ÖLMELİ Mİ ÖLMEMELİ Mİ? / Edebiyatta İntihar- 2

Son Güncellenme Tarihi: Nisan 11, 2020 / 15:42

Ölüm bizi esir aldı, bırakmak bilmiyor. Kendini sayılara dönüştürmekten fazlasını yapıyor, ruhumuzun bir parçasını alıp yanında götürüyor, kalan yarısını yaralı bırakıyor.

Yaralanıyoruz çünkü çok değil, daha bir hafta önce siyasi mahkumların, gazetecilerin kaç gündür “içeride” olduklarının sayısını tutarken, kadınların yüzünü onulmaz şekilde yakanların, onları gözünü kırpmadan öldürenlerin “dışarıya” çıkacaklarını ama “sistemin kötü çocuklarının” kapalı günlerinin çarpılarını takvime daha çok çizeceğimizin bilgisi yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Yaralanıyoruz, kendini ölmeye yatıran müzisyenin kırılgan bedeni elimizden kayıp gidiyor. Ölmek yine yetmiyor, bir mezarlık gaza boğuluyor, gazın hedefiyse bir mezarlık dolusu ölü oluyor. Bir bedenle birlikte, şu çok övündüğümüz “Ölünün arkasından kötü konuşmama” adetimizin de çoktan yitip gitmiş olduğunu fark ediyoruz.

Kayıp bir kadını arıyoruz aylardır, onu ararken bir nehrin dibinde başka bir ölü kadın buluyoruz. Bu topraklar devasa bir kadın mezarlığı ne de olsa..

Sosyal hizmet sisteminin içinde sosyal politikalar üretmesini beklediğimiz resmi dil, “öteden” bulduğu vatandaşa “gebermesini” buyuruyor. “Gebermek “sözcüğünün kökenini “kabarmak”tan aldığını, yani ölmenin ötesinde bir şeyden bahsettiğini, “geberme”nin ölünün şişip kabardığı, belki de kokmaya başladığı ölüm anına vurgu yapan ve aslında istenmeyen bir durum olduğunu buyurgan dilin içinde bir yer biliyor olmalı.

Ölümle dirim arasında savrulduğumuz bu günlerde yaralanıyoruz bu öfkeden, Eros ve Thanatos gözümüzün önünde çekişiyor artık, yaşamın da ölümün de irademizden ötede olduğunu her gün tekrar fark ediyoruz.

O halde ölümü iradesiyle seçenlerin öyküsüne devam edelim bu hafta da.

Ölümle dirim arasında savrulduğumuz bu günlerde yaralanıyoruz bu öfkeden, Eros ve Thanatos gözümüzün önünde çekişiyor artık, yaşamın da ölümün de irademizden ötede olduğunu her gün tekrar fark ediyoruz

Uzak Bir Coğrafyada Ölüm Algısı: Japonya, Kavabata, Mişima

Amerikalı antropolog Ruth Benedict “The Chrysanthemum and the Sword” (Krizantem ve Kılıç) isimli kitabında Japon ahlȃkını “Bir Utanma Ahlȃkı” olarak tanımlar. Bu ahlȃk yaşamı ölüme savurma konusunda her daim cesur olmuştur. Bu savrulmanın gündelik hayat üzerindeki sembolleri –Japonya’da ölüm imajı- Batı’nın aksine kaba, şiddetli ve korkulu olmamıştır, elinde taşıdığı tırpanıyla Azrail’in yolu Japonya’ya düşmemiştir hiç. Tam aksine ölüm küçük çaylardan berrak sularını dünyaya akıtan, tertemiz bir baharda ortaya çıkan bir imajdır.  Ölümün bu bildik, tanıdık, yakın imajı onu yaşamdan koparmaz, intiharı utanç ahlȃkı bağlamında adeta destekler.

Yasunari Kavabata (1899-1972) -Nobel Edebiyat Ödülü Komitesinin 1968’de “Japonların düşünce tarzını yansıtmasından ve öykü anlatımındaki özelliklerinden dolayı” şeklindeki duyurusuyla ödüle layık gördüğü yazarı- yaşamını sonu gelmeyen kayıplar ve savaşın travmasıyla geçirmesinin ardından 73 yaşında – intiharın sık görülmediği bir yaş olduğunu da hatırlatmalıyım tam burada- bu dünyadaki varlığını evindeki havagazını soluyarak sonlandırır. Bir röportajında söylediği “Uyurken uyanık, uyanıkken de uyur gibiyim” cümlesini doğrulamak istercesine.

Çocuk yaşında anne ve babası ölmüş, kız kardeşi başka bir aileye verilmiştir. Ardından bakımını üstlenen büyükannesini de kaybeder Kavabata. Çocukluk ve ilk gençliği kişisel kayıplarla yoğrulmuştur, 1923’de yaşanan ve 140.000 ölüme neden olan “Büyük Kanto Depremi” ile İkinci Dünya Savaşı’nın ülkenin kimliğini yok etmesi ve “en yakın arkadaşı” olarak tanımladığı Yukio Mişima’nın sıradışı intiharı yaşama karşı sabrı tüketir.

Yasunari Kavabata
(1899-1972)

Aynı dönemin yazarıdır Yukio Mişima –asıl adıyla Kimitake Hiraoka- (1925-1970). Kavabata’dan daha gençtir, ama yine Kavabata’nın tabiriyle Nobel Edebiyat Ödülünü hak eden tek Japon yazardır.

Bir samuray ailesinden gelen babaannesi, doğduğu gün onu annesinin yanından almış, sadece beslenme saatlerinde geri vermiştir. Japonya dışında da ünlenmesini sağlayan otobiyografik romanı “Bir Maskenin İtirafları” (1949) sıradışı çocukluk anılarıyla açılır. Babaannesi ile ilişkisini “Sekiz yaşındayken altmış yaşında bir sevgilim vardı” diyerek özetler. İlk uzun öyküsü 16 yaşındayken basılır, ünlenme yolunda ilk adımını bu öyküyle atar. Fuji Dağı’nın karlı tepelerinden ilhamla Japonca’da “kar” sözcüğünü çağrıştıran “Yukio” adını verir kendine.

Koltuk-altı ve tere fetişistik yönelim

“Bir Maskenin İtirafları” cinsel kimliğini belirleyen ilk anısını da tüm samimiyetiyle paylaştığı metnidir Mişima’nın. Guido Reni’nin Aziz Sebastian tablosuna uzun uzun bakarak geçirdiği günler, bir ömür bu tabloya karşı hissettiği tutkulu bağlılık… Genç bir azizin öldürülüş anının temsili, yaşamının sonrasını da şaşırtıcı bir benzerlikle belirleyecektir.

“Kadınlara kur yapmaktan hoşlanıyorum, ama bir kadınla cinsel ilişki ilgi alanımın dışında” diyen, beyaz eldivenlere, koltuk altına ve tere olan fetişistik yönelimini saklama gereği duymayan bu sıra dışı karakter, Tokyo’da hukuk eğitimi gördüğü sırada ülkesi hızla savaşa girmiştir bile.  Mişima hukuk eğitimini yarıda bırakır ve savaş uçağı üreten bir fabrikada –çoğu Japon genci gibi- çalışmaya başlar. Savaş Japonya için Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasıyla sona ererken Mişima o yılları “Bu biraz daha sürseydi hepimiz çıldırırdık” şeklinde dillendirecektir.

Kâğıt üzerindeki evliliği, Samuray ilkelerine sıkı sıkıya bağlılığı, “Onursuzluktan kaçmak için ölmek gerekir, Entellektüeller fanatik olamaz, eğer olabilselerdi eylemleri insan eyleminin ideal formu olurdu ve ahlȃk, düşman karşısında mahcup olmama üzerine kurulu olmalıdır” diyen başucu kitabı Hagakure, Samurayın Yolu, gitgide fanatikleşen bir kişiliğin ilk izleridir belki de.

Savaşın sonuçlarını halkına radyoda yaptığı bir konuşmayla duyurur 124. Japon İmparatoru Hirohito. Japon halkı felç olmuştur, dokunulamayan, gözlerden uzak yaşayan, sesini kimsenin duymadığı ve kaynağını güneşten alan imparator artık normalleşmiş, bir radyodan gücünden vazgeçişini duyurmuştur. Bu Mişima için kırılma noktasıdır.

Bir yandan yazmaya devam edecek, Japonya’nın dört dönemini anlattığı Bereket Denizi dörtlemesini yayınlayacak –Bereket Denizi ay yüzeyinde bilinen bir düzlüğün adıdır, suyu ve denizi olmayan yaşamsız bir ovadır burası- ve dörtlemede artık Japonya’nın ne suyu ne de havası olan yaşamsızlığından dem vuracaktır. Tek çözüm eski düzene geri dönüştür, imparator gücünü yeniden kazanmalıdır.

Kendi parasal imkanlarıyla kurduğu ve 100 kişiden oluşan bir askeri tim olan Kalkan Birliği, her gün yapılan talimler, samuray ilkelerine ve imparatora her geçen gün artan bağlılık, çocuksu denebilecek bir marş eşliğinde yapılan günlük koşular, Mişima ve “askerlerinin” bir askeri birliği basması ve askerlere imparator adına yapılacak bir isyanın çağrısı içler acısı bir acizlik gösterisine dönüşerek sonlanır. Mişima artık gerçek bir Japon gibi şerefiyle ölmelidir. Birliğin içinde “seppuku” yaparak kendini öldürür, hemen arkasında ritüel sırasında başını kesecek olan en yakın arkadaşı durmaktadır.

Ardından “Onun için üzülmeyin” der annesi, “Hayatında yapmayı en çok istediği şeyi sonunda başardı” .

Ya içinde bir ömür ölüm ve intihar dürtüsüyle yaşayan ama bunu yapamayıp kahramanlarına yaptıran edebiyatçılar…

Onları da haftaya konuk edelim burada. 

  • Yasunari Kavabata, Bin Beyaz Turna, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Cem Yayınevi, 1968
  • Tsunetomo Yamamoto, Hagakure: Saklı Yapraklar, Çev: Hüseyin Can Erkin, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006
  • Philippa Aries, Batı’da Ölümün Tarihi, Çev: Işın Gürbüz, Everest Yayınları, 2015
  • Yukio Mişima, Bir Maskenin İtirafları, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Afa Yayınları, 1991

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top