Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

ÖLÜMLÜLÜĞÜ AŞMA ARZUSU

Manasını yitirmekte olan devrin ufunetini hissediyoruz. Tükenmişlik, bunalım, sıkıntı ve boşvermişliğin çevrelediği; duygudaşlıktan ırak, devrimden uzak bir devir. Picasso’nun atomlarına parçalanmış, ayrışmış; boşluğu ve umutsuzluğu sembolize eden, sanki artık var olamayan insanların taşıdığı mekanikleşmiş yüzlerin hâkim olmaya başladığı çağdayız -yeniden-. Teknoloji, hız, performans ve tüketimle ölümden yoksunlaştırmış bu çağ, bir önceki ölmediğinden hala yenisinin doğamadığı bir devir; devrimsiz ve bunalımda.

Bugün, dünden farklı olarak ölüm bizim bir parçamız değil; kaçınılası bir son, kokuşmuş ifrazat, çürümüş ve görünmemesi gereken. Asurluların inandığı gibi ölüler hala ailemizin bir bölümü değil. Dün onların evlerin altına gömdüğü ölüler, bugün bizim bunalımımız.

Başlayamıyorum
            Erteliyorum söyleneceklerimi, yazılacaklarımı. Kallavi bir sözlük, harikulade kelimeler seçkisi ve sayısız sözcük tertibiyle oluşturulacak tümce bilgisi; ortaya çıkan sonuç: hiç. Konuya başlayacak gücü bulamıyorum. Dikkatimi dağıtabilecek tüm işler tamamlandıktan ve kahve üzerine bir kahve daha içtikten sonra kitapları yığıyorum önüme. Kuramları okuyorum teker teker ve tekrar tekrar. Ne demişti Adorno? Freud’un görüşüne gönderme mi yapmıştı Bataille? Kapitalizmin ölüm dürtüsünü kullandığına mı dikkat çekmişti Byung-Chul Han. Eros’un zıttı mı Thanatos, yoksa bu zıtlık karşılıklı bir dans mı? Yok, böyle olmayacak, okuyorum ama bu duyguların açıklanmasına yetmiyor. Daha iyi kavramalı. Ne yazmışlardı uluslararası makalelerin derlendiği yıllıkta? En güncel, en kapsamlısı şu an için bu yıllık olduğuna göre beni bir sonuca ulaştırabilmeli. Eylemleri kendi başıma yapıyor olmama rağmen tutumum edilgin. En başta fark etmesem de üzerine düşünmeye çalıştığım temaya uyumlu davranıyorum. Zira konu ölüm olunca etkin hissedemediğimden olsa gerek anlatım biçimim edilgin bir tutuma bürünüyor.

Ölümün değillenmesi

Üzerine ne kadar çok yazılmış ve üzerine ne kadar çok susulmuş bir hatırlatıcı ölüm. Pazar sabahı karşımıza çıkmasını istemeyeceğimiz; hatta mümkünse hiç karşılaşmak istemeyeceğimiz, düşünmekten kaçındığımız bir konu. Adı geçince, hayatın gerçeği sözlerimizle sanki yaşamımızı dışsallaştırarak kaygımızı azalmaya çalışıyoruz. Ölüm gerçeğini içselleştirmek güç. Bunun kabulü, bizi tümgüçlülüğümüzü tehdit eden yıkıcı ve saldırgan tarafımızı görmeye mecbur bırakabilir. Düşünsel süreçlerde ölümün değillenmesi, giderilmemiş ihtiyaçların ya da gerçekleşmemiş arzuların farkındalığıyla yüzleşmeyi engelleyebilir. Zira bu yüzleşmenin istenmeyen neticeleri de olacaktır. Düşünmemek, yani zihnimizdeki bilgileri bir araya getirmemek, fikirlerimiz ve duygularımız arasında bir bağ kurmamak ve bütün bunlara bir anlam kazandırmamak bizi ölüm dürtüsünün yıkıcılığından koruyacağını zannettiğimizden, düşünmeyerek onu kontrol altına almaya alışırız. Yine de çoğu zaman kaçamadığımız bu yüzleşmenin neticelerden biri, doyum ve ihtiyacı deneyimleyen; aynı anda ihtiyacın farkındalığını algılayan kendiliğin yok edilmesi olabilir. Bir diğer olasılık da giderilmemiş ihtiyaçlar karşısında, ihtiyacın giderildiğin yanılsaması oluşturacak biçimde dünyanın yanlış temsil edilmesidir.[1]

Ölümün düşüncesiyle başa çıkabilmek için ya algılayan kendimizden ya da algıladığımız dünyadan vazgeçeceğimiz ihtimallerini ele alırken; savunmalarımızı devreye sokanın ölüm değil, yaşanmamış bir hayatın varlığı olduğunu idrak etmeye başlıyorum. Karşılanmamış ihtiyaçların yarım bırakılmışlığıyla mücadele edilmiş günler, doyurulmamış arzuların eksikliğiyle geçmiş yıllar ve geriye kalan, kaçırdıklarımızla dolu natamam bir ömür.

Ölümsüzlüğün peşinde bir insanlık tarihi

Ölümün geçiciliğine karşı ölümsüzlüğü arayan insanlardan oluşmuş tarihini dinliyor, yazıyor ve yaşıyoruz. Yoldaşı Enkidu’nun ölümünden sonra kendini ölümsüzlüğü bulmaya adayan Gılgamış, Medusa’nın kanını kullanarak Zeus’u kızdırana kadar ölüleri diriltmeyi deneyen Asklepios, Zülümât’ın ötesinde “ab-ı hayat” arayan İskender, ölümlülüğün dermanını bulmak için bitkilerin dilini öğrenen Lokman Hekim, Juliet’i Romeo’suna kavuşturmayarak efsaneleştiren Shakespeare, neredeyse yarım milyon askeri öldürerek ölümü ele geçirmeye çalışan I. Dünya Savaşı komutanlarından Douglas Haig, dünyaya sığmayarak atmosfer dışına çıkmayı hedefleyen Elon Musk, koyun Dolly’i klonlayan Ian Wilmut ve Keith Campbell, tanrıların kıskançlığını kamçılayan[2] gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm sanatçılar, ölümlü belleğimizi ölümsüz mekanik ve sanal dünyaya emanet eden biz, bunu yazan ben ve okuyan sen… Hepimiz ölümsüzlüğün arayışında, ölüm dürtümüzü bastırarak önce kişisel tarihimizi, sonra insanlık tarihini yazıyoruz.

            Bugün, dünden farklı olarak ölüm bizim bir parçamız değil; kaçınılası bir son, kokuşmuş ifrazat, çürümüş ve görünmemesi gereken. Asurluların inandığı gibi ölüler hala ailemizin bir bölümü değil[3]. Dün onların evlerin altına gömdüğü ölüler, bugün bizim bunalımımız. Ölümden uzaklaşmak adına gençleştiren (!) müdahalelerle, sağlıklı yaşam histerisiyle, vücut geliştirme veya kişisel gelişim baskısıyla performans öznesine dönüşen bizler ölümden yoksun bir ömrü yaşamaya çalışıyor; lakin ölümsüzlük uğruna yaşamı katlettiğimizi çoğu zaman fark etmiyoruz.  

            Robotlar ölmez

Sentetik gıdadan, sentetik organlara kadar kendi yarattığını denetleyebilmek isteyen biz, ölümden yoksun olmak için canlı olmayanın dünyasına geçiyoruz. Ölümün yüzünü ışıl ışıl olan makinelere dönüştürüyoruz[4]. Robotlar, canlılığını yitirmeden ışıldayan prototiplerimiz, yapay zekâ unutmayan belleğimizin sanal deposu ve metaverse canlılığını yitirmeyen -hiç canlı olmamış- çürümeyecek yeni evrenimiz. Ölümün ortadan kalkmasıyla yaşamı katlettiğimizin farkına varmak güç. Kaybettiğimiz birinin sanal yankısının nerede duracağı belli değil. -Duracak mı? Bilinmez.- Uzun zamandır, ölümü göremediğimizden, ölümün varlığının yaşama derinlik ve yoğunluk kazandırdığını göremiyoruz. Ölüm meleği ile burun buruna geldiğimiz anlarda bocalamamız, doyurulmamış arzularımızın ortaya çıkması, giderilmeyen ihtiyaçlarımızın acısını duymamız, ölümü ve ömrü bir olarak göremememizden. Oysa, dünyaya verdiğimiz anlamla ölümün algılanışını şekillendirme gücüne sahiptik. Ölümün yoksunluğunda bu becerimiz körelmiş olmalı ki düşün(e)mediğimiz fikirlerimiz ve duygularımız arasında bir bağ kuramayarak ömrümüze anlam kazandıramadığımız bir zamandayız.

Esasen manasını yitirmekte olan devrin ufunetini hissediyoruz.  Tükenmişlik, bunalım, sıkıntı ve boşvermişliğin çevrelediği; duygudaşlıktan ırak, devrimden uzak bir devir. Picasso’nun atomlarına parçalanmış; ayrışmış, boşluğu ve umutsuzluğu sembolize eden, sanki artık var olamayan insanların taşıdığı mekanikleşmiş yüzlerin hâkim olmaya başladığı çağdayız -yeniden-. Teknoloji, hız, performans ve tüketimle ölümden yoksunlaştırmış bu çağ, bir önceki ölmediğinden hala yenisinin doğamadığı bir devir; devrimsiz ve bunalımda.


[1] Segal H. (1993). On the clinical usefulness of the concept of death instinct. The International journal of psycho-analysis74 ( Pt 1), 55–61.

[2] George Bernard Shaw’ın Keman sanatçısı Jascha Heifetz’e yazdığı mektuba atıf.

[3] Mandacı, E. (2020). Asurlular’da Cenaze Ritülleri ve Ölü Gömme Gelenekleri. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (49), 65-80 

[4] Fromm, Erich (1995). İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri II, (Çev. Ş. Alpagut), Payel Yayınevi, İstanbul.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi