESNEKLİK VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

Bugünkü yazımda eşlikçim Carl Sagan. Sagan diyor ki “Türlerin yok olması kaçınılmazdır; hayatta kalabilmek istisnadır.” Bu yıl karşılaştığımız problem karşısında ilk şoku atlattıktan hemen sonra, düşünmeye başladığımız tek şey, yaşamlarımıza nasıl devam edeceğimiz oldu. İnsan türü, yeniden bir toplu yok olmanın eşliğinde duruyor ve acımasız doğanın bir gerçeği olun ölüm ile yeniden bunca yakın yürüyor. Tüm bu gerçeğin yanında, devam etmesi gereken bir yaşam da bizi bekliyor. Eğitim, ticaret, hizmetler, sosyal yaşam bu koşullar altında  nasıl yaşamına devam edebildi , veya edemedi, bunu gördük.

Bunca ay boyunca bekleyenler değil ama, esneyebilenler, dönüşebilenler gelecekte de duruma daha adapte olabilecek gibi görünüyor. Pek çoklarınızın bildiği üzere 2021 mucizelerle gelmeyecek. Geçtiğimiz aylarda yaptığımız hızlı girişimlerin, aldığımız hızlı kararların pek çoğunun kalıcı olacağını görecek ve bu kararları bir yaşam standardı haline getireceğiz muhtemelen.

İş yaşamında esnemek zorunda kalan en öncelikli sektörlerden biri yeme-içme oldu.  Oldukça sancılı bir yıl geçiren işletmeler, içinde bulunduğumuz günlerdeki  yasaklar sebebi ile tamamen paket servise dönmek durumunda kaldı. Bu esnekliği göstermeyen işletmelerin yaşamlarına devam etmesi oldukça zor gürünüyor. Diğer yandan pek çok işletme, yaratıcılığını kullanarak, iş birlikleri kurarak, müşterilerine evlerinde ulaşmanın bir yollunu buldu, buluyor.

Geçtiğimiz hafta, etkinliklerini yakından takip ettiğim hatta eskiden bir yazıda da uzun uzun bahsettiğim Tasty Sinema ekibi ile (yeni markaları Te.mas.et ) iki etkinliğe katıldım.  Belirtmem gerekirse, özellikle Tasty Sinema deneyimini evde yaşamak, her bakımdan bana öncekilerden çok daha yoğun, konsantre ve keyifli geldi.

Aynı günlerde, Neolokal’in de çeşitli iş birlikleri ile bazı dostlarıma evde gastronomi deneyimi yaşattığını sosyal medyadan takip ettim. Açık konuşmak gerekirse bu iki girişimin, böylesi bir dönem sonrasında, Sagan’ın istisna olarak nitelediği bir durum olan ayakta kalma konsunda şapka çıkarılacak örnekler olduğunu söylemeliyim.

Özellikle iş dünyasında esneklik sağlamak yaratıcılık gerektiren bir konu. Modellerin, deneyimin, kurgunun baştan tasarlanması gerekiyor; kuşkusuz bu tür girişimlerin ardında büyük çaba var. İşine inanan, iyi ve kaliteli içeriğe sahip olan, azimli ve tutkulu olanların gelecekte de sürdürülebilir olduğunu görmek çok mümkün

BİLİMİN GÜCÜ

90lı yılların başında Sagan, toplumsal yaşamın bilim ve teknolojiye dayandığını, oysa bu konuda insanların hiç bilgi sahibi olmadığını sorguluyordu. Gelişimin doğru sorular sormaktan geçtiğini de bana öğreten isimlerden biri olan Sagan, sıklıkla günlük yaşamda bilim ve teknolojinin kapladığı yeri, din ve siyaset konularının kapladığı yer ile kıyaslıyor, bilim ve teknolojinin halka indirgenmesi konusunda çaba sarf ediyordu. Burada “halka indirgenmek” deyişini, sadece yazarın kitabının ismini İngilizce aslından (Bringing Down) çevirdiğim için değil, bir üst bakışı simgelediği için de kullandım. Üst bakış var ise alt bakış da vardır. Toplumun günlük dertleri içerisinde kültür, sanat, bilim ve teknoloji gibi konularla bağı yok denecek kadar azdır. George Orwell, 1946 yılında Tribune gazetesinde yazdığı köşesinde kitaplar ve sigaraları karşılaştırıyor. Yazarın aktardığı anektoda göre bir gün editör bir arkadaşı, bir grup fabrika işçisi ile her gün düzenli olarak okudukları, ve  arkadaşının da editörü olduğu gazete hakkında konuşuyorlarmış.  İşçiler gazeteyi takdir ediyorlar ve beğeniyorlarmış. Editör onlara ”Peki edebiyat  bölümü hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca, işçiler gülüşmüşler ve ona “Bu bölümü okuduğumuzu düşünmüyorsun değil mi? Neden tüm zamanınızı 12.6 pound olan bir kitap hakkında konuşarak geçiriyorsunuz ki? Zaten bizim gibiler kitaplara o kadar para harcamaz” diyivermişler. Orwell, bu işçilerin eğlence ve alışveriş merkezlerinde çok daha fazlasını harcadıklarını bildiğinden, bu işçilerin her birinin pofur olur sigara tüttürmesinden de hareketle, harika bir yazı yazmış. Yazıda elbette bir sigaraya verilen paranın anlık keyfinin yanında insandan götürdüklerine ve diğer uçta bir kitaba verilen paranın nasıl da olumlu yönde yaşam değiştirici olabileceğinden bahsediyor. Üst bakış ve alt bakış hakkında eşsiz bir deneme.

2020,  popülist ve kapitalist yaşamlarımız hakkında toplumları düşünmeye itti. Toplumların inanç ve siyaset söylemlerine her zamankinden fazla  maruz kaldığı bir dönemde, günlük olarak bilimsel gelişmeleri takip etme ve öğrenme zorunluluğu getirdi. Tüketimin değil elimizdeki ile yetinmenin, gösterişin değil hijyenin öncelikli olduğu bir yeni dünya düzenine zorla da olsa geçiş yaptık. Bundan geri dönüş olacağını düşünmüyorum önümüzdeki yıllarda. Bilimin ve teknolojinin, türümüzün sürekliliğini sağlayacak gerçekler olduğunu yeniden hatırladık; bundan tümüyle bihaber görünen kalabalıklar da sert bir biçimde öğrenmek zorunda kaldılar.

SANALLIK

2020, teknolojiye mesafeli duranların bile teknoloji ile barışmak zorunda kaldığı bir yıl oldu. Harari’ye atıfla, önümüzdeki yeni yüz yılda teknolojiyi yeni bir din; bu gücü elinde bulunduranları da yeni tanrılar olarak nitelendirebiliriz. Bu nedenle, daha ilk aylardan itibaren, toplumların hareketlerinin ve yaşamlarının artık devlet eli ile resimi ve olağan bir biçimde gözetleniyor, kayıt altında tutuluyor olmasına karşı haklı da bir direnç oluştu. Elimdeki akıllı araçlarda her bilgim, parmak izim, hatta artık göz bebeğimin hareketleri bile kayıt altında. Ceplerimizdeki HES uygulaması ile seyahatlerimiz, AVM lere giriş çıkışlarımız, kamu hizmetleri ile ilişkilerimiz takip ediliyor. 15 gün sonra, toplu ulaşım kullanabilmek için de HES kodumuzla eşleşme gerekecek. HES kodu, bireyin kayıt altında olması, geçerli bir kimlik numarası olması anlamına geliyor. Bu takip, kötü ellerde kitlesel pek çok dayatma ile insanlığı karşı karşıya bırakabilir. Diğer yandan söz konusu, toplumsal adalet ve sağlık olunca, kayıtsız bireyin toplumun diğer bireyleri üzerinde yarattığı riskler ve yükler de bu tür uygulamalarla denetlenebilir hale geldi.

Devlet ve sistem artık sanal olarak  bizi takipte. Günlük yaşamlarımız ve hareketlerimiz de zaten çok uzun bir süredir takipteydi; sadece artık bu takip görünür hale geldi. Devlet düzeni zaten ilk gününden itibaren tartışmalı bir konudur. Beğensek de beğenmesek de, medeniyetimizi de bu düzene borçluyuz. Sistemin kendisinin değil, kalitesinin ve iyiliğinin tartışıldığı bir ortamı her zaman daha nitelikli bulmuşumdur. Bununla savaşmak, veya bundan kaçmak yerine acaba burada rahatsız olduğumuz alanları iyileştirmek veya kendimize yeni kalkanlar sağlamak üzere neler yapabiliriz? Ne tür tasarımlar gelecekte birey ile sanal sistem gücü arasındaki dengeyi daha kabul edilebilir bir hale getirebililir?Tümü ile sanal ortamda; hatta nerede ise sadece bir iki yazımı üzerinde devam eden iş ve eğitim yaşamını geliştirmek, iyileştirmek için ne tür gelişimler sağlanabilir? Acaba alternatif ve insiyatifin kurumsal yapılarda değil de bireylerde olduğu sanal buluşma yazılımları tasarlanabilir ve yürütülebilir mi? 2020‘nin getirdikleri karşısında panik ile sanal ortama taşıdığımız tüm aksiyonlarımız, gerçekten de sanal ortamda devam etmek zorunda mı, yoksa daha nitelikli ve farklı, analog bazı deneyimler tasarlayabilir miyiz? Bunlar bana 2020’nin sordurduğu bazı sorular…

ZAMAN

Sanatçı çevresini ve yaşamı iyi sorgulayan kişidir. Bizler günlük koşturmaların yüzeyselliği içinde yüzerken onlar belirli konulara derinleşenlerdir. Böylece sanat da bizlere ufuk açan, ön görülü olmamızı, bir bakıma durup hissetmemizi sağlayan bir olgu olarak hayatlarımızda yön gösterici olur. 2019 yılındaki Venedik Bienali’nin, küratör Ralph Rugoff tarafından belirlenen teması “Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz” idi. Bu cümle aslında kökenin  bir eski bir Çin bedduasına dayanıp dayanmadığı belirsiz olan bir İngiliz deyişi: ‘May you live in the interesting times” 1960 yılında Kennedy de Cape Town‘daki bir konuşmasında “Eski bir Çin deyimi vardır” diye kulanmış. Rugoff’n tema metni aslında içinde bulunduğumuz zamanı bu cümlenin üzerine çok iyi inşa etmiş bir metin – merak edenler eminim araştırıp okuyacaklardır- ve 2020 yi düşündüğümde, nasıl da tam 12’den vurduğunu düşünmeden geçemiyorum! 

Gerçekten de zaman bize bugünkünden daha zor ve düzensizlik getirebilir; bu gerçek bugün bile geçerli.. 2020’ nin getirdiklerini lanetlerken her zaman içinde bulunduğumuz koşullardan daha fenasının da var olabileceğini göz ardı edemeyiz. Bu nedenle 2020 bize içinde bulunduğumuz zamanı sorgulatıyor. Üstelik zaman olgusuna sadece bu kadar  geniş perspektiften değil en küçük noktadan bakmamızı da sağlıyor. Sosyal yaşamında kısıtlanan birey, kendiyle başbaşa kaldığında veya dört duvar arasına sıkıştığında, zaman onun için esnedi, uzadı, büküldü. Buna verilen kişisel tepkiler yaratıcılık düzeyimize göre çeşitli oldu. Kimilerimiz büyük keşifler ve yeni başlangıçlar yaşadı; ki bana göre 2020 bu türden olumlu ve pozitif hikayelerle de dolu bir yandan. Zamanını nasıl kullanacağını bilemeyenler, içinde bulunduğu zamana adapte olamayanlar ise karamsarlığa ve umutsuzluğa büründü ve hala direnç gösteriyorlar.

Yine Sagan’dan bir alıntı ile bitireyim: “Sadece bir gün kanat çırpan ve bunun sonsuza dek olduğunu sanan kelebekler gibiyiz “

Özlem Yalım

1972 Ankara doğumlu.1995’te ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi olan Yalım, 1995-2000 yılları arasında kurucu ortağı olduğu Kilit Taşı tasarım ve mimarlık firmasında çok sayıda mobilya ve mekan tasarımı projelerine imza attı.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top