Olmak ya da olamamak…

Bilen ya da biliyormuş gibi görünen değil, ne bilmediğini bilen insandır “olmuş” insan. Yani “olmak” dediğimiz şey “var olmak”la değil, “kendini bilmek”le ilgilidir. Sokrates’in amacı insanı anlamak, insanı keşfetmek, insanın ne’liğini sorgulamaktı. Aslında insan kavramının ne anlama geldiğiyle ilgileniyordu ama o aynı zamanda felsefeyi hayata indirgeyen, nasıl düşünüyorsa öyle yaşayan bir düşünürdü. Hayat pratiğine çok önem verirdi. Bu nedenle sadece insanı değil, kendisini de anlamaya, tanımaya, kendisini bilmeye yönelmişti.

İlk bakışta ontolojik (varlık bilimsel) bir anlamı var “olmak” fiilinin. Yani var olmakla ilgili. Yeryüzünde, aslında daha geniş anlamıyla uzayda yer kaplamak, bir madde olarak var olmak. Tıpkı bir taşın, toprağın, suyun, bitkinin, hayvanın var olduğu gibi var olmak… Tabii ben bu yazıda bu anlamda var olmaktan değil, insan olmaktan, olabilmekten bahsetmek istiyorum. Peki ne demek insan olarak var olmak? Yani “olmak”.

GELİN FELSEFEYE SIĞINALIM

Felsefeye biraz meraklı olanlar Sokrates’in felsefe tarihindeki önemini bilir. Sokrates adeta bir milattır felsefe tarihinde. Tabii isterseniz her filozofu bir dönemin, bir çağın, bir düşünce ve yaşam değişikliğinin miladı sayabilirsiniz. Ama Sokrates’in yeri gerçekten başka. “Sokrates Öncesi” deyimi boşuna kullanılmaz felsefede. Esas olarak doğayla ilgilenen, doğayı anlamaya çalışan ilk düşünürlere “doğa filozofları” denir. Felsefe tarihinde bu düşünürlerin bir adı daha vardır. Sokrates Öncesi (Pre-Sokratik) filozoflar da denir bu insanlara. Bu, öyle basit, kronolojik bir ayırım değildir. Sokrates felsefedeki düşünce merkezini değiştirdiği, en azından yeni bir yol açtığı için yapılır bu ayırım. Sokrates’e kadar (Sofistler hariç) hemen hemen tüm düşünürler doğayı anlamak üzerine kafa yormuşlardı. Sokrates ise düşüncenin merkezine ‘insan’ı koydu. Doğayı anlamak iyi güzel ama esas insanı anlamak gerek dedi ve felsefenin yönü birden değişiverdi. Böylece felsefeyle bilimin birbirinden ayrışmaya başladığı dönemin ilk adımını atmış oldu. Bu nedenle Sokrates’i ‘ilk filozof’ olarak adlandıran felsefe tarihçileri de var.

Bu kadar uzun bir girizgâhı neden yaptım? “Var olmak”la “olmak” arasındaki farkı çok daha net koyabilmek için. Dedik ya, Sokrates işin içerisine insanı soktu… İşte “var olmak”la “olmak” arasındaki fark da bu noktada çıktı karşımıza. Sokrates öncesi doğa filozofları varlıkla, varlığın var olmasıyla ilgileniyorlardı. Yani bakış açıları genel olarak ontolojikti. Sokrates ise esas anlaşılması gereken insandır dediği andan itibaren felsefi düşünceyi ontolojik alandan epistemolojik (bilgi teorisi) ve etik (ahlak teorisi) alanlarına itmiş oldu. Bu alanlar ondan önce de vardı elbette ama bu disiplinleri düşüncenin merkezine koymak bambaşka yollar serdi insanlığın önüne.

SOKRATES ASLINDA NEYİ SAVUNDU?

Sözü Sokrates’ten açmışken ve bu önemli ayırımı onun bakış açısından tanımlamışken aynı yoldan devam edelim biraz daha. Sokrates’in insan için “olmak”, hadi gündelik dilde söyleyelim, olgunlaşmak, pişmek dediği şeyi en iyi anlatan metinlerden biri Platon’un “Sokrates’in Savunması” kitabıdır. Hikâyeyi bilirsiniz. Sokrates aslında kendisini çekemeyenler ve onun varlığına katlanamayanlar tarafından iftiraya uğramış ve yargılanmıştır. Bu iftira onun Atinalı gençleri başka tanrılara inandırma niyetinde olduğu üzerinedir. Hatta bazıları onun büsbütün tanrıtanımaz olduğunu bile dile getirmişlerdir. Sokrates de kendi savunmasını kendisi yaparken başından geçen şu hikâyeyi anlatır. Eski bir dostu olan Khairephon bir gün Delphoi’deki Apollon Tapınağı’na gider. Kâhin aracılığıyla Apollon’a “Dünyada Sokrates’ten daha bilge biri var mı?” diye sorar. Apollon’un cevabı “hayır”dır. Yani en bilge kişinin Sokrates olduğunu söyler. Khairephon Sokrates’e Apollon’un cevabını aktardığında bu bir tanrı kelamı olduğu için reddetmez. Ama kendisinin de en bilge kişi olmadığını düşünmektedir. Apollon muhakkak başka bir şey söylemek, başka türlü bir mesaj vermek istenmiştir der ve bu sözün esas olarak ne anlama geldiğini araştırmaya başlar.

SİYASETÇİ NEYİ BİLİYOR?

Önce kendisinden daha bilge olduğunu düşündüğü siyasetçiye gider. Onun bilgisini test eder. Sonra görür ki siyasetçi aslında hiçbir şey bilmiyordur ama her şeyi biliyormuş gibi davranmaktadır ve insanları da bilgiye sahip olduğuna inandırmaktadır. Bir dakika… Ne kadar tanıdık geldi değil mi? Günümüz siyasetçilerini televizyonlarda, gazetelerde görüyorsunuz her gün. Ne kadar da her şeyi biliyorlar. Ben bu konuda uzmanım diye başlayan cümlelerinin ardından halka yaşattıklarını hepimiz görüyoruz. Ekonomi uzmanı siyasetçilerin bilim dışı, akıl dışı ekonomi teorileri bizi ne hale getirdi? Enerji uzmanı siyasetçilerin orada petrol bulduk, buradan doğal gaz çıktı. Sabredin bak valla, 3-5 yıla doğal gaz rezervlerimiz sayesinde her şey ucuzlayacak söylemleri… Tarım uzmanı siyasetçilerin Türkiye’de tarımı geliştireceğiz deyip çiftçiyi ne hale getirdiklerini hepimiz görmüyor muyuz? Eğitimden adalete, sağlıktan teknolojiye her şeyi çok iyi bilen(!) siyasetçilerimiz bildiklerini eylerken ülkeyi, halkı ne duruma düşürüyorlar apaçık görmüyor muyuz? İşte Sokrates de görmüş 2.400 yıl önce ve demiş ki “Yoooo! Siyasetçi benden daha bilge değilmiş.”

SANAT OLGUNLAŞTIRIR MI?

Sokrates daha sonra kendisinden daha bilgedir diye umduğu sanatçılara gider. Ama orada da hayal kırıklığına uğrar. Bakar ki sanatçı kendi yazdığı, çizdiği şeyden bihaber. Halk onların eserlerini onlardan daha iyi yorumluyor. Hayatı onlardan daha iyi anlıyor. Der ki yine olmadı. Sanatçı da benden daha bilge değilmiş. Bu da tanıdık geldi mi? Sanatçı olduğunu iddia edenlerin şampanya hikâyeleri, hiç anlamamalarına rağmen siyasetle ve yaşam biçimleriyle ilgili bilgece(!) sözleri. Sanatçı dediğin aydın olur. Garsonun kafasına şampanya dökerek olunmuyor tabii. Hadi o kişiyi sanatçıdan saymayalım. ‘Yetmez ama evet’çi sanatçılarımız nerede bugün? Hani aydın dediğimiz; bizim edebiyatımıza, güzel sanatlarımıza yön veriyorlar dediklerimiz. E hani aydındı bu insanlar… Aydın dediğin kimdir? Hayatı, yaşananları, insanları iyi tanıyan, ileriyi görebilen ve ona göre hareket edip, ona göre konuşanlar değil mi? Hatta yazdıkları çizdikleriyle geleceği kuranlar değil mi? Demek ki neymiş? Bizim ‘yetmez ama evet’çi sanatçılarımız aydın değilmiş. Yani onlar da bilmedikleri konularda atıp tutuyorlarmış. Sokrates’in ‘benden daha bilgedir’ umuduyla yanına gittiği sanatçılar gibi.

İŞ DÜNYASI NE KADAR OLGUN?

Sokrates’in son durağı zanaatkârlar olur. Bildiğiniz el işçileri, o dönemin iş insanları. Onlardan gerçekten umutludur ve ilk başta da bu umudunun karşılığını alır. Der ki “Tamam işte, benim bilmediğim şeyleri biliyorlar. Çanak çömlek yapıyorlar, ben yapamam.” Ama onlarda da problem çıkar bir süre sonra. Sokrates bakar ki bu adamlar çanak çömlek yapmayı, el işçiliğini, iş yapmayı biliyor da buradan gelen bilgileri sayesinde biraz kendilerini kaybetmişler. Sadece kendi yaptıkları işi değil, insan için en iyisi nedir, onu da bildiklerini iddia ediyorlar. Haydaaa! Bunlar da olmadı. Günümüzün iş insanlarını düşünün. Patronları yani… Hani “para bende, o yüzden her şeyin iyisini, doğrusunu da ben bilirim” diyen patronları. Rastlamadınız mı hiç bu büyük egolara? Ben çok rastladım da… Tıpkı Sokrates gibi. 2.400 sene önce Sokrates’in rastladığı bu zanaatkârlar bugün KOBİ patronu olmuşlar, pazarlamayı da satışı da üretimi de yönetimi de hep onlar biliyor, en iyisini onlar biliyor.

GERÇEK BİLGE KİMDİR?

Gördüğünüz gibi Sokrates en bilge kişinin kendisi olmadığını kanıtlamaya çalışır. Apollon’un sözünü “başka bir şey söylemeye çalışıyor bu tanrı” diye sorgular. Bu çabanın sonunda ise bir sonuca varır. “Gerçekten de benden daha bilge birisine rastlamadım” der ve şu ünlü sözünü söyler: “Bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir. Çünkü en azından ben ne bilmediğimi biliyorum.” İşte onun bu sözünün bence en can alıcı noktası ‘ne bilmediğini bilmek’ meselesidir.

Bilen ya da biliyormuş gibi görünen değil, ne bilmediğini bilen insandır “olmuş” insan. Yani “olmak” dediğimiz şey “var olmak”la değil, “kendini bilmek”le ilgilidir. Sokrates’in amacı insanı anlamak, insanı keşfetmek, insanın ne’liğini sorgulamaktı. Aslında insan kavramının ne anlama geldiğiyle ilgileniyordu ama o aynı zamanda felsefeyi hayata indirgeyen, nasıl düşünüyorsa öyle yaşayan bir düşünürdü. Hayat pratiğine çok önem verirdi. Bu nedenle sadece insanı değil, kendisini de anlamaya, tanımaya, kendisini bilmeye yönelmişti.

Biliyormuş gibi görünenlerin hamlığı ile kendini bilenlerin olmuşluğu arasındaki fark aslında ne kadar açık. Ama biz bunu görmeyi hep reddediyoruz. Sokrates’in girdiği kendini sorgulama zahmetine girmekten hep kaçıyoruz. Ham insanla olmuşu arasında seçim yaparken hep hamların peşinden gidiyoruz. Olmuş insana da hep bir tepeden bakıyoruz. Sosyal medyada “olmuş” insanla ilgili yazılmış özlü sözleri beğeniyoruz da Sokrates gibi o sözleri uygulamayı beceremiyoruz. Oysa biliyoruz ki ham insan kibirlidir, olmuş insan ise mütevazı. Ama biz mütevazı insanı kendine güvensizlikle suçlarız genelde. Oysa bilmemiz gerekir ki kendine güvenle kendini bilmezlik arasında çok ince bir çizgi vardır ve insan dediğimiz yaratık bu çizgiyi aşmaya çok meraklıdır. Ham insan çok konuşur, olmuş insan ise çok dinler. Ham insan her şeyi biliyormuş gibi görünür, olmuş insan her şeye şüpheyle yaklaşır, kendisine bile. Ham insan bilmiyorum demekte, olmuş insan biliyorum demekte zorlanır. Ham insan fikrisabittir, olmuş insan fikrini değiştirir. Ham insan bugünü bile göremez, anlayamaz, olmuş insan geçmişi okur, bugünü anlar, geleceği görür. Ham insan duygularıyla hareket eder, olmuş insan düşünceleriyle eyler.

OLMAK DEDİĞİN…

Sokrates’le başladık bizden bilgelerle devam edelim… Ne demiş Yunus? “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmez isen, ya nice okumaktır?” Olmuş insan bu kadar mı güzel anlatılır? Mevlâna’nın şu sözünü biliriz de neden hep kulak arkası ederiz? “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.” Sokrates de Yunus da Mevlâna da aslında aynı şeyi söylüyor. Cehalet bilgiyi bilmemek değil, kendini bilmemektir.

Bu ülkede polis memuru bir aracı kontrol ya da kural ihlali için durdurduğunda “Benim arabamı durduramazsın, ben milletvekiliyim” diyen de var, polis dolmuşta kimlik kontrolü yaparken valiye rastladığında “sayın valim biz sizi götürelim” dediğinde, “özel tatilimde devlet aracına binmem” diyen vali de. E şimdi soruyorum size… Kendini bilenle bilmeyen bir olur mu hiç?

Sokrates’in, Yunus’un, Mevlâna’nın epistemolojik olan bu söylemleri hiç şüphesiz ki aynı zamanda etik bir duruş da gerektiriyor. Çünkü insan için “olmak” dediğin, insanlığın hakkını vermek anlamına geliyor. Yani “olmak” sadece var olmakla ya da sadece bilmekle olacak iş değil. Ahlâk da olacak insanda.

“Ancak ben düzeltirim”, “ne varsa bende var”, “ne gerekiyorsa ancak ben yapabilirim” diyenlerin aslında neyi bilmedikleri çok açık. Bir gün sizin de karşınıza “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye soran biri çıkarsa, ona cevap olarak esas soruyu sorun: “Sen kendinin kim olduğunu biliyor musun?”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi