Neyin sürdürülebilirliği?

Ekonomi gündeminde o kadar çok gelişme oluyor ki, insan zaman zaman kendini boğulmuş hissedebiliyor. Öyle dönemlerde Pencere’deki köşeye biraz günlük gelişmelerden uzaklaşan, yarına ve geleceğe ilişkin konularda yazmayı tercih ediyorum. Hoş pek başaramadığım da sır değil!
Bu hafta da aslında yine gündemden çok uzak olmayan ancak tüm dünyayı daha uzun yılları meşgul edecek ekonomik adalet üzerine ve biraz da Türkiye’deki durum üzerine yazmak istedim.
Sanayi devrimi hatta çok daha öncesinden bu yana en çok tartışılan konuların başında ekonomik adalet gelir. Bu kadar çok konuşuluyor olmasının temel nedeni de bugüne kadar, adil bir ekonomik düzenin bir türlü yaratılamamış olması olsa gerek. 20. yüzyılın sonlarına doğru artan küreselleşme ve finansallaşma ile birlikte tüm dünyada yaşanan bölüşüm ve gelir sorunu daha da derinleşmeye başlasa da, konunun küresel ölçekte bir gündem maddesi haline gelmesi ancak 2008’de başlayan Küresel Finansal Kriz ile birlikte oldu. 2008 Krizi’nde gelişmiş ülkelerde artan dengesizlikler ve bu dengesizliklerle birlikte ortaya çıkan siyasal gelişmeler, tüm dünyada eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin daha fazla tartışılmasına neden oldu. Yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik gibi ekonomik ve sosyal adaletin temel dinamiklerini o döneme kadar kulak arkası eden gelişmiş ülkeler, “sürdürülebilirlik” altında bu kavramlara daha fazla yer vermeye başladılar.
Böylece başlangıçta çevre ve iklim ile tartışılmaya başlayan “sürdürülebilirlik” kavramı bugün çok daha geniş bir çerçeveden ele alınır hale geldi. Küresel eşitsizlikler, artan gelir adaletsizliği, yoksulluk, bölüşüm sorunu da sadece dünyanın sürdürülebilirliğini değil, kurulan küresel sistemin sürdürülebilirliğini de tehdit eder hale geldi. Aradan geçen yılların sonunda bugün artık hepimiz sürdürülebilirlik kavramı üzerine bir yandan kafa yorar hale geldik.
Her kavramın başına sürdürülebilirliği eklerken bir yandan iyileşmenin kalıcılığını vurgulamak istedik ancak öte yandan da kurulu düzenin devamını garantiye almamız gerektiğini zihinlere kazıdık. Ancak bu yaklaşım bir yandan da asıl sorunun o kurulu düzen olduğunu görmemizi engeller hale geldi.
Son dönemde de özellikle uluslararası kurumlar, önde gelen üniversiteler “sürdürülebilirlik” sloganı altında birçok toplantı, tartışma organize etmeye devam ediyorlar. Son bir hafta içerisinde bu başlıkta bana gelen toplantı daveti sayısı beşi geçti. Pandemi öncesinde iklim, ekosistemi korumak gibi konular öne çıkarken son dönemde konular, yukarıda bahsettiğim üzere daha çok eşitsizlikler üzerine odaklanmış durumda. Pandeminin zaten halihazırdaki ekonomik dengesizlikleri çok daha derinleştireceği fikri de ortada iken garip bir durum değil.
Peki dünyada uluslararası kuruluşlar, gelişmiş ülkeler bu noktada iken biz yıllardır kendi içimizdeki ekonomik adaletsizlikleri tartışabiliyor muyuz? Bölgeler arasındaki refah farklarını, her geçen gün daha fazla yoksullaşan toplumu tartışabiliyor muyuz? Mevcut vergilendirme sisteminin yarattığı adaletsizliği, devletin ekonomik adaleti sağlama fonksiyonunu günden güne yitirdiğini tartışabiliyor muyuz?
Daha kurdaki artışı bile eleştirdiğimizde ihanete kadar giden suçlamaların duyulduğu bir ortamda bunları tabii ki tartışmak mümkün değil! Ancak yine de hazır TÜİK hanehalkı gelir ve tüketim verilerini yayınlamışken biz de tarihe notumuzu düşelim! Durumun vehametini kabaca paylaşalım! İlk bakışta dahi Türkiye’de önümüzdeki dönemde ekonomik adaletsizliğin daha fazla derinleşeceğini gösteren birçok veriyi görebilirsiniz var. Yerimiz dar, sadece bir tanesini, eğitimi yazalım!
TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre toplumun en zengin yüzde 20’sinin ortalama geliri, en yoksul yüzde 20’sinin gelirinin 7,4 katını buluyor. Diyeceksiniz ki bu birçok ülkede benzer şekilde. Haklısınız! Ancak asıl mesele şu ki geçmişte yine bu oran bu kadar yüksek iken Türkiye’de devlet düzenleyici bir rol üstlenirdi. Eğitimde sunulan hizmet kalitesi ile bir denge sağlayabilir ve yetenekli gençler hak ettikleri yerlere gelebilecek eğitime erişebilecek kaynağa sahip olabilirdi. Pandemi koşullarında iyice bozulan bu denge, pandemi öncesi 2019’da da zaten farklı değildi!
TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre mesela İstanbul’da en yoksul %20’lik gelire sahip bir ailenin eğitime bütçesinden ayırabildiği pay sadece %1 iken, en zengin %20’lik gelire sahip ailede bu oran %6. Yani kaba bir hesapla 40 kat daha fazla! Bugün sadece öğrencilerin okudukları okul ve imkanları farklı görünüyor ancak bundan 20 sene sonra sınıf geçişi tamamen kaybolacak bir ülkeye dönüşeceğimizin sinyalleri net bir şekilde geliyor.
Böyle bir ortamda toplumun geniş kesimleri için uzun vadeli ekonomik adaleti sağlamak görevi ise maalesef “EBA”ya düşüyor! O da elbette çocuklar sisteme erişebilirse!
Diğer kalemlere, beslenme, barınma, sağlık, eğlence bakarsanız yine gelir dilimleri arasındaki harcama farkları benzer şekilde!
O zaman bir soruyla bitireyim!
Neyin sürdürülebilirliği?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Demir Arşivi