“Nitelikli” Okuma Üzerine

“Nitelikli” Okuma Üzerine
Cehaletin, bağnazlığın gölgesinden çıkabilmemiz için sadece “okuma” değil, “nitelikli okuma” kültürünü yerleştirmekten başka çıkar yolumuz yok. Şimdi mücadelemiz sadece cehalete ve bağnazlığa karşı değil. Gençlerimizi...

Cehaletin, bağnazlığın gölgesinden çıkabilmemiz için sadece “okuma” değil, “nitelikli okuma” kültürünü yerleştirmekten başka çıkar yolumuz yok. Şimdi mücadelemiz sadece cehalete ve bağnazlığa karşı değil. Gençlerimizi fast-food beslenmeden koruyacağımız gibi okuması kolay “kitap benzeri” ürünlerin yarattığı yalancı doygunluk hissinden de korumalıyız. Zira bu tür kitaplar hem içerikçe hem de etiketçe hafif oldukları için kısa sürede bolca okunup okuyan kişiye “okur dünyası”na girmenin sahte mutluluğunu yaşatabilmekte…

            Geçtiğimiz günlerde, yeni mezun öğrencimden gelen bir mesaj beni hem mutlu etti hem de bu yazı için bir ilham kaynağı oldu. Dersimde oldukça sessiz olan öğrencim “Hiç kitapla uzaktan yakından ilgisi olmayan bana kitapları sevdirdiniz” diyor ve benden kendisi için bir kitap listesi oluşturmamı istiyordu. Eğitimcilik hayatımda elde etmek istediğim hasatlardan biriydi bu ve bir şeyleri değiştirebileceğim inancının tazelenmesi. 

            Okuma kültürünün bu topraklarda olması gereken seviyeye hiç ulaşamadığı hepimizin malumu. Tayfun Atay hocamın da bahsettiği gibi biz sözlü (folk) kültüründen görsel (pop) kültürüne sıçramış, kitlesel anlamda “kitapla” hiç tanışmadan tam anlamıyla ekran yörüngesine girmiş bir toplumuz. Trinity College’in o dünyaca ünlü kütüphanesi gibi yazılı dünyanın mabetlerine denk geldiğimde üzüntüyle harmanlanmış bir imrenme duygusuna kapılmam bundandır. Bugünse yeterince boy veremeden görsel kültürün ve teknolojinin orağıyla biçiliyor, dijitalleşen dünyanın bizi bambaşka sıkıntılara gark edişini izliyoruz. Ray Bradbury’nin kült kitabı Fahrenheit 451’de yarattığı dünyanın bir benzerine mi sürükleniyoruz yoksa? Kahramanı Montag’ın gerçeklere uyanışını anlattığı kitabında Bradbury, beş yüz yıllık bir zaman diliminde insanların kitaba ve okumaya karşı ilgisinin nasıl kaybolduğunu (ve açıkçası kolaya kaçışını) kahramanlarının ağzından şu şekilde ifade eder;

            “Önceleri kitaplar birkaç kişiye çekici gelmişti, şurada, burada, her yerde...Filmler, radyolar, dergiler, kitaplar bir çeşit puding hazırlama yönergesi düzeyine indi, beni anlıyor musun?..Gözünde canlandır. On dokuzuncu yüzyıl insanı, atları, köpekleri, kedileri, ağır çekim halinde. Sonra, yirminci yüzyılda, kameranı hızlandır. Kitaplar kısaltılmış. Özetler, ana hatlar, ufak resimli gazeteler. Her şey komik öykülere, kopuk sonlara dönüşüyordu...Klasik yapıtlar kesilip on beş dakikalık radyo oyunlarını, tekrar kesilip, iki dakikalık kitap sütununu dolduruyor, daha da kısalınca sözlük sayfasında on ya da on iki satırlık özet oluyorlardı.”

            Liselerde hatta üniversitelerde bile işleri hakkıyla değil de yalapşap ve hızlıca yapma gayretine düşen günümüz öğrencilerindeki hâkim anlayışın okumayla ilgili araştırmalarda “özet”e saldırması bu distopyanın bir işaret fişeği olabilir mi?

Okumak, bir “açı edinme teknolojisi”dir

            Arsızlaşmanın ve vasatlaşmanın giderek trend(!) hale geldiği günümüzde, korkarım ki “hız”a odaklı yaşantıda, ekranda kayan görüntünün akışkanlığına (Bauman’ın ruhu şad olsun!) adapte olmuş zihinler için okumak ciddi bir yük haline geliyor. Hatta bu pandemi döneminde şahit olduğumuz üzere insanların tele konferans görüşmelerinde kitaplıkları önünde konuşmaları bile rahatsızlık yaratabiliyor. Teknoloji bir yandan e-kitap vb teknoloji sayesinde kitaba erişimi kolaylaştırırken bir yandan da ellere tutuşturulan elektronik cihazlarla bu alışkanlığa zaman kalmamasına neden olabiliyor. Ve ilginç bir biçimde tüm bu olanaklara rağmen kimi zaman “Kitap okumak ne işimize yarayacak?” tarzı sorgulamalarla karşılaşabiliyoruz. Oysa T24 sitesinde kaleme aldığı “Kitaplarda Okuduklarımızı Unutuyorsak Hâlâ Neden Okumalıyız?” yazısıyla Cemal Tunçdemir satır satır bu durumu açıklığa kavuşturuyor. Bakın yazıdan alınan şu satırlar ne güzel özetlemiş meramımızı;

            “Sığ ve basit okumalardan farklı olarak, kitap okumak, bir kişi, bir konu, bir olay veya bir öyküye zamansal, mekânsal, fikirsel ve ruhsal olarak derin ve farklı bakış olanağı sunar. Her konunun, kişinin, yerin, öykünün, olayın nüansları olduğu gerçeğine farkındalık yaratır. Bu da en başta bizi, esasında bir ergen hastalığı olan, üstünkörü yaklaşımlarla, ezbere şablonlarla, yaftalarla kestirip atan, ‘her şeyi bilen’, sinik, uzlaşılmaz ve köşeli bir karakter olmaktan çıkarıp her şeyi anlama çabası gösteren olgun bir insan olmaya evriltir…”

            Tunçdemir yazısının devamında Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü Steven Pinker’ın konuyla ilgili düşüncelerini de aktarıyor ve şöyle diyor;

            “Ona göre okumak bir ‘açı edinme teknolojisidir’. Bir başkasının düşünceleri beynimizin içine girdiğinde, dünyaya o insanın perspektifinden de bakabilme olanağı kazanıyoruz... Farklı insanların açılarından bakmayı deneyimledikçe de her şeye sadece kendi tek dar açısından bakan bir insan olmaktan çıkıyoruz. Başka kişilerin de bizimkiyle aynı olmasa da tıpkı bizim gibi ‘birinci tekil’ ve ‘şimdiki zaman’ sahibi bir bilinç evrenine ve zihinsel varlığa sahip olduğunun farkındalığına eriyoruz.  Varoluşunu, ötekine düşmanlık üzerine kurmuş kitle hareketlerinin, mutaassıp örgütlerin, üyelerini, kitaplardan, en azından ideolojik çizgide olmayan kitaplardan ve hele hele romanlardan sıkı sıkıya koruma çabasının, okurluğu sürekli aşağılamasının nedeni budur. Ancak ‘dar görüşlü’ biri, ona sunulan ‘herkes bize düşman; biz herkesten özeliz’ bağnazlığını kabullenir.”

En kolay yönetilenler, okuryazar olmayanlardır

            Okuyan insana karşı yaratılan düşmanlığın sebepleri ne hoş ifade edilmiş değil mi? Tam burada sözü en güzel kitaplarından biri olan “Okumanın Tarihi”ndeki şu satırları ile Alberto Manguel’e bırakalım isterseniz;

            “Diktatörlerin yüzyıllardır bildiği gibi, en kolay yönetilen topluluklar okuryazar olmayanlardır. Okuma bir defa öğrenilince unutulamayacağı için, en kolay kısıtlama yöntemi okuma alanını daraltmaktır. İşte bu nedenle de insanoğlunun yarattığı nesneler arasında diktatörlüklerin en büyük düşmanı kitaplar olmuştur. Mutlak güç tüm okumaların yalnızca resmi okumalar olmasını gerektirir. Kütüphaneler dolusu görüş yerine, yöneticinin sözleri yeterli olmalıdır. Voltaire, ‘Okumanın Korkunç Tehlikesi Üstüne’ başlıklı alaycı bir bildiride ‘polis topIumlarının gardiyanı ve koruyucusu olan bilgisizliği yayınız’ demektedir. İşte bu nedenle de, hangi biçimi ile olursa olsun, sansür gücün türevidir ve okumanın tarihinde papirüslerden günümüzün kitaplarına dek sansürcülerin ateşleri yanar. 

Çok satanlar, kitap-benzeri ürünler!

            Bugün teknoloji sansürün önüne geçebiliyor belki ancak bir başka distopya yazarı Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’da yarattığı hedonist topluma benzeyen günümüz toplumu kimi zaman rahata, keyfe ve hıza olan tutkusu ile yukarıdan gelecek bir baskı veya sansüre tabii olmadan da “nitelikli” kitapların ışığından kaçabilmekte. Yazar Ümit Alan’ın ifadesiyle “Kitap Benzeri Ürünler” gerçek okurları şaşkınlığa düşürecek şekilde “Çok Satanlar” listesinde zirveyi zorlayabiliyor. Kitap okuma alışkanlığının tohumlarını atmaya çalıştığımız ülkede kitap benzeri ayrık otlarını ayıklamakla da uğraşmak zorundayız. Oysa Kafka’nın, dostu Oskar Pollak'la olan mektuplaşmasında bahsettiği gibi; ".bütünüyle bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki?” değil mi? 

            Cehaletin, bağnazlığın gölgesinden çıkabilmemiz için sadece “okuma” değil, “nitelikli okuma” kültürünü yerleştirmekten başka çıkar yolumuz yok. Şimdi mücadelemiz sadece cehalete ve bağnazlığa karşı değil. Bugünün Kerberos’u aynı zamanda hedonizmden de güç alıyor. Gençlerimizi fast-food beslenmeden koruyacağımız gibi okuması kolay “kitap benzeri” ürünlerin yarattığı yalancı doygunluk hissinden de korumalıyız. Zira bu tür kitaplar hem içerikçe hem de etiketçe hafif oldukları için kısa sürede bolca okunup okuyan kişiye “okur dünyası”na girmenin sahte mutluluğunu yaşatabilmekte.      

            Diliyorum ki şarkılarda bolca, havasına, suyuna, taşına, toprağına bin can feda ettiğimiz, her köşesini cennet diye nitelendirdiğimiz bu memleketin hakettiği gibi yaşayan insanları olabilmek için “nitelikli” okumanın farkına varırız. Zira aydınlık geleceğin mimarı olacak gençleri yaratabilmemiz her zamankinden daha kolay, her zamankinden daha zor.