“ÖDLEKLER CESURDUR”

Her toplumda muktedirlerin ve onların kontrolü altındaki kitlelerin direksiyonu kötülüğe, nobranlığa, şiddete ve yıkıma kırdığı yol ayrımları bulunur, ama bu kitlesel histerilere kendilerini kaptırmadıkları, bunlardan özellikle uzak durdukları için hain ilan edilen veya ödlek diye alay edilen, ama ödedikleri maliyetle herkesten fazla cesur oldukları tarih önünde çoktan kanıtlanmış kahramanlar da vardır.

Bazı insanlar çok dayanaklı, çok metanetli, çok çilekeştirler. Tüm hayatları kendileri olmayı sürdürebilmek veya kendilerinin olan şeyleri koruyabilmek için çabalamakla çile içinde geçer gider. Kimsenin malında mülkünde gözleri yoktur, kimsenin tavuğuna kış demeyi düşünmezler. Kalenderdirler, bir doğruyu bulunca, bir hakikate rastlayınca ona sıkı sıkı sarılırlar, çünkü kendilerini iç huzuruyla, adam gibi yaşatacak değerler dışında tutunabilecekleri hiçbir dalları yoktur. Yalanlarla, maddi çıkarlarla, iktidar hırsıyla çalkalanan dünyada onların payına pek bir şey düşmemiştir. Aslanların avladığı, çakallarınsa leşine üşüştüğü dünya malından nasiplenmeye tamah etmezler. Diyojen’in ölümsüz ışığının halesi parıldar başlarının üzerinde, ama bir türlü istedikleri o ihsana da kavuşamazlar. Karanlığın gölgesi bir hayalet gibi sürekli peşlerinde dolanır durur. Aslanlarla çakallar, kendi doyduklarıyla yetinip köşelerine çekilmektense önlerine atılan kemiğe tamah etmiyorlar diye onlara bir de diş bilerler. Soysuz şölenlerine onlar da katılsın isterler; onlar da hırsızlık yapsın, onlar da yalan söylesin, yalakalık etsin, savaşlara gitsin, linç kampanyalarına katılsın, çocuklara tecavüz etsin, kadınları öldürsün, sağa sola tehditler yağdırsın isterler. Ama onlar harıl harıl kaynayan bu ahlaksızlık kazanına kepçelerini daldırmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler. İçinde her türden kötülüğün kaynayıp birbirine yapıştığı bu kazanın ateşi ürkütür onları. Yok etmekten, yok olmaktan korkarlar, incinmekten, incitmekten ürkerler. Fal taşı gibi açılmış gözlerle seyrederler bu cehennemî hengâmeyi. Evet, onlar böyledirler, ödlektirler!

KRISTOFOR YATAKALTI BİR ÖDLEK MİYDİ?

Bazı kitaplar, bazı yazarlar vardır, sizi sonsuza dek kuşatırlar. Büyüsüne kapılıp satırları arasında kaybolup gittiğiniz, sonra bambaşka bir biçimde kendinizi yeniden bulduğunuz bu kitaplar olmasa yaşamanın da bir değeri olmazmış gibi gelir size. Zamana meydan okudukları için, onların anlattığı hayatlar, deneyimler ve insanlar dünya yolculuğunun her dönemecinde size bir şeyler öğretmeye devam ederler. Ne zaman umutsuzluğa kapılacak olsanız, ne vakit olanı biteni anlamlandırmak çileye, cehenneme dönüşse, tarihin tüm kırılımlarındaki tüm dehşet ve umutsuzluk anlarında ışığın nereden geldiği gösteren, karanlığı yırtıp atan o eşsiz satırlara dönüp rahatlarsınız. Kökleri bu topraklara uzanan; hemşerim, dostum, ağabeyim, amcam veya dedem kadar kendime yakın bulduğum William Saroyan’ın satırları da işte böyledir benim için. Onun, dilimizde ‘Ödlekler Cesurdur’ adıyla yayımlanan öykü derlemesinde yer alan ‘Ödlekler’ adlı hikâyesi, özellikle bu hikâye, defalarca okunsa da eskimeyecek bir başyapıttır bana göre. Bu öykünün satırları, su gibi akıp gidişine inat, önce müthiş bir kafa karışıklığı, derin bir kavram kargaşası yaratır. Durdura durdura, düşündürerek okutur kendisini. İnsan davranışlarının fırtınalı doğasını, toplumun hakim değerleriyle çarpıştıra çarpıştıra bir çelişkiyi ilmek ilmek çözer ve en sade haliyle önünüze koyuverir en sonunda. Bu öyküde, kendi halinde, sıradan ve iddiasız bir hayat sürmekte olan genç bir tezgahtarın Amerikan Ordu’sunun celp talebini alınca birden bire sırra kadem basışı anlatılır. Kasabalılar, önce onun da diğer gençler gibi orduya katıldığını, cepheye gönderildiğini sanırlar. Gelin görün ki, zaman içinde cepheden ölüm haberleri, mektuplar gelip gittikçe ondan haber alınamaması söylentilere yol açar, kasabalılar onun bir asker kaçağı olduğundan şüphelenmeye başlamışlardır. Gerçekten de genç Kristofor orduya hiç katılmamıştır, savaş bitene dek kasabalıların burnunun dibinde, annesinin evinde, kendi yatak odasındaki döşeğin altında saklanmayı uygun görmüştür. Genç adamın bu durumu kasabada alay konusu olur, soyadını ‘Yatakaltı’ diye söylemeye başlayanlar çıkar. Okur, Kristofor’un bu davranışı hakkında ne düşüneyim, bir türlü kendisini onun yerine koymayı gururuna yediremediği için onunla neresinden empati kurayım diye kıvranırken Saroyan çarpıcı bir kıvraklıkla kötü edebiyattan bildik acındırma, zayıf gösterme numarasını bir kenara atar ve okurun (ya da onun temsil ettiği hakim bakış açısının) penceresini kapatıp Kristofor’unkini açar. Yaşlı, görmüş geçirmiş bir kasabalıya şöyle söyletir onun hakkında: “Şüphesiz o bir ödlek; ama bir erkek, ödlek olabilmek için çok daha fazla cesur olmalı. Arkadaşlarınla birlikte hükümetin emrinde asker olmak kolaydır ama asıl zor olan kendin olmaktır, annenin evindeki yatağın altında olsan bile.”  

“HAYIR, MASUM İNSANLARI ÖLDÜRMEYECEĞİM”

Her toplumda muktedirlerin ve onların kontrolü altındaki kitlelerin direksiyonu kötülüğe, nobranlığa, şiddete ve yıkıma kırdığı yol ayrımları vardır. Nazizm çılgınlığı böyle bir şeydi, Ruanda’da Hutu Kabilesi’nin elleri palalı katilleri bir yıl içinde 800 bin Tutsi’liyi yok ettiler, Amerika’da o akıl almaz Vietnam çılgınlığı yaşandı; asri zamanların canavarlıkları saymakla bitmez. Bu kitlesel histerilere kendilerini kaptırmadıkları, bunlardan özellikle uzak durdukları için hain ilan edilen veya ödlek diye alay edilen, ama ödedikleri maliyetle herkesten fazla cesur oldukları tarih önünde çoktan kanıtlanmış kahramanlar da vardır. Belki de insanlık, Sarayon’ın öyküsündeki Kristofor gibi binlerce isimsiz korkağın ve onlara ilham kaynağı olan, yol arkadaşlığı yapan ikonik isimlerin yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor. Mesela, geçtiğimiz yüzyılın en tanınmış ödleklerinden birisi olan Muhammed Ali’yi hatırlayalım. Amerika’nın, pek de ironik bir biçimde, karşına çıksalar kaçacak delik arayacak aslanlarıyla çakallarının hain ve korkak ilan ettiği bu adam tıpkı Saroyan’ın Kristofor’u gibi hükümetinin çağrısına karşı koymuş, Vietnam’da savaşmak üzere orduya katılmayı reddetmişti. Devlet, Ali’nin sporcu lisansını iptal etti, ona en verimli döneminde 5 yıl müsabaka yasağı getirdi. Gene de o, ödleklikten yarım adım dahi geri atmamıştı. Bu tutumunu sorgulayanlara şöyle sesleniyordu Ali: “Neden ben ve diğer siyahiler gidip Amerika’dan 15 bin km ötedeki, kendilerine hiçbir zararı dokunmamış kavruk tenli  insanların üzerine bombalar ve mermiler yağdıralım ki? Ben de aynen şunu söyledim; hayır, buradan 15 bin km gidip masum insanları öldürmeyeceğim, ama Vietnamlılar gelip ülkeme saldırırsa, onlarla savaşacak ilk kişi ben olacağım.” Ve, tarihin, ucuz kahramanlıkları adilce yargılayıp mahkum ettiği güne kadar sabırla köşesinde bekledi, kılını kıpırdatmadı, gerçekten de büyük bir ödlekti.

NAİFLİĞİN ARDINDA YATAN YÜCELİK

Bazı insanlar, evet, çok dayanaklı, çok metanetli ve çok çilekeştirler, baştan ayağa kıyasıya yozlaşmış, yozlaştırılmış bir kitlenin içinde kendileri olarak tertemiz kalabilmek için alabildiğine zorlu bir mücadele vermek zorundadır onlar, çünkü bir meçhule giden çirkef nehirlerine dalmıyorlar, kıyıda bekliyorlar diye sürekli aşağılanır, hor görülür, hain ilan edilirler. Gürül gürül bir ırmak olmuş hamaset denizine doğru akıp giden bir güruha sırt çevirmenin maliyeti fazla, çok fazladır. Ödlekler, eylemsizmiş gibi görünebilirler, ama asıl büyük eylem onların kırılgan varlıkları, ürkekçe kendilerine tutunuşlarıdır. Saroyan, onların naifliklerinin ardında yatan yüceliği şu sözlerle anlatır: “En iyi insanlar ödleklerdir, en ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır… Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.” İşte bu yüzden bir toplumda, her yerde ve zamanda ve tabii ki bizim güzel memleketimizde de ödleklerin sayısının artması çok iyi olur. Bu, bizi ucunda ışık namına en ufak bir şey dahi görünmeyen karanlık tünellere dalmaktan alıkoyar, hepimizi kurtarır.

Ara Özet:

“Şüphesiz o bir ödlek; ama bir erkek, ödlek olabilmek için çok daha fazla cesur olmalı. Arkadaşlarınla birlikte hükümetin emrinde asker olmak kolaydır ama asıl zor olan kendin olmaktır, annenin evindeki yatağın altında olsan bile.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güney Arşivi